Bu Blogda Ara

14 Kasım 2024 Perşembe

Ayrıcalıkların Gölgesinde Adalet Arayışı

Milletvekilliği ve din görevliliği, birçok toplumda yerleşik gelenekler haline gelmiş, ancak esas itibarıyla doğru temellendirilmeyen iki farklı alan olarak öne çıkmaktadır. Toplumun güvenliği, rehberliği ve birliğini koruma amacıyla ortaya çıkmış bu rollerin, para karşılığında bir meslek gibi ele alınması ciddi bir tartışma konusudur.

Milletvekilliği-Bir Meslek mi, Geçici Bir Sorumluluk mu?

Milletvekilliği, toplumun oylarıyla belirli bir süre için kamu görevini üstlenen kişilerin oluşturduğu bir alandır. Ancak milletvekilliği, ne tarihsel ne de toplumsal açıdan bir "meslek" olarak tanımlanabilir. Asıl itibarıyla bu rol, bireylerin kendi mesleklerinin yanına, geçici bir dönem için aldıkları bir sorumluluktur. Mecliste yasaların çıkarılması, halkın taleplerinin dinlenmesi ve genel düzenlemelerin yapılması gibi bir işlev gören milletvekilleri, halkın teveccühüne dayanan bir güvenle bu pozisyona gelmektedirler. Dolayısıyla, yaptıkları işin mesleki değil, kamuya yönelik geçici bir görev olduğunu unutmamak gerekir.

Bu durumda, vekillerin aldıkları maaşlar ve sağlanan imtiyazlar, halkın gözünde birer ayrıcalık ve adaletsizlik unsuru olarak görülebilir. Milletvekilliği beş yıl süren bir hizmettir; bu hizmet sonrasında kişinin asıl mesleği üzerinden emekli olması gerekir. Aksi takdirde, bu görevden kaynaklı sürekli bir maaş alma hakkı elde etmesi, görevini bıraksa dahi bu gelirden yararlanmaya devam etmesi, halkın sırtına bir yük olarak yansımaktadır. Bu durum, bir halk temsilcisinin imtiyazlı bir sınıfa dönüşmesine yol açar ki, bu hem toplumun adalet duygusuna zarar verir hem de temsil ettiği topluma yabancılaşmasına neden olur.

Din Görevliliği-Toplumsal Bir Rehberlik mi, Kamu Güvenliği mi?

Din görevliliği de benzer bir şekilde, toplum içinde bireyleri manevi açıdan destekleme, dini bilgiler verme ve rehberlik yapma gibi görevler taşıyan bir alandır. Ancak, din görevlilerinin devlet tarafından maaş alması, dinin özüne ve topluma anlatılma şekline zarar veren bir durumdur. Din görevlilerinin maaşlı bir kamu memuru olarak konumlanması, onların bağımsız ve objektif bir dini rehberlik sunabilmelerini zorlaştırır. Bu konum, din görevlilerini, devletin ideolojik yaklaşımına uyum sağlamaya itmekte, dini anlatıları bu çerçevede sunmalarını gerektirmektedir. Bu durum, din görevlilerinin dini bilgiyi özgürce ifade etme yetisini zayıflatarak onları sistemin bir aracı haline dönüştürmektedir.

Din, tarih boyunca devletler ve topluluklar üzerinde birleştirici bir güç olarak kullanılmıştır. Fakat bu kullanım, toplumun dini bilgiyi özgürce alabilmesine hizmet etmediği gibi, dini anlatıyı da manipülasyona açık hale getirmektedir. Devletin dini kullanarak toplumu kendi politik ve ideolojik çerçevesinde tutmaya çalışması, din görevlilerinin asli görevlerini ikinci plana atmalarına neden olmaktadır. İslam, bir ücret karşılığı anlatılmayı değil, gönüllülük esasıyla halkı bilinçlendirmeyi öngörmektedir. Bir din görevlisinin hayatını idame ettirmesi için başka bir işten geçimini sağlaması; din hizmetini ise herhangi bir karşılık beklemeden sunması, İslam’ın temel öğretisi ile daha uyumludur.

Bu bağlamda, din görevlilerine maaş ödenmesi, devletin laiklik ilkesiyle de çelişir. Laik bir devlette, devletin din üzerinde herhangi bir etki kurmaması, dini konularda bağımsız olması beklenir. Ancak devlet, din görevlilerine maaş ödeyerek onları dolaylı yoldan kendine bağlı birer kamu çalışanı haline getirir. Bu da laik devlet anlayışıyla çelişen bir durumdur. Devlet, dini hizmetlerin topluma özgürce sunulmasını teşvik etmek yerine, din görevlilerini kendi kurumsal çıkarları doğrultusunda birer kamu çalışanı gibi kullanır.

Toplum Üzerindeki Etkisi ve Çelişkiler

Milletvekilliği ve din görevliliği konusundaki bu uygulamalar, toplumda adaletsizlik algısını besleyen unsurlardır. Milletvekillerinin beş yıllık bir görev sonrasında ömür boyu emekli maaşı alması, kamu kaynaklarının doğru kullanılmadığı algısına yol açmaktadır. Toplumdaki bireyler, kendi mesleklerinde yıllarca çalışarak emekliliğe hak kazanırken, bir milletvekilinin kısıtlı bir süre görev yaparak ömür boyu emekli maaşı alabilmesi, toplumda eşitsizlik ve haksızlık algısının güçlenmesine neden olmaktadır.

Aynı şekilde, din görevlilerine maaş ödenmesi, toplumun dini duygularını istismar etmekte, dini hizmetin ticari bir faaliyet haline dönüşmesine yol açmaktadır. Bu durum, toplumdaki dini hassasiyeti azaltmakta, din görevlilerinin samimiyetini sorgulatmakta ve onların sunduğu manevi rehberliğin etkisini azaltmaktadır. İslam’da din görevlisinin maddi bir karşılık beklemeden dini hizmet vermesi esastır; maaşlı bir din görevlisi, halk tarafından samimi bir rehber değil, devletin maaşlı bir çalışanı olarak görülmektedir.

Bu açıklamaları dikkate aldığımızda, milletvekilliği ve din görevliliği gibi rollerin devlet eliyle maaşlı hale getirilmesi, toplumun adalet duygusunu zedelemekte ve bu alanlarda görev yapan kişilerin rollerini tam anlamıyla yerine getirmesini zorlaştırmaktadır. Toplumsal adaletin sağlanması, ancak bu rollerin asli görevlerine uygun bir şekilde yeniden yapılandırılmasıyla mümkün olabilir.

Milletvekilliği, halk adına yapılan bir temsil görevidir ve bir meslek olarak ele alınmamalıdır. Milletvekilleri, sadece görev süresi boyunca gerekli giderlerini karşılayacak bir maaş almalı, görev süreleri bittiğinde ise kendi meslekleri üzerinden emekli olmalıdır. Aynı şekilde, din görevlilerinin maaş alması yerine, dini hizmetlerin gönüllülük esasına dayalı olarak verilmesi, İslam’ın ruhuna daha uygundur. Din görevlileri, kendi mesleklerinden geçimlerini sağlamalı, dini hizmeti ise herhangi bir maddi beklenti olmadan sunmalıdır.

Bu bakış açısı, topluma adaletli bir yapı sunacak, milletvekili ve din görevlilerinin rollerini topluma fayda sağlayacak şekilde yerine getirmelerini sağlayacaktır. Bunu dikkate almayan yetki sahipleri ancak bu oluşumlarla toplumsal bilinci sömürür ve toplumu ciddi bir güvensizliğe götürürler.

Bahadır Hataylı/13.11.2024/Namazgah İST

13 Kasım 2024 Çarşamba

ÇÖKÜŞÜN EŞİĞİNDE-TOPLUMUN GERÇEK YÜZÜ VE KAYBOLAN İNSANLIK

“Ey insanlar! Allah’ın adını kullanarak vicdanınızı, ahlakınızı rahatlatmaya çalışanlardan uzak durun. Çünkü adaletin olmadığı, paylaşımın ve merhametin kalmadığı yerde, Allah’ın ismi ancak sahte bir örtüdür. Allah’a iman eden bir toplumun simgesi ne ibadetlerin sayısı, ne de dillerde dolaşan dualardır. O toplumun simgesi; kardeşliktir, ahlaktır, birbirinin yükünü sırtlayan vicdanlı yüreklerdir.”

Sahte Din Anlayışı Üzerine-Yaldızlı Kabuk Altında Karanlık Gerçek

İnsanlar bugün kendilerini “Müslüman” diye tanımlarken, bu tanımın içini boşaltarak kendi kirli çıkarlarına uyacak hale getirdi. Allah’a iman ettiğini söyleyen bir toplumda nasıl olur da adaletsizlik, haksızlık, vicdansızlık ve yozlaşma bu denli yaygınlaşır? Din, sadece ritüellerden ibaret bir görüntüye indirgenmiş durumda. Camiler dolup taşarken, vicdanlar bomboş; diller dua ederken, kalpler çıkar ve bencillikle kaplanmış. Kuran’ın emrettiği adalet ve merhamet toplumsal hayatımıza neden yansımıyor?

Bugün adaletin sesi, fakir bir çocuğun ekmek parası için yırtık ayakkabısıyla soğukta titremesinden daha sessiz. Şayet bir toplumda, bir anne beş çocuğuyla hayatta kalmak için hurda toplamak zorunda bırakılıyorsa ve bu annenin çocukları bir yangında hayatını kaybediyorsa, biz hâlâ “ahlak” ve “din” konuşuyorsak, bu nasıl bir ikiyüzlülüğün göstergesi? Gerçekten iman eden bir toplumda böyle acı olaylar normal kabul edilebilir mi? Allah’a inanan, Kuran’a sarılan, peygamberin yaşamını örnek alan bir toplumda, zenginlik ve sefalet arasındaki uçurum bu kadar derin olabilir mi?

Adalet ve Vicdan-Din Sadece Ritüel Değil, Bir Yaşam Biçimidir

Toplumun her kesiminde “adalet” en çok konuşulan ama en az uygulanan kavramlardan biri. Oysa İslam, adaleti her şeyin üstünde tutar. Hz. Ömer’in “Dicle kenarında bir koyun kaybolsa, Allah benden hesap sorar” sözünü her duyan başını sallıyor ama adaleti uygulamada kimse kendini sorumlu görmüyor.

Vicdan, İslam’da en yüksek ahlaki değerlerden biridir. Ancak, vicdan sahipleri zulüm karşısında susarsa, toplumun adaleti savunacak kimi kalır? Bugün maalesef toplum olarak adalet duygumuzu yitirmiş durumdayız. Bir tarafta lüks içinde yaşayanlar, çıkarlarını korumak için her şeyi yapıyor, diğer yanda aç kalmamak için sokaklarda çalışan çocuklar, hakkı yenmiş insanlar. Bu durumda, biz hangi yüzle “adalet” kelimesini dilimize alabiliriz?

Adalet ve vicdan olmadan, dinden bahsetmek sahtekârlıktır. Allah’ın adını kullanarak zenginleşenler, haksız kazançla hayatlarını sürdürenler, adaletin ruhunu yok ediyor. Bu kadar adaletsizliğin içinde “din” sadece bir gösteriş malzemesi haline gelmiş durumda.

Bireycilik ve Toplumsal Sorumluluk-“Ben” Olmanın Bedeli

Kapitalizmin ve bireyciliğin etkisiyle, toplum olarak “ben” odaklı yaşamayı hayatın merkezine koymuş durumdayız. İslam’da ise “biz” duygusu, yani kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma vardır. Kuran, birbirine yardım etmeyi, düşeni kaldırmayı emreder. Oysa bugün, birbirimizi kıskanıyor, rakip görüyor, çıkarlarımızı korumak için başkasının acısına sırtımızı dönüyoruz.

İnsanlar sadece kendi rahatını düşünerek, başkalarının sıkıntısını görmezden gelerek nasıl bir insanlık inşa ettiğimizi sorgulamalıdır. Bir anne çocukları aç kalmasın diye çöpten ekmek toplarken, zengin sofralar kurup gösterişli hayatlar yaşayanlar, bu çelişkinin vicdani sorumluluğunu taşımadıkça bu toplumda gerçek anlamda “din”den bahsetmek mümkün müdür?

İslam’ın Gerçek Mesajı-“Ben Sizin Rabbiniz Değil Miyim?” Sorusunun Cevabı

Toplumun vicdanını ve ahlakını yitirdiği bu noktada, İslam’ın özüne dönme çağrısı yapmamız gerekiyor. Allah, kullarına "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, tüm insanlık “Evet, şahit olduk” demişti. Bu yemin, Allah’a bağlılık, ahlak, adalet ve merhamet üzere bir yaşam sürmeyi ifade eder. Ancak bugün, sadece Allah’a değil, paraya, şöhrete, güce tapar hale geldik.

Gerçek iman; adalet, merhamet ve kardeşlik olmadan bir anlam taşımaz. Kendini Allah’ın kulu olarak gören bir insan, başkasının hakkını yiyemez, zayıfın sırtından geçinemez. Allah’a iman eden bir toplumda; huzur, güven, dayanışma ve insanlık vardır. Eğer bir toplumda bunlar yoksa, o toplum ne kadar “din”den bahsederse bahsetsin, bu yalnızca bir aldatmacadan ibarettir.

“Bir toplum Allah’ın adını sadece dillerinde değil, vicdanlarında taşıyorsa; ancak o zaman gerçek anlamda bir ‘iman toplumu’ olur.”

İyilik Yolunu Bulmak-Yeniden Fıtrata Dönüş

Eğer bir toplum, adaletin, vicdanın ve ahlakın gölgesinde yaşamıyorsa; ne huzur bulabilir ne de gerçek bir “iman toplumu” olabilir. Kapitalizmin köleleştirdiği, bireyciliğin yuttuğu bir toplumda dinin saf anlamını bulmak neredeyse imkansızdır. Allah’a gerçekten iman eden bir toplumun yolu bellidir: Sadece Allah’a kulluk etmek, O’nun emirlerini gözetmek ve hayatı “ben” merkezli değil, “biz” merkezli yaşamaktır.

Bir gün herkesin hesap vereceği o gün geldiğinde, bu dünyada Allah’ın adını kullanarak zulüm yapanlar, çıkarlarını koruyanlar, halkı sömürenler mutlaka hesap verecektir. Ancak o gün gelmeden, toplumsal bir uyanış başlatmak, vicdanlara dokunmak, İslam’ın gerçek mesajını hatırlatmak zorundayız.

Eğer Allah’a gerçekten iman ediyorsak, toplumu bu yozlaşmadan kurtarmak için vicdanlarımızı tekrar aktif hale getirmeliyiz. Herkes kendi hayatına, kendi çevresine, kendi ahlakına bakmalı ve “Ben gerçekten Allah’a kul muyum?” diye sormalı. Toplumu kurtarmanın yolu, bireylerin Allah’a olan bağlılığını tekrar diriltmekten geçer. Bu bağlılık; vicdan, adalet, merhamet ve dayanışmayı da beraberinde getirir.

“Gerçek iman, yalnızca Allah’a kulluk etmeyi ve bu kulluğu hayatın her alanına yaymayı gerektirir. Eğer bir toplum bu bağlılığı yitirmişse, Allah’ın adını kullanarak bir cennetten değil, ancak bir cehennemden bahsedebilir.”

Erol Kekeç/12.11.2024/03.40/Sancaktepe/İST 

12 Kasım 2024 Salı

Türkiye'nin Siyasi Satranç Tahtasında Yapılan Hamleleri


Birbirinden Kopmayan Oyunların Analizi

Bir devletin kaderini belirleyen olaylar, her zaman açık bir senaryo üzerinden ilerlemez. Bazen perde önünde görülen sahne, perde arkasındaki karmaşık ilişkilerden, stratejik hamlelerden ve çeşitli aktörlerin kendi çıkarları doğrultusunda yaptığı anlaşmalardan oluşur. Türkiye’de son yıllarda yaşanan olaylar da bu çerçevede ele alınabilecek nitelikte, birbirine zincirlenmiş ve her biri bir diğerinin sonucunu hazırlayan adımlarla dolu. Bu olaylar, görünürde birbirinden bağımsız gibi dursa da derinlemesine incelendiğinde, büyük bir oyunun parçaları olarak şekilleniyor. Özellikle anayasa değişiklikleri, terörle mücadele stratejileri, medya manipülasyonları ve Türk Devletleri ile ilişkiler üzerinden giden bu senaryonun bağlantılarını irdeleyelim.

Anayasa Değişiklikleri-"Yeni Türkiye" mi, Yoksa Yeni Bir Senaryo mu?

Türkiye'de anayasa değişiklikleri, hükümetlerin kendi vizyonlarını ve politikalarını dayatmalarını sağlayan en güçlü araçlardan biridir. Anayasa, bir ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısının temel taşlarını belirler. Son dönemde "Yeni Türkiye" vurgusuyla dillendirilen anayasa değişikliği taleplerinin görünürdeki gerekçesi, daha demokratik bir yapı, hukuk devleti ve toplumun özgürleşmesidir. Ancak bu taleplerin arka planında başka amaçlar yattığı düşüncesi de oldukça yaygın.

Türkiye’nin bölgesel gücünün artırılacağı, kendi başına karar alabilen ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden bir ülke yaratılacağı propagandası, son yıllarda sıkça duyuluyor. Bu değişikliklerin, Türkiye’nin sınırları dışındaki gelişmelerle de ilgili olduğu düşünülebilir. Zira coğrafyamızdaki değişimlere uygun bir yapı kurulması, Türkiye'nin içindeki siyasi atmosferi de dizayn etmek isteyen bir elin varlığını düşündürmektedir. Uluslararası bir düzenin parçası olarak, sınır ötesi operasyonlar, ticari anlaşmalar ve Türkiye'nin bölgede oynayacağı rol çerçevesinde "güçlü bir anayasal sistem" vurgusu yapılıyor.

Ancak, anayasa değişikliği için oluşturulan bu aciliyet hissi, toplumda aynı aciliyetle karşılık bulmamaktadır. Bu nedenle, hükümet ve destekçileri, anayasa değişikliklerini hızlandırmak ve kamuoyunu bu yönde ikna etmek için farklı stratejiler denemektedir. Bu stratejilerin başında da DEP’li belediye başkanlarının görevden alınması gibi dikkat çeken hamleler gelmektedir.

DEP’li Belediye Başkanlarının Görevden Alınması- Toplumdaki Gerilimi Azaltma Aracı mı?

DEP'li belediye başkanlarının görevden alınması, PKK ile olan mücadelede devletin kararlı duruşunu gösterme amacıyla atılmış bir adım olarak lanse edildi. Ancak bu adım, Türkiye’nin terörle mücadele konusunda tavizsiz bir politika izlediğini göstermek için yapılan bir hamle olarak görülebilir mi? Yoksa bu hamlenin asıl amacı, toplumda oluşan farklı bir gerilimi dengelemek mi?

Bu olayın, "Apo’nun affı" gibi söylentilerin gündemde olduğu bir döneme denk gelmesi oldukça dikkat çekici. Zira böyle bir affın dillendirilmesi, toplumun büyük bir kesimi tarafından çok ciddi bir tepkiyle karşılanacaktı. Böyle bir durumda, DEP’li belediye başkanlarının görevden alınmasıyla "PKK ile mücadelemiz devam ediyor" mesajı verilmek istendiği düşünülebilir. Bu hamle, toplumun öfkesini bir anlamda nötralize etmek, daha büyük bir gerilimi önlemek amacıyla yapılmış bir taktik olarak görülebilir.

Medya Manipülasyonları-- Gerçeğin Üzerini Örtme Aracı mı?

Toplumu bu stratejik hamlelere ikna etmenin en etkili yollarından biri de medya üzerindeki hakimiyettir. Türkiye'deki medya organları, son yıllarda hükümetin söylemleriyle paralel hareket eden bir yapıya dönüştü. Medya, hükümetin attığı adımları ve politikalarını toplum nezdinde meşru göstermek için etkin bir şekilde kullanılıyor. Kahramanlık destanları, bölgesel liderlik propagandaları, zafer hikayeleri... Tüm bu söylemlerle toplumun dikkatini başka noktalara çekmek amaçlanıyor.

Medya sayesinde, toplumda bir “düşman” imajı yaratılıyor, devletin bu düşmanlarla ne kadar kararlı bir şekilde mücadele ettiği sık sık vurgulanıyor. Ancak aynı medya, perde arkasında gelişen olaylara dair net bir bilgi sunmaktan kaçınıyor. Örneğin, anayasa değişikliğiyle amaçlanan nihai hedef ya da DEP’li belediye başkanlarının görevden alınmasının perde arkasında neler olduğu konusunda toplum yeterince bilgilendirilmiyor. Bu durumda, medya, yalnızca tek bir görüşü ve amaca hizmet eden bir araç haline geliyor ve toplumun gerçekleri sorgulama kapasitesi köreltiliyor.

Türk Devletleri ile İlişkiler- Bölgesel Güç mü, Yoksa Yeni Bir Oyun mu?

Son yıllarda, Türkiye’nin Türk Devletleri ile olan ilişkileri ciddi bir şekilde ilerletiliyor. Bu ilişkiler, Türkiye’nin bölgede büyük bir güç olduğu ve artık kendi bölgesinde belirleyici bir aktör olarak hareket edeceği söylemleriyle destekleniyor. Ancak burada da farklı bir gerçeklik yatıyor olabilir. Türk Devletleri ile kurulan bu yakın ilişkiler, Türkiye’nin kendi gücünü artırmaktan ziyade, küresel aktörlerin Türkiye’yi yeni bir göreve hazırladıkları düşüncesini uyandırıyor.

Türk Devletleri arasındaki bu yakınlaşma, Türkiye’ye büyük bir güç olarak algı oluşturmak ve bölgedeki halkları Türkiye’nin liderliğine hazırlamak amacı taşıyor olabilir. Ancak bu durum, Türkiye’nin tam anlamıyla bağımsız bir karar alma yetisine sahip olduğu anlamına gelmeyebilir. Aksine, Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi, küresel güçlerin Türkiye üzerinden bölgede yapmak istedikleri bir değişim senaryosunun parçası olarak görülebilir.

Büyük Oyun un Son Perdesi mi?

Bu olayların tümü, birbirine bağlı zincir halkaları gibi görünüyor. DEP’li başkanların görevden alınması, anayasa değişikliği, medya manipülasyonları ve Türk Devletleri arasındaki ilişkiler, Türkiye’yi bir noktaya sürüklemek isteyen "büyük bir el" tarafından yönetiliyor gibi. Türkiye, bu olaylar zincirinde hem bağımsız bir aktör gibi gösterilmeye çalışılıyor hem de aslında belli bir rolü oynamaya zorlanıyor.

Türkiye’nin "kahramanlık destanları" anlatılarak bağımsız bir güç olarak algılanmasını sağlamak, aslında uluslararası arenada üstlenmesi istenen bu rolün halk nezdinde kabul edilmesini sağlamaya yönelik bir manipülasyon olabilir. Kahramanlık destanları ile savaş kaybeden liderlerin bile toplum gözünde yüceltilmesi, toplumu uyutmanın ve farkındalığını köreltmenin bir yöntemi olarak kullanılabilir.

Toplum, Perdenin Arkasındaki Oyunu Ne Zaman Görecek?

Toplum, medyanın çaldığı düdüklere kapılmış, kendisi için neyin faydalı neyin zararlı olduğunu ayırt edebilme yetisini kaybetmiş durumda. Bu durum, halkın bağımsız bir şekilde düşünme kapasitesini köreltiyor ve manipülasyonlara açık hale getiriyor. Eğer toplum bu düdüklere kulak asmadan, olaylar arasındaki bağları sorgulamazsa, bu büyük oyunun bir parçası olmaktan öteye geçemeyecektir.

Türkiye’de oynanan bu stratejik hamleler, görünürde Türkiye’nin güçlenmesi için yapılıyor gibi görünse de aslında ülkenin kendisine verilen bir rolü oynamaya zorlandığının işaretleri olabilir. Toplumun artık, bu sahnenin önündeki perdenin arkasında neler olup bittiğini fark etmesi gerekiyor; aksi takdirde, kahramanlık destanları arasında kendi gerçeğini unutmuş bir halk olarak varlığını sürdürecektir.

Bahadır Hataylı/12.11.2024/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!