Bu Blogda Ara

20 Ocak 2023 Cuma

YAŞAMAK İÇİN YAŞATMAK GEREK

Yaşamak için yaşatmak gerekir. “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı dirilten de bütün bir insanlığı diriltmiş gibidir. Yaratıcının bu uyarısını dikkate almayan bir Müslüman tasavvur edemeyiz. Müslüman ismi, dinsel bir kimlik olarak sizi tanımlayan sıradan bir isim değil, doğrudan bir yaşam biçiminin dosdoğru ifadesidir. Bu yaşam biçiminin içini, insan kafasına göre doldurma hakkına sahip değildir. Ecdadımızın verdiği bir isme uygun yaşamadığımız zaman, ismimize layık değiliz diyebiliyoruz, ancak bu kimliğe sahip çıkarak istediğimiz gibi yaşama hakkına sahip olduğumuzu da hal hareket ve davranışlarımızla ortaya dökmekten zerre endişe duymayız.

Müslüman ismi, teslim olmaktır. Kime neden ve niçin teslim olmamız gerektiğini idrak edemeyen, birey ve toplumlar bu kimliğe sahip çıkma hakkına sahip değildir. Allah, yeryüzünde İslam olarak kendimizi tanımlamaktan başka bir isim vermedi. Bu isim, yaratıcının tüm kapsamını belirlediği ve onun tarafından renginin belirlendiği bir kimlik ve isimdir. “Allah’ın boyası ile boyanın Allah’tan daha güzel boyası olan kim vardır.” Ey İman edenler, Allah’tan nasıl ittika edilmesi sakınılması ve ona karşı nasıl sorumluluk duyulması gerekiyorsa öyle olun ve sakın Müslüman İsminin yanında başka bir isimle can vermeyin…” Bu ayetin açıklamalarını neden yazmış olduğumu merak edenler olabilir. Şunu anlamak ve bilmek zorundayız, Müslüman yaşayan bir varlıktır. Allah’a teslim olmamış ve beşer olarak yaratılmış olan tüm varlıklar sağır dilsiz ve kördürler. Onların mezarlarda olanlardan farkı yoktur. Dünyalık imkanları ele geçirmek için hareket etmeleri, buradaki yaşamlarını kolaylaştırmak için imkanlar üretmeleri, onların yaşıyor oldukları anlamına gelmez. Beşer olarak vardırlar ancak İnsan olarak var olabilmenin en önemli koşulu, Allah’ın boyası ile boyanmak ve onun bize gönderdiği isimle isimlenerek, ona uygun yaşamaktan geçer. Bu isme sahip çıkanların yaşamı kabirdekilerden farksız olduğu halde, nasıl olurda bu değere sahip çıkmaktan utanç duymazlar.

Yaratanın vermiş olduğu bir isme layık olmak için, önce yaşamak sonra yaşatmak gerek. Yaşatmayı becerebiliyor uğurda gerekli tüm çabayı harcayabiliyorsak ancak o zaman bu isme layık olabiliriz. Ne yazık ki, İslam coğrafyası diye tabir edilen coğrafya hem yaşamayı bilmiyor hem de yaşatmak istemeyen bir yaşama bürünmüşken, nasıl olur da bu ismin arkasına sığınabiliyorlar. Bu ismin arkasına sığınmak ve o isme sahip çıkarak her türlü olumsuzluğun zirvesinde tepinen toplumlar bu ismi ancak ve ancak lekelerler kendi basitlikleriyle bu ismin anılmasına neden olarak, diğer beşer için bir fitne kaynağı oluştururlar. İslam seçilmiş bir isimdir. Ama kim için diye baktığımızda, İslam toplumu diye isimlendirilenler için seçilmemiştir. Yeryüzünde Allah’ın kainattaki yasasına uygun yaşayan ve o yasaları, tüm mahlukatın yaşamını kolaylaştırmak için mücadele edenler için seçilmiştir. Yaratıcının kâinattaki bu yasalarını idrak ederek yaşayan ve kâinatın sahibine yolculuk yapan her insan iman üzeredir. Kitap bu yasaları pekiştirmek için gelmiş ve bu yasalardan uzaklaşanların yaşamlarına bir ışık olması için gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın yarattığı kâinat yasaları ile Kitabi buyruklarının birbiriyle çatışma halinde olması düşünülemez. Allah her türlü eksikliklerden ve hatalardan münezzehtir. Dolayısıyla iki ayetinin birbiriyle uyum içinde olmaması düşünülemez. İşte, İslam alemi kâinat kitabını hayatın dışına attıklarından, kitabi ayetleri anlamak ve algılamaktan da uzaklaştıkları için her ne kadar bu isimle kendilerini ifade ediyor olsalar da, bu isme layık bir yaşamları olmadığı için, nasıl bir tanımlamayla adlandırılacağı da zorlaşmaktadır.

Allah katında sadece İslam dini vardır derken, biz öyle bir şekle bürünüyoruz ki, sanki bizim sahip olduğumuz bu isimmiş gibi kendimizi erişilmezler arasında görüp, bizim dışımızda kalanları hüsranda olanlar biliyoruz. Bu anlayışın kendisi hastalıklı olduğu için, kendi hastalığımızın da farkına varmıyoruz. Allah katından size teslim olmanız gereken dışında bir din, inanç göndermedi, Onun için sizler, Ben Müslümanım dedikten sonra bu kimliğe uygun yaşayarak o kimliğin herkesin kimliği olması için çaba harcadığınızda, sizden daha güzel kim iş yapmış olabilir. Bu kimlik, asaletin onurun vakarın insan olmanın merhametin hakkaniyetin edebin dürüstlüğün, adaletin şefkatin, ehliyetin, saygının sevginin barışın huzurun mutluluğun vs. içine sığdırıldığı ve yeryüzünde kimsenin bunu dağıtmaya gücünün yetmediği bir kimliktir. Bu kimliğin vasıflarına göre yaşayanlar Müslümandır. Bu vasıfları hayatlarında barındırmayanlar ben buyum diyerek, o kimliğe hakaret etme ve onu deforme etme hakkına sahip değildir. Şayet sizler bu kimliğe sahip çıkmaz onun ihyası ve inşası için dünyalıklarınızı öncelik olmaktan çıkarmazsanız, Allah sizi yok eder yerinize başkalarını getirir onlar o kimliğe hakkıyla sahip çıkarlar, mütevazidirler gerektiği yerde de İzzetlidirler. Mücadele ederler ve mücadelelerinden de asla taviz vermezler, onlar kınayanlara aldırış etmezler, çünkü bu özgürlüktür, bu özgürlük herkese verilmez bu ancak Allah’ın bir lütfudur. O isme layık olanların elde edeceği bir ödüldür.

Bu ödüle hakkıyla layık olanlar yaşatırlar ki, kendileri de yaşadıklarını bilsin…Başkalarını yaşatmak için zaman ve efor harcamayanlar yaşayıp yaşamadıklarını da anlayamazlar. Biyolojik olarak robotlaşmış ve hareket halinde olmak yaşıyor olmanın göstergesi değildir. Yaşamak, var olmak ve taktim edilmiş kimliği, vakarlı olarak korumak ve o kimlikle mücadele edebilmektir. Bugün İslam dünyası denilen coğrafya kan revan içinde iken, onları yönetenlerin her türlü imkanlara sahip olduğu, güç ve kuralları da kendi sahip olduklarını korumak ve kendi menfaatlerini daim kılmak adına bir paravan olarak kullandığı yerde, bu kimliğe sahip olmanın alameti ve göstergesi nedir, böyle bir gösterge olabilir mi? İslam varsa hayat var, canlılık var, farklılık var, farklılıkların bir araya gelerek tevhidin oluşumu var. Ancak bunlar yoksa orada İslam da yok demektir. Bu uyarılarım bazı kafalarda karşılık bulmayabilir. Zaten böylesi keşmekeşliğin ve Dinsel şovenizm olarak varlık sahnesinde bir yer işgal eden bu kavram gerçek kodlarından uzaklaştıktan sonra böylesi yıkımlar kaçınılmaz oldu. Bu yıkım ortamlarında tanımlanmış olan kimlikle benim söylemlerime olumlu bakan insanların ortaya çıkması büyük bir adım olur. Çünkü İslam, insana bir duhul ederse bir daha gitmez, ne yaparsan yap yeter ki sözlü olarak Tevhidi söyle cennete gidersin diye oluşturulan bir anlayış, Allah’ın katında ancak din, inanış olarak İslam vardır, ayetinin içindeki İslam değildir. Allah’ın katında din olarak bulunan İslam, teslimiyetin barışın felahın olduğu dindir. Bu felah ortamını yaşamayan, cinayetlerin kol gezdiği insanların açlıktan öldüğü, kâinatın dengesinin bozulduğu, insanların umutsuzluğa yolculuk yaptığı, yarınları düşünemeyen ve gelecek endişesi taşıyan toplumlarda İslam olamaz. İslam huzur getirir. Huzurun her geçen gün duman olduğu, ölümlerin, fuhşun, ahlaksızlığın, tefeciliğin, karaborsacılığın, dolandırıcılığın sahtekarlığın, liyakatsizliğin, emin olmayışın, güvenin kayboluşunun arttığı yer İslam olamaz. Çünkü İslam’ın olduğu yerde bunlar olmaz, bunlar yaygınlık kazanıyorsa İslam oraları terk etmiş demektir. “Hak geldi Batıl zail oldu” ayeti de tam bu dramatik sahneyi anlatmaktadır. Şayet hak geldi diyorsak, batıl hayatımıza egemen oluyorsa, orası İslam diyarı ve alemi olarak adlandırılamaz.

Müslümanım diyen öyle yöneticilere şahit oluyoruz ki, insanların umutlarını hayallerini yok etmişler, insanların açlık ve sefalet içinde yaşamalarına neden olmuşlar, kendi saraylarını ve şürekâsını korumak ve kollamak dışında bir yaşamları olmamasına rağmen bunlar hala Müslüman olduklarını söylüyorlarsa, böylesi bir anlayışın ne kadar İslam olduğunu sorgulamamak, İslam’dan bir şey anlamamaktır. İslam’ın olduğu yerde hayat var, İslam’ın olmadığı yerde karanlık ve zulmet vardır. “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir. Diyen bir elçinin sözüne uyduğunu söyleyenler bu yaşamlarıyla çok büyük yalancıdırlar. Yalanın olduğu bir yer, toplum ve birey, İslam kimliğiyle anlatılamaz.” Allah çokça taşkınlık yapanları ve yalan söyleyenleri hidayete erdirmez. “Mümin suresindeki bu ayetin muhatabı olmuyor muyuz yoksa…Yalan söylemeyi belli gerekçelere sıkıştırarak kendince meşruiyet oluşturmaya çalışanların tamamı, hakkı batılla karıştırmaya çalışanlardır. Hak hiç batıl gibi olur mu,” Hakkı batılın üzerine salarız da o, onun beynini parçalar…” O günlerin çok yakın olduğuna şahit olunacaktır. Bizler kendimizi düzelterek o kimliğin bir yaşayanı olmazsak, o kimlik bizden alınır ve ona sahip çıkacak başka toplumlara verilir.

Ey Müslümanım diyen ve mütekebbirlikte sınır tanımayan, müstağnilikte çağ atlayan bir damla su olduğunu unutup rızkın sahibiymiş gibi davrananlar, şunu biliniz ki, Allah yok etme gücüne sahiptir. Çıkarlarını kutsallaştırarak, zavallı biçarelere onu bir ilahi buyrukmuş gibi sunan ve cinliklerini de gizleyerek kendilerini erişilmez varlıklar gören, Karun’un CEO’ları, hesapların görüleceği günler çok yakındır. Ya iddia ettiğimiz kimliğe uygun yaşayalım, ya da insanların bu kimlikten uzaklaşmaları için bir fitne olmaktan çıkıp köşemize çekilelim…Allah hesap görenlerin en hayırlısı ve hesabında çok seri olandır.

Rabbimin bir uyarısıyla makalemi sonlandırmak istiyorum inşallah teslim olmayı gerektiren bir inancın tercümanları oluruz…”Ey nefislerine karşı günah işlemekte aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin, muhakkak ki Allah günahların hepsini bağışlar, ölüm size gelip çatmadan önce rabbinize dönün…”Önceden kazanıp gönderdiklerimizden başkası bizi huzuru mahşerde karşılamayacak, ne şeyhler ne dervişler ne pirler, ne gavslar,ne papazlar ne hahamlar, ne pastörler bizim adımıza bir söz söyleme hakkına sahip olmayacaktır. “Her nefis kendi yaptıklarına karşı rehin alınacaktır…”

Ey rabbimiz biz seni hakkı ile taktir edemedik, seni unuttuk sen de bize bizi unutturdun, daldık dünyanın çamuruna kana kana içmekten kendimizi alamadık…Rabbimiz bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla ve sarp yokuşu çıkan kullarından eyle…”Sarp yokuşun ne olduğunu bilir misiniz bir garibe destek olmak, bir acı yoksulu yolda kalmışı doyurmak ya da bir insanı özgürlüğüne kavuşturmaktır…”Allah’ım, Müslümanız diye kimlik taşıyan senin gönderdiğin kimlikten haberi olmayan bizler, insanları biyolojik yaşama mahkum ederek onların düşünme melekelerini ellerinden aldık, onları köleleştirdik ki bizim yaptığımız yanlışları görebilecek kadar zamanları olmasın ama her şeyi onlar için yaptık…(!)

Derinlerimizde neler gizli, Allah’ım bizleri affet bizleri bağışla bir daha gerisin geriye topukları üzerinde dönmeyecek dirayet ve erdemi bizlere bağışla ve bizi katındaki değerlerinle meşgul et, isteklerimizi onlarla mutmain kıl ki, dünya ve içindekilerin bizi zulme meyil ettirmesine fırsat verme…Sen her şeyi evirip çevirensin Allah’ım bizlerin kalbini beynini ve tüm uzuvlarımızı sana yönelt…Kalplere dokunması umuduyla her canlıya selam ve esenlik diliyorum kainatın sahibine hamd ederek satırlarımı noktalıyorum kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/19.01.2023/15.03/Namazgah-Çamlıca/İST



18 Ocak 2023 Çarşamba

ÇARESİZLİK KADERE DÖNERSE SÖMÜRÜ KAÇINILMAZDIR

Efendisiz kalmaktan korkan toplumların sömürülmesi o kadar kolay ki, efendilerinin ağzından çıkacak her söz onların kurtuluşuymuş gibi algılanır ve o sözler kölelerin yaşam umudu haline gelir. Bu toplumlarda efendilerin en çok kullandığı kavramlar, toplumun inanç değerlerine dayanır. İnançlardan bağımsız verilen mesajlar toplumda karşılık bulmakta zorlanır ve insanların bir anda farklı hareketlenmeler gerçekleştirdiği görülür.

Onuru ile oynanan toplumların kölelik kimliğini benimsemesi o kadar zor olmuyor. Ancak hala onurlarından bir kırıntı barındıranların kolay kolay bir efendinin egemenliği altına girmesi kolay olmaz. Kişiliksiz ve kimliksiz toplumlar her ortam ve zamanda sömürülmeyi tescillerler. Onlar, yaşam alanlarında bir haklarının olduğuna kendileri inanmadıkları için, efendilerinin onlara bağışlayacağı bir menfaat, onlara yaşamı veriyormuş gibi algılandığı için, yaşamın neresinde neden olduklarını idrakten yoksun yaşarlar. Bu ortamlarda hep kurtarıcılara sarılır insanlar. Kurtarıcı olmadan yaşamlarının zor olduğuna inandıkları için, kurtarıcısız kalmamak adına her türlü yenilik ve farklılıklarla savaşmayı ibadi ve inanca dayanan bir eylem olarak görürler. Bu tarz anlayışların tarihte çok örneklerine rastlarız. Bunların en açık örneği Firavun döneminde Mısır da yaşayan İsrailoğullarıdır.İsrailoğulları dönemin Firavun ’unun zulmünden inim inim inlemesine rağmen, onsuz olmanın da mümkün olmadığını kabullenmesi, Firavunun onların inançlarına dayanan mesajlar aktarmasından sonra tescillenmiştir.

Firavunun zulmü tavan yaptığı zaman, halk, ne olur Tanrımız bizi bu firavunun zulmünden, acısından kurtar ve bize katından bir yardımcı gönder diye yalvarırlar. Ne zaman ki bu dualarının karşılığı olarak Allah onlara Musa (as)’ı bir kurtarıcı olarak gönderir. Firavun bu halk uyanır ve Musa’nın mesajını idrak ederse, o zaman Firavunsuz yaşanacağını anlayan halk, firavunu terk eder ve Firavunun zulmü son bulur. Bu ayrıntıyı gören Firavun, çok uyanık bir mesajla halkın karşısına yeniden çıkar. Musa ve Harun’un yeryüzünde bozgunculuk fitne çıkarmasından ve sizin dininizi değiştirmesinden endişe ediyorum bu fırsatı ona vermemelisiniz. Firavun ’un bu çağrısı o halkta hiç karşılık bulmaz mı hurra firavuna koşarlar ve onun efendiliğini onaylayarak onsuz yaşanılmayacağını yaşamlarıyla kanıtlarlar.

İnsanların inançları onların en fazla korktukları hassas noktaları olduğu için zulüm mekanizmaları hep buradan başlar ilk kalkışa…Bu hareket kitlelerde çabuk karşılık bulur ve kısa sürede kök salar. Alışılmış çaresizlik kadar kötü bir hastalık yoktur Kitleleri imha etmek açısından. Alışılmış çaresizliğin, kader inancının anlamsız tanımlanmasıyla kafalarda karşılık bulduğuna şahit oluruz. Çaresizliklerini alışkanlık olarak devam ettiren toplumlar, bu yaşamlarına bir kader anlayışı olarak baktıkları andan sonra kendi köleliklerini tescillemiş olurlar. Çaresizliklerinin adına kader diyen toplumlar, efendi aramaktan çıkıp efendisiz olunamayacağına ikna olarak yaşarlar. Dolayısıyla başlarında olanın zulmüne, verdiği acıya bakmaksızın var olan efendilerini kaybettiklerinde yaşama imkanlarının da kalmayacağını düşünürler. Böylesi toplumlarda uyarıcı kıvılcımlar her zaman imha edilmek istenir. Çünkü bu kıvılcımlara şeytanın yaratıldığı ateş gibi bakılır ve tüm inanç değerlerini yok edeceği endişesiyle, saldırı oklarını onlara yöneltirler.

Yaratıcının özgür olarak yarattığı kullar ne zamandan beri özgürlüklerini imha edenleri kurtarıcı olarak görmeye başladılar.J. J Rousseau’nun dediği gibi, insanlar analarından özgür olarak doğarlar ancak yaşam alanı içinde sonradan zincire vurulur ve özgürlüklerini kaybederler. İnsanın özgürlüğünü imha edenlerin başında da kurumsal otoriteler gelir. Bu otoriteler devlet ve Hükümet gibi oluşumlardır. Devlet, ben devletim der ve gözünü kırpmadan insanları katleder ve bu öldürmesini de meşru kılmak için kanunlar yapar o kanunlara uyulmadığı için onların ölümünün doğal olduğunu savunarak, kendisini efendi bilen kitleler oluşturur. O kitlelerin devlete bağlılığı, devletsiz olunamayacağı anlayışını beraberinde getirir. Devlet benim adıma her işi yapıyor, devlet başımızdan eksik olmasın algısı, aslında efendisine zeval gelmesini istemeyen çaresiz halkların doğumunu sağlar.

İlkel topluluklardan, kırsal yaşamlara, oradan şehir devletlerine, ulus devletlere hatta modern laik ve liberal oluşumlara kadar her toplumda böylesi bir köleleştirme taktiklerinin uygulandığını görmek mümkündür. Bir toplum, kendisini yönetmesini istediği kanunların çıkarılmasında,yönetim biçiminin kritiğinde ve oluşumunda yer almadığı halde, onlara ait olduğunu ve onlar olmadan yaşamanın imkansızlığını anlatıyorsa, orada kabullenilmiş bir çaresizliğin dayattığı kaderin kurbanı olmuş, efendisiz kalmaktan korkan köle toplumlar oluşmuş demektir. Köle toplumlar günümüzde hep bu yönüyle ortaya çıkmaktadır. Köle arayan efendilere hizmette kusur etmeyen kölelerden oluşmuyorlar. Her türlü acıyı yaşatan efendiler kaybolduğu zaman onlarsız nasıl yaşanılacağını bilmeyen beceriksiz kölelerden oluşan toplumlarda yaşar olduk. Günümüzün köleliği daha çok bu boyutta tezahür etmektedir.

Ferdi özgürlüklerini imha etmiş, efendilerinin bevlini şifa niyetiyle içip, o şifa kaynağı kaybolduğu zaman her türlü hastalığın etkili olacağı ve kendilerini ölümcül hastalıkların yakalayacağına inananlar, asla şifaya kavuşamayacaklardır. Çünkü bu toplumlar kendi zehirlerini şifa niyetiyle içmeye devam ettikleri sürece şifanın kaynağına sırt dönmeye devam ederler. Efendisiz olunmayacağına inananlar La ilaha İllallah öncesindeki, La ilaha demeyi beceremedikleri için yaşam boyu köle olarak yaşadıkları halde, kendilerini özgür sanan köleler olarak yaşarlar. Köle olarak yaşamayı tanrının yarattığı kader olarak gören ortamlara özgür olmayı nasıl anlatabilirsiniz ki, çünkü bu ortamlar bağımlı olmayı bağlılık sanırlar. Efendilerinin bağımlılığından kurtulamayan köleler, yaratıcıya nasıl bağlanır ki, yaratıcıya bağlanamayan köleler, dünya gözüyle efendisiz yaşamanın imkânsız olduğunu sandıklarından, tüm gaybın ve zahirin Rabbinin bahşettiği özgürlüğün tadından ne anlarlar ki!

Göklerin ve Yerin Rabbi ve yaratanı Allah’tır…O hal de Allah’tan başka efendiler olmadan yaşanılmaz ha nasıl da çevrilip döndürülüyorsunuz yazıklar olsun…Sizin de Çocuklarınızın da rızkını Allah veriyor, o halde ona hiçbir şeyi şirk koşmadan sadece ona kulluk edin ve yeryüzünde özgür bir kul olun…Dünya yaşamının anlamı, ancak Kâinatın sahibinin yarattıklarını gözeterek yaşanılıyorsa vardır. Onun dışında sadece kölelerin efendisiz olmayacağını sandığı Tağutlara kulluk ettiği, efendilerin kendisini alkışlayan kölelerden oluşan kitleler karşısında dört köşe olduğu kabullenilmiş çaresizliğin oluşturduğu kadere boyun eğilen karanlıklar hayat diye yaşanır.

“Ben ve bana uyanlar biz bilerek ve basiretle Allah’ın yoluna çağırırız…” Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelen kulları müjdele, ki onlar sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar…” Size söylediğimi bir gün anlayacaksınız…” Yaratıcının, elçilerin diliyle verdiği bu mesajlara kulak ve yürek veren kullardan olmak dileğiyle…Rabbim bizleri, sadece kendisine kul eylediği, kendisinden başka efendilerin hepsinin yok olacağına inanan halis kullarından eylesin…

“Allah tek ilah olarak anıldığı zaman Allah’a ve ahiret gününe inanmayanların korktuklarını görürsün, ancak Allah’ın adı yöneldikleri taptıkları ilahlarının adı efendileri ile anıldığı ve zikredildiği zaman, güldüklerini eğlendiklerini neşelendiklerini görürsün…” Rabbim bizlere, Tek ilah olarak sadece kendisine yönelttiği kulları arasında bir yer versin ki, yeryüzü efendileri olmadan nasıl yaşanılacağını örnek yaşamlarımızla ortaya koyalım…

“İnsanlardan değil ancak benden korkup ittika edin ve benim ayetlerimi buyruğumu küçük menfaatleriniz için satmayın, kim böyle yapar benim hükmüme göre hareket etmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir…”

Rabbim bizi, yeryüzünde köle olarak yaşamanın bir değer olarak algılanıp kaderimiz buymuş diyerek yaratıcıya iftira atanlardan, uzak eylesin ve istikamet üzere dosdoğru kılsın ki, yarın Rabbimize karşı mahcup olmayalım…

“Ey İnsan Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?”

Selam muhabbet ve iyilik dileklerimle; Rabbim bizi, müstağnileşen kendimizi kendimize yeter görerek sapanlardan eyleme, biz bir damla suyuz sen Merhametlilerin en merhametlisisin, bizlere rahmet kanatların altında bir yer bağışla, biz kendi nefsimize zulmettik, seni unuttuk sen de bize bizi unutturdun, bize acı bizi bağışla, bizi zalimlere meyil ettirme Allah’ım yoksa bize ateş dokunur…

Gecenin muhabbetinden kendime haykırışlarım, içime sığmayıp dışarıya fırladı ve bu satırlar ortaya çıkınca dostlarla paylaşmak istedim selamlarımla…

Erol KEKEÇ/18.01.2023/00.08 Sancaktepe/İST



16 Ocak 2023 Pazartesi

KARANLIKLAR YOK OLUŞA GEBE

Yeni Dünyanın oluşum dinamikleri, biyolojik hazlar üzerine oturmaktadır. Biyolojik hazları duygusal canlılar boyutunda alan ve aklın duyguların gerisinde kaldığı, hatta aklın yaşam üzerinde karar vermede hayatın dışına çıkarılacağı, günlerin arifesinde yaşar oldu insanlık. Bu sürecin başlaması için belli bir zaman dilimine ihtiyaç olmayabilir. Çünkü yaşamda zamanın karşılığının olmadığı günlerin kâbusu çöktü insanlık üzerine…

 Bütün bir insanlık, üç buçuk soysuz küresel cinayet şebekesinin ellerinde kıyma makinesinde kıyılırken, insan kendi yaşamı üzerinde oynanan bu oyunları ve gelecek yaşamı planlayanların amaçlarının, hala insanlık için faydalı üretim yapacağını ve gelecek daha güzel olacak diyerek, görmeyen gözlerinin karanlık gölgesinde anlamsız bir varlığa dönüşürken, bu rahatlığını anlamakta zorlanıyorum…

Felaket tellallığını ve komplo teorilerini oldum olası hiç sevmem, ancak yaşamın içinden elde ettiğim verilerle yaşamın karanlık yüzünü görme cesaretini görmek istemeyenleri de gerçek mermilerle nasıl imha ettiklerini göstermekten ve söylemekten de hep haz almışımdır. Ondan dolayıdır ki, insanlık üzerinde tasarlanmış ve pratize edilmeye başlanan bu yeni dünya cehenneminin koordinatlarının nerede başlayıp nerede bitmeyeceğini ortaya koymak bir insanlık görevi ve onuru olduğuna inanıyorum. O onurumu korumak için bunları açıkça deklare etmekten asla çekinmiyorum ve sakınmıyorum.

Küresel kriz dalgaları diye bütün bir evrenimizi karatmaya çalışanların amacı, doğal atmosferin yaşamı karşılamada yetersiz kaldığını anlatarak, kendilerinin bir kurtarıcı olduğunu söyleyerek, insanlığı yok oluşa götüren bir Tağut zümresi dünyayı kuşatmaya gitmektir. Bunda başarılı olabilirler mi bilmiyorum ama insanlığın bu hale inanmalarını sağladıkları muhakkak. Bir planı uygulamak için öncelikle, planı uygulayacağınız evrende o planın gerçek bir oluşum olduğuna insanları ikna etmeniz gerekir. Bu da fazlasıyla gerçekleşti. Tek kurtuluşun batı dünyasında devam eden bir yaşamın parçası olmak gerektiği tüm beyinlere kazıldı. Üçüncü dünya ve Ortadoğu toplumlarına bir göz attığımızda, neredeyse gençlikten olgunluğa kadar herkes kurtuluşu batıya bir adım atmakta görüyor. Kendi topraklarında ölüm kan göz yaşı ve bu kaderin değişmesinin imkansızlığına ikna olup, mücadeleden el etek çekerek, rahat bir ortamı bulmak için, deniz aşırı çıktıkları göçmen yolculuğunda can veriyorlar. Bu kabullenilmiş çaresizliğin insanlığı imha etme sürecindeki rollerini herkes rahatlıkla görebiliyor. Acaba neden genellikle doğu ve Afrika toplumları böyle bir cehennemin yanan odunları olarak kullanılıyor. Bunu kimse sorgulamayacak mı? İnsan, insan olarak varlığını sürdürebilmek için, hazlardan kurulmuş yeni dünyanın kendileri için bir kurtuluş olduğuna nasıl inanır.

Birkaç yıl önce gerçekleştirilen Dünya ekonomi zirvesinde dünyanın nasıl dizayn edileceği açıkça o toplantıya katılan yöneticilere deklare edildiğini biliyoruz. Dünyayı ciddi bir kıtlığın beklediği ve dünya nüfusunun giderek çok arttığı ve eldeki imkanlarla dünyanın bu kadar nüfusu kaldıramayacağı, onun içinde bu nüfusu çeşitli yollarla meşru zeminler oluşturarak yok etmenin planları açıklanmıştı. Bu zirveye katılan tüm yöneticiler, dünyanın yeni oluşumunu bilmelerine rağmen, kendi halklarına bu planı anlatmadılar ve sürekli toplumlarını korkutarak onları yönetme yoluna gittiler. Dünyadaki tüm yöneticileri göz önüne aldığımız zaman, bizim ülkemiz yine diğerlerine göre çok şanslıydı. Çünkü yeni oluşumla doku uyuşmazlığı yaşayan bir yöneticimiz vardı. Dünya beşten büyüktür vurgusu her ne kadar pratikte çok anlam ifade etmese de bir algı açısından kendi toplumumuzda ve bize bakarak etkilenen toplumlarda çok ciddi etkiler bıraktığı bilinmektedir. Buna rağmen toplum olarak bu korku senaryosu içinde yerimizi alabiliyorsak, dünya insanlığının ne hale geldiğini düşünmek bile istemiyorum. Bugün gençlik ciddi bir beyin travması ve akıl tutulmasının karanlık dehlizlerinde çırpınırken, hala kurtuluşa çıkacağını sanır duruma geldi. Gençlik üzerinde ciddi bir araştırma yapılsa bu söylediklerimi herkes yakından görecektir. Gençlik kendi bulundukları ülke yönetimlerinin kritiğini yaparken, temellendirilmiş bilgilerle bilinçli ve aydınlatıcı kritikler yapmadığını görmekteyiz. Çünkü Gençlik yeni dünya içinde bir yer alırken beynini ve aklını ipotek vererek, duyguların yönlendirmesiyle uyaranlara tepki gösterir duruma geldi. Belki ülke gerçekliğini ele alırken kendi yerel dinamikleri ve dünyada var olmanın temel koşullarını dikkate alarak ciddi bir entelektüel donanımdan sonra kritize etseler hem ülkemize hem de önceki kuşaklara bir kıvılcım olabilirler. Ancak durum çok farklı kulvarlara kaydı. Küresel uyaranlar sosyal paylaşım ağları ile tek tip insanlık oluşturmayı başardığı için, ülkemiz gençliği de tepkilerini tamamıyla bu uyaranlara göre oluşturmaktadır. Bu uyaranların temel özelliği ise haz ve duyguların yaşama egemen olmasını isteyen uyaranlar olmasıdır. Batı zaten bu anlamda yaşamı haz hız ve tüketim denklemine göre oluşturduğu için, evrensel insani değerlerin imha edilmesinde büyük çaba harcamaktadır. Yeryüzüne egemen olmaya çalışan Dünya Küresel Tağutları,” Yaratıcıya rağmen Yaratıcıdan bağımsız bir yaşamı ihya etme derdindeler.” Böylesi bir yaşamın kodları da düşünebilme melekelerini yaşamın dışına bırakarak, tamamıyla duygularıyla yaşayan akla ihtiyacı olmayan, kendini yönlendiren uyaranlara göre yaşamayı en mutlu yaşam olarak gören bir sürü oluşturmaktır. Bu vurgularımın doruluğunu anlamak için net üzerinden sosyal paylaşım ağlarında insanların ne tür paylaşımlarla görülmek ve kendini kanıtlamak istediği paylaşımlarına bakmanız sanıyorum yeterli olur. İnsanlık faydasına olabilecek paylaşımlar birkaç tane olurken, haz ve duygulara dayanan paylaşımlar neredeyse insanlığın genel bir yaşam tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kâinattaki doğal kaynaklara, var olanlar ve henüz kullanılmayanlar olarak baktığımız zaman yaşayan tüm canlıların yaşamını devam ettirecek kadar bol olmasına rağmen, bu kaynakların tükendiğini ve yok olmayla yüz yüze olduğu anlatılarak insanlık endişe ve kaygı tedirginliğine hızla taşınıyor. Amaç ise yönetimi kolay, ne verilirse onu tüketecek, geviş getirme dışında başka bir şey düşünmeyen ve kendi melekelerini yok etmiş bir nesneye dönüşmüş yeni bir canlı inşa etmektir. Bakar mısınız şurada yaşam daha güzel ben oraya gidersem daha mutlu ve rahat yaşayacağım demek, başkalarının senin yaşamına mutluluk getireceğini söylemekten başka nedir ki! Oysa düşünen varlık insan, bulunduğu ortamı kendi aklı ve yaratılış gayesine uygun bir hale getirmesi gerekmez mi? İnsanın bu özelliği insandan alınarak, bir iskelet haline gelmiş canlı, kendisindeki kaportayla insana benziyor gibi görülse de insani donanımları imha olunca farklı bir yaratığa dönüyor. Bu yeni yaşam, hayvani bir yaşam olarak ta adlandırılamaz, çünkü hayvani yaşamda hayvanlar yaratılış kodlarına ve hedefine uygun yaşamaktadır. İnsanın, insani hedefi yok edilerek hayvansal bir yaşamın içine taşınması onun hayvanlaşması değil, işe yaramayan yeni bir varlık oluşturulma çabasıdır. İnsanı böyle bir karanlığa taşıyarak ona nasıl bir mutluluk ve huzur getirebilirsiniz, bunu kimse anlamak istemiyor.İnsanın,dünyanın yeni düzeni içinde anlamsız bir varlık oluşturulmaya doğru hızla yol aldığı dönemde, eski dünyanın insanları olarak, insan olarak yaşamımızı devam ettirmemiz, yeni dünyanın oluşturacağı ortamdan çok üstün ve değerli olduğunu anlamak zorundayız. Tüm çırpınışlarımız ne olduğunu bilmediğimiz bir karanlığa, aydınlığa koşar gibi koşarak gitmemizin bizi tüketen bir süreç olduğunu gösterebilmektir.

Şunu açık yüreklilikle söylemek gerekiyor. Dünyanın bu gidişatı içinde bizim yaptığımız yanlış, bu güçler arasında bulunarak, dünyanın gidişatına çomak sokmak. Oysa bu gidişatın içinden ona çomak sokmak onun gidişatını pek etkilemeyecektir. RTE, çeşitli ortamlarda dünyanın emperyalist güçlerine karşı tepkilerini açıkça ortaya koymasına rağmen, sistemin işleyişini çok etkilediği söylenemez. Bunun en önemli sebepleri arasında da ülkemiz sivil toplum kuruluşlarının olduğu muhakkak. Biz maddi göstergeler açısından ülke olarak çok ileri gitmiş olmamıza rağmen manevi değerler, ahlak ve eğitim yönünle aynı başarıyı elde edemedik diyordu RTE. Bu sözler iç hesaplaşma açısından bakıldığında doğru ifadeler, ancak bu değişimin doğru yapılabilmesi için imkanların sunulduğu ve her türlü koşullarının karşılandığı sivil toplum kuruluşları açısından baktığımızda koca bir fiyasko olduğunu görmekteyiz. Özellikle muhafazakâr dindar olduğu söylenen sivil toplum kuruluşları, genç nesillerin küresel şebekelerin ağlarında basit sıradan yeni bir varlık olarak anılacak nesneye dönüştürülmesinde çok büyük katkı ve çabaları olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü STK’lar sadece kendileri zenginleşti maddi kazanımlarıyla anılır oldu, bunların bu hastalıklı yapılarını gören gençler mutluluğu başka alanlarda arayarak bu kurumların söylemlerine itibar etmez oldular. Ey sorumluluk sahibi insan olduğunu dillendiren varlıklar, bu hal bizi tükenişin içine taşıdı. Bu yoldan dönülmeden, bu akıntının içinde yeni dünyanın kuşatmasıyla başa çıkamayız. Akıntının aktığı yöne doğru akmak ve o yönde bir kayıkta yolculuk yaptığımızı sanmak bizi kurtarmayacaktır. Ayakta kalmanın tek şartı akıntının tersi yönde kürek çekmektir.

Biz toplum olarak, dünyanın bulunduğu yerden dönmesine katkı sunacak potansiyele sahip bir toplumuz. Bu donanımlar bilgi bilinç ve sorumluluk olarak bizlerde fazlasıyla var. Ancak dünyalık haz duygularımız bize bu sorumlulukları unutturmuş olabilir.600 yıl dünyaya hükmeden bir ecdadın torunlarıyız övünmeleriyle kendimizi bu akıntıdan dışarı çıkaramayız. Ancak bu kadar zaman dünyaya hükmeden bir ecdadın bilinçli duyarlı ve sorumlu torunları olarak hareket edersek, ülkemizden başlayarak dünyanın götürülmek istenen yönüne fren olabiliriz. Yönetimin başında olan kişi sorumluluğun kendisinde olmasından dolayı bizim eleştiri evrenimizde fazlasıyla yer alıyor. Ancak RTE’nin dünyanın en ücra köşelerine kadar destek ve ikmal çalışmalarını gördüğümüzde bir kişinin bizi kurtaracağını sanarak, tüm günahlarımızı o insanın sırtına vurarak cennet hayali kurarsak, cehennem kapılarını bize açmış bekliyor olacak. Toplumsal uyaran ve kıvılcımları oluşturmak liderin işi, ama bu kıvılcımları geniş kitlelere taşıyarak yaşanılır bir gelenek oluşturmak sivil kuruluşların ve bu işe gönül koymuş olanların işidir. Ey destekçiler, köstek olmaktan çıkıp hakikaten, hakikate şahitlik ettiğimiz gün, dünyanın üzerindeki bu kâbusun dağılmasında bir kıvılcım olacağız. Ben ülkemizin tüm insanlarını bu sürecin içinde yer almaya çağırıyorum…

Dünya Tağutlarını telin edip onları imha etmenin karargâhı olmak için, her bireyimizi hazın pençesinden kurtulup sorumluluğun zirvesinde olması için, aklın dümenine ve kalbin hissettiği bir yaşama çağırıyorum…İşte o gün bizim diriliş günümüz ve dünyanın karanlıklarına çomak sokacağımız gün olacaktır. O gün omuz omza yürüyen cefakâr yiğitler ile birlikte buluşmak ümidiyle selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/14.01.2023/15.27/Namazgah -Üsküdar/İST




"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!