Bu Blogda Ara

5 Temmuz 2022 Salı

SEÇME YATİSİNİ KAYBEDEN SUJELER NESNEYE DÖNERLER

İradesini kurşunlayarak kendisini bir obje olamaya zorlayan varlık aradım insan denen yaratıkla karşılaştım. Neden insan kendi yaratılış kodlarını imha ederek başkalaşmak ve sadece yuvarlanan bir varlık olmayı tercih eder. Bu konuda sanıyorum sizlerde en azından benim kadar  merak ediyorsunuzdur. Kendi adıma düşünürken sizin adınıza düşünerek sizleri pasif bir nesneye dönüştürmek istemediğim için, düşündüklerimi sadece paylaşmak isterim; seçim hakkına sahipseniz hala bir suje olduğunu kanıtlarsınız, yok sen düşün biz de onu alıp öyle davranırız derseniz; tescillenmiş bir nesne olduğunuzu biliniz.

Bu gidişatın neden böyle hızlanarak yayılım gösterdiğini ciddi bir kafa ve yürek yormam sonrasında ulaştığım bulguları ortaya koyarak, bunların dışında daha neler var onları da sizlerin düşünsel birikimlerinden faydalanarak öğrenmek isterim.

Pozitivizmin yaşam alanlarında kaçınılmaz bir değer haline getirilmesi, düşünsel ve hayata bakış anlayışlarını değiştirdi. Buna bağlı yaşam beklentilerinin seyri de farklılaştı. İnsanlar çok küçük imkânlarla mutlu ve huzurlu yaşarken, pozitivizmle birlikte mutsuzluk arttı, imkânlar fazlalaştı ama yaşama katkısı ve olumlu anlayışların oluşması ise o oranda azaldı. Vahşi kapitalizm, pozitivist anlayışın gayri meşru bir çocuğu olarak her yanımızı kuşatınca, onun kapsam alanı dışında farklı algılar oluşturmakta neredeyse imkânsız hale getirildi. İnsanım denen her varlık, varlık sahnesinde kendisini tanımlarken çerçeveyi kapitalist yaşam olarak belirleyip, bunun dışında farklı anlayışlar geliştirmek istese de onlara ulaşamayacağını idrak edemez hale geldi. Bu paradoks, insanları seçim özelliği olan bir varlık olmaktan çıkıp, doğrudan kullanılan bir nesneye dönüşmesini beraberinde getirdi. Peki, insan kendi dışından ona dayatılan bu tüketim köleliği anlayışına göre yaşamak zorunda bırakıldığında, sahiden tercihli bir yaşamı oluşturabilir mi dersiniz?

Köleler köle olduklarının farkında olsalar, anında kölelik zincirlerini kırarlar. Ancak tüm köleler bulundukları hali kendi seçimleri sandıkları için, bunun bağlayıcılığından bir türlü kurtulamazlar. Eskiden kölelik alınıp satılan fiziki bir varlık olarak tanımlanırken, günümüzde köleliğin şekli ve içeriği çok değişti. Duygularınız, istekleriniz, idealleriniz, heyecanınız, umutlarınız, beklentileriniz, hayata bakışınız, yarınları planlama düşünceleriniz alınıp satılır oldu. Siz ise sadece bu isteklerin üzerinde hayat bulduğu bir nesne olarak tanımlanır oldunuz. Yani insan taşıyıcı bir nesneye doğru evrim yaşadı. Ancak tüm bu farklılıklara rağmen, bir de insanın kendi seçimi olduğu, ona göre bir yaşam oluşturduğu masalı her ortamdan dillendirildi. Kendini anlamaktan aciz ve ne bulduysa ona göre şekil alan bir bukalemun gibi yaşayan insan, hala yüksek bir değere sahip olduğuna inanmaktadır. Oysa insanın içindeki in yok olunca geriye sadece san kaldı. San ise sanmak anlamına gelen bir ifadedir. O halde kendimizi sanmakla biz öyle olmuş oluyor muyuz? Elbette aklı başında bir varlığın böyle bir düşünce taşıması düşünülemez. Öyle sandıklarımız bizim insan olma özelliklerimizin hepsini çalıp gitti, geriye madde olmanın ötesinde varlığı bir anlam ifade etmeyen nesneler kaldı. İşte, insan böylesi bir kölelik yaşamının başkahramanı olarak yaşarken kendisini avutarak kendi dışında köleler arar duruma geldi.

Kapitalizm herkesi potansiyel tüketici olarak görür ve tüm istekleri kendi oluşturur, sonrasında onu size ihtiyaç gibi sunar. Yani dayatılan bir arzu istek listesini içselleştiren varlık (insan) sanır ki, bunlar benim tercihlerim. Oysa tercih, sorgulayan bir kişilik ve insanın bağımlı olmadığı süreçten geçer. Günümüzde insanın bağımlılıklarının neredeyse tamamı kendi dışında oluşturulup, ona dayatılan sihirli bir yaşama döndü.

Bütün bir dünyayı kontrol altına alan, sınırlı sayıdaki varlıklardan oluşuyorsa, bu sınırlı sayıdakilerin dışında kalanların kendilerini bir suje olarak tanımlamaları ne kadar anlam ifade eder. İnsan, bu kuşatılmışlıkları çözemediği, kendi konumunu ve yaratılış hedefini yeniden anlayıp kendisine bir tanım yapmadığı sürece, etkisiz elaman olarak kullanılmayı bir kader olarak görüp, öylece hayatına son noktayı koyacaktır. Onun içindir ki insan, etken ve düşünen bir varlık olarak dünya yaşamındaki sahne de yerini tekrardan alması kaçınılmazdır. Ancak sınırlı sayıdaki vampirlerden oluşan ve her şeyi bildiğine inanan bu küresel canavarlar insanların üstünden ellerini çekmeye niyetli değiller. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen en azından biz, anlayan ve sorgulayanlar olarak ömrümüz yettiği sürece bunlarla mücadelemizi kaçınılmaz kılalım. Bizlerin yılmaz mücadelesi sömürülmenin ve nesne olarak kalmanın bir kader olmadığını kendi türlerimizin anlamasına vesile olacaktır.

"Kiminizi kiminize farklı kıldık" ayetine baktığımız da bazılarının bazılarına üstün kılınması ve farklılaşması değil, toplumsal yaşamın devam etmesi için işbölümü ve görev dağılımının nasıl olması gereğini anlattığını görmekteyiz. Oysa İslam olduğuna inananlar dahi bu ayeti alarak kendilerine ayrıcalıklı bir yer tayin edip başkalarını kullanma peşine düşmüşler. Hakikat, kendisi gibi anlaşılmak istenmezse kim kimi nasıl kullanır onu bilemez hale geliriz. Ne yazık ki, Müslümanım diyenlerden belli yerlerde olanlar bile, kendilerini ayrıcalıklı bir yerde görüp azami çoğunluğu güdülen olarak kabul ettikleri sürece, kendilerinin kimler tarafından kullanılacağını bilemezler. Onun için kullanım kaçınılmaz olur. Mark Abrahamson'unun hayvanlar arasında tabakalaşma olup olmadığını anlamak için yaptığı bir deneyde, kümesteki tavuklar arasında da kullanılmanın olduğunu gördüğünü anlatır. Yani kendi özünüzü tanımadığınız zaman hep birileri sizden sonra sizi güden olarak kendisini ayrıcalıklı görür. On tane tavuk ve bir horoz bir araya geldiğinde, horoz en arkada onun önünde dokuz tane tavuk sıraya dizilir. En öndeki tavuk herkes tarafından ısırılır, sırayla bir öndeki arkadaki tarafından kullanılır, ancak horoz hepsini gagalar ve böylece bir sürü yaşamı ortaya çıkar. İnsanın bunlardan elbet bir farkı olmalıdır. O da seçim yetisi ve özgürlük, bunları doğru kullandıran akıl, akla yön veren fikirdir,o halde bunlar kendisinde mevcut olan bu varlık insan, nasıl oluyor da bir nesne durumuna düşebiliyor.

"Biz insanı en yüce biçimde yarattık..."Sonra onu aşağıların aşağısına attık..."Yüce Yaratıcı insanın nerede ve ne zaman nasıl çuvallayacağını en ince ayrıntısına kadar anlatarak, bizlerin bir suje olarak varlık evreninde varlığımızı ortaya koymamızı istemektedir. Bu suje olmayı kaybettiğimiz anda işte, aşağıların en aşağısına inmek bahtımıza çıkacak ikramiye oluyor. İnsan kölelik zincirlerini kırarak, alışılmış çaresizliklerinin boynuna takılan bir yular olduğunu anlayarak kendisine gelmek istiyorsa, “En yüce biçimde yaratılmış" olduğu özelliğine yeniden dönmesi gerekir. İnsan ancak böylece suje olur ve bir nesne olmanın sınırlarını parçalar. Kendisi için oluşturulan istek ve tüketim listesinin kendisine ait olmayan iştah açan bir zehir olduğunu anlayarak, yeniden kendisini tanımlaması ve o tanıma göre dosdoğru bir yola girmesi kaçınılmazdır. Yoksa köleliği, özgürlük sanarak alışılmışlıkların kurbanı bir nesne olarak ölümü beklemeye mahkûm olur.

Yeniden dirilmenin ve kendimize gelmenin yegâne yolu, “Yarattı ve hedefini gösterdi..."buyruğuna uygun yaşamaya insanı ikna etmek ve onu bulunduğu karanlık dehlizden çıkarıp aydınlığa kavuşturmak gerekir. Bunun için yaşam boyu mücadele her idrak sahibin sorumluğudur.

Sınırları biraz zorlayan bu beyin eylemlerimizi doğru anlayarak hakikate şahit olan sujeler olmamızı rabbimden niyaz ediyorum...

Selam saygı muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/04.07.2022/15.11                                                                             

 


                                               

4 Temmuz 2022 Pazartesi

BİLİNMEZ DENKLEM NEDİR BU BİLMECE?

Hiçbir şeyi özlemiyorum, kendimden kaçıyorum, kara trenin çıkardığı dumanlardan genzim daralmış gibi hissediyorum kendimi. Yorgun bir kaptanın, batmak üzere olan ve dalgalar arasında bir o yana bir bu yana sallanan eski bir gemide, mürettebatın uykuya daldığı batmak üzere olan geminin gövdesine asılmış gibi haykırıyorum; batmakta olan bir gemideki yolcuları uyandırmak için… 

Nice zamanlar uykusuz, geceden kalan yorgunluğumu şafak ışıklarından sızan aydınlıklara bırakarak, soluksuz mücadelemin kırılganlıkları sanki beni benden alıp götürecek, gök kubbe gibi çöreklenmiş üzerime! 

Ben yalnızlıkların ortasında toplum olarak yaşarken bir başıma, şimdi kalabalıklar içinde yalnızlığın kollarında, can vermemenin mücadelesini veriyorum kendi içimde! Böyle buyurdu Zerdüşt diyen Nietzsche gibi, ben de kendime buyuruyorum bundan böyle, kimseye buyuracak mecalim kalmadı, kalabalıklar içinde yalnızlık kulübeme çekildim; elimde olmadan tercihlerim arasında yalnızlık yerini aldı…

Bir hengâme ki sormayın gitsin, şenlikli toplum ancak bu kadar darbukatör bayram gibi, insanları oynatarak kendinden geçirir. Kimseye mesajım ulaşmadığına göre darbukatörün ritmi herkesi kendinden alıp başka bir âleme taşımış, hayaller orada koşarken, bedenler gözümün önünde yorgun ve bitap düşmüş, ses bombasına tepki veremeyecek durumda mecalsiz ve sarhoş…

Böyle bir yaşamın tam ortasında yalnızlık kulübemin çıtaları arasından şafağın ışıkları yüreğime yansırken, gözlerimin içine sanki aydınlık çöküyor gibi gözlerimde de parlaklıklar yerini hemen alıyor. Ben karanlık bir ortamın etrafta görülmeyen ışıklarını kendi içinde saklayan ateşböceği gibi bir yanıp bir kayboluyorum, sanki Mani-melankoli nöbetlerini, aydan med-ceziri devralmış gibi  şaha kalkıyor dalgalarım ve arşı alaya çıkıyor. Dalgalar çekilirken susuz balık gibi karada can çekişiyor gibi kendimi hissediyorum… Yalnızlık, bahtıma yazılan bir kader gibi kendimi kendimden kurtaramıyorum ve kalabalıklara veda ederken, ardımdan zılgıt çekerek gözyaşı dökenleri arakama bakmadan da görebiliyorum.

Bir umut türküsü ile başladığım hayatın yolu, masallarda anlatılan ve kimsenin ulaşamadığı dev karısının yaşadığı Kaf Dağına döndü… Bu kadar zor bir yola çıkmadığımı biliyordum ancak yolların sırtına vurulan ağırlıklar o kadar omzuma çöktü ki, yolların tüm ağırlığının sorumlusu benmişim gibi kimsenin yüzüne bakamama kaygısıyla, kalabalıklar içinde yalnızlığa çekilmeyi seçtim. Böyle bir hayat olur mu, sen sana dokunmayana neden kafanı takıyorsun diye, bana öğüt gibi şeytanın sesiz çaldığı ıslıklarla üfürükçülük yapanların nasihatlerine çok şahitlik ettim. Ancak o nasihatler beni ve yüreğimi parçalayıp içime ateşler saçtı. Bu ateşler o kadar kavurdu ki içimi, nerede yaralı bir yürek görsem dayanmaz oluyor ayaklarım, beni taşımaz olup, dur yeter yaşamanın ne anlamı kaldı der gibi, yolun sonuna beni taşımak istiyor. Ben böyle bir yaşamın tam ortasında sorumluluk aşısı olduğumdan, dağların taşımaktan korkup kaçtığı ve ortadan yarıldığı o ağır yükü, sırtlanmış biri olarak yalnız yaşayacağımı ilk adımlarımı  bilerek atmıştım. Her şeye rağmen ilk olmamın önemini idrak etmiştim, ancak tüm bu hazırlıklara rağmen yine de insan yoruluyor, bu da insan olmanın verdiği bir zayıflık. Zayıf bünyemin güçlü kollara sahip olduğunu anlatarak, kendimi ve sizi aldatmanın kime ne faydası olur ki! Bilmiyorum ama galiba yorulan ayaklarım, sanıyorum yorulan yüreğimin ağırlığını çekemiyor artık. Bu yürek, acılar coğrafyasının öyle bir ikliminde öyle bir zamanda yaşıyor ki, sanki tüm sular kurumuş, Kerbela da Hüseyin’e bir damla suyu taşıyamamaktan kendini imha ediyor. Ne bileyim, ben, ben de değilim, yorgun kaptan beni gemisine aldığından o da başına bela aldığını düşünüyor olabilir mi? Neden olmasın, hayat böyle sizi siz olmaktan çıkarabiliyor…

Gönlü kırık, umutları zedelenmiş, ufku Aydınlık, ışık huzmelerinden gelen ışıltılar yüreğime dokunurken, dilim lal olmuş, gözlerim kamaşmış ama zihnim doludizgin bir at gibi dörtnala koşuyor sanki! Ben, böyle bir zihni, ağlayan yüreği, durgun beni, alıp götürüp dalgalar arasına bırakıp engin okyanuslara dalıp gidecekken, demirlemiş eski bir geminin gövdesine tırmanırken buldum… Demek ki umutlarımmış beni yaşatan ve beni ayakta tutan… Umutlarımı bu kalabalıklardan çalan bir hırsız gibi yaşadığımı, yalnızlık kulübeme vardığımda anladım. Ben bir umut taciri hiç olmadım, hayal alıp hayal satmadım, inandığım yaşam kodlarını yerkürenin her karış toprağında doğru konumlandırılması için çabaladım. Ancak şunu gördüm ki, yanlışları hayatına egemen kılanlar içinde, doğruluğun ne olduğunda ısrar ederseniz yalnızlığın bahtıma yazılan kaderim olduğunu anladım. Ben, bahtı yalnız olsam da, İbrahim gibi bir Ümmet olduğunu bilerek yaşamayı kendime şeref bilenlerdenim…

Ey yalnızlığımın içinden hayatıma hayat katan ümmet, ben seni, kalabalıklar içinde beni yalnızlığa gömen hayata hep tercih ettim, öyleyse sen de beni yalnızlık soğukluğunda bırakmadan, ümmet sıcaklığında tek başıma ümmet olmaya taşı… Biliyorum ayaklarımdaki yavaşlama, yüreğimdeki acıların ağırlığını taşımaz oldu ne olursun beni yarı yolda bırakma, satacaksan da kara trenin ruhumu acıtan kara dumanları arasında pazara atma beni! Ruhumda bir umut, bir gün Güneş yeniden doğacak diyor yüreğime, işte o umutla yüreğim hala canlılığını devam ettirmekte… 

Ben bu yüreği sahibine sattım hem de peşin vadesiz, ondan aldırmıyor gelen ve giden kalabalıklara, kendimin olmayan bir emaneti taşıdığımın farkında olmam sanıyorum beni daha bir dikkatli olmaya götürmekte… Ondan olsa gerek yoldaki levhaların hepsine dikkat ederek basıyorum gaza, yolun sonu yaklaştı mı acaba, geride bilmediğim kaç kaza ve ceza aldı, bu yürek onun hesabını yaparken takla atmayayım diye parka çektim kendimi, bundan böyle kendi kulübemde bir şafak vaktini özlemle çekmek kaldı elimde… Hayat dediğin işte böyle bir bilmece, kimi güler, kimi ağlar, kimi gider, kimi gelir, bilinmez bir denklem nedir bu kadar seni senden eden…

Erol KEKEÇ/03.07.2022



2 Temmuz 2022 Cumartesi

AHIRA DÖNMÜŞ YAŞAM MI KAMUSAL ALAN MI?

İnsanlık tarihi detaylı bir araştırıldığı zaman, tüm insanlığın yaşamında karşılık bulan ortak toplumsal değerler vardır. Bu toplumsal değerler ortak toplumsal yaşamın devamı için gerekli olan temel dinamikler olduğu muhakkaktır. Bu toplumsal değerler üzerinde tüm farklı düşünce inanç ve ideolojilerin anlaşması mümkündür. Ancak bu değerler düşünsel kalıplara kurban edildiği için, toplumsal çatışmalar ve toplumsal ayrışmalar kaçınılmaz olur. Bu değerler, birlikte yaşayan farklı düşüncelere sahip insanları ortak yaşam oluşturmaya götürebilir. Onun için toplumsal düzeni korumakla görevli siyasal sistemler, varlık sahnesine inerken bu değerleri düstur edinerek, bu şemsiyenin altında ortak bir yaşam oluşturduğu zaman, kapsam alanı içinde olan tüm insanların haklarını koruyan bir sistem olma özelliğini kazanabilir. Aksi durumda her farklı düşünce güç olmadığı sürece haklarının gasp edildiğini, farklı ve ayrıcalıklı grupların hep ön plana çıktığına inanarak huzursuz olur. Bunları önlemenin biricik yolu ortak insani değerlere dayanan bir siyasal sistem oluşturmaktan geçer.

Her canlı, varlık evreninde uzun soluklu kalabilmek için, öncelikle fizyolojik temel ihtiyaçlarının karşılanması için çalışır. Yaşama güdüsü, varlığını koruma, savunma güdüsü, barınma güdüsü, neslinin devamını sağlama, aidiyet, kabul görme, sevilme sayılma, saygınlık gibi bir sıralama insan nesli için önemli bir süreçtir. Bunların karşılandığı ve bunların üzerine yaşam kalitesi de eklendiği zaman, insanların bu kaliteyi bozmak için farklı düşünsel ideolojiler peşinde koşarak, huzurunu bozmasını düşünemezsiniz. Ancak bu güdüler doyurulmadığı ve insan ölümle karşı karşıya kaldığı zaman, ölmüş koyuna derisini yüzmek acı vermez anlayışı ile sonucun ne olacağını hesap etmeden uyaranlara tepki gösteren refleks eylemler göstermeye başlar. İnsanların bu eylemlerini bu uyaranlardan bağımsız, tamamıyla bilişsel bir sürece bağlı olarak oluştuğunu düşünerek, yargılamak ve ötekileştirmek boyutuna giderseniz, altından kalkamayacağınız ve sorunu da asla çözemeyeceğiniz bir problemle karşı karşıya kalırsınız. Ondan dolayı siyasal sistemler kendi yönetimi altındaki tebasına bakışını bu eksende yeniden gözden geçirmesi ve kendisini yenilemesi elzemdir.

Son yılarda yönetime talip olan siyasal partilerin, parti programlarına baktığımız zaman hamaset üzerine oturan ideolojik farklılıkları, daha fazla ayrıştırmaya dayanan beyanatlar görmekteyiz. Yönetime talip olan bir siyasal parti, toplumun inançları, duygusal beklentileri, tarihi kahramanlıkları, ideolojik farklılıkları, ekonomik tabakalaşmalar ve etnik unsurlar üzerinden beyanatlar veriyorsa, bu anlayışla bir topluma asla huzur ve mutluluk gelmez. Topluma huzur getirecek olan bir siyasal algı, ancak insanlığın ortak yaşamsal değerlerini dikkate alarak, tüm halka aynı oranda uzak ve yakın olmaya azmederek sonuca gidebilir. Adalet, ahlak, kardeşlik, dayanışma, liyakat, ehliyet ve biyolojik yaşamın kalitesinin yükseltilmesi gibi dinamikleri dikkate alarak yönetime aday olursa, yarınları çok aydınlık olur. Aksi durumda aydınlık bir ortamdan insanları alıp karanlıklara götürür.

İnsanlık tarihi içinde önemli bir yere sahip olan, Muhammed (as)'in Mekke toplumunda Hılfulfüdul-Erdemliler Hareketi olarak bilinen organizasyonun içinde yer alması, aslında insanlık için nasıl bir sistemin gerekli olduğunu da ortaya koymaktadır. Erdemliler hareketi, yarınlarda oluşacak bir siyasal sistemin temelini oluşturmaktadır. Yani bu sistem, Medine Devleti için, İslam önce küçük bir yapılanma modeli olduğunu görmekteyiz. İnsanlık değerini koruyan ve bu değerlerin yaşam alanında aktif, etkin bir konuma gelerek devamını sağlamak için, bu hareket organizasyon, günümüz siyasal yapılanmalarına da, çok güzel bir örnek oluşturur. Muhammed (as) kendisine elçilik gelmeden önce böyle bir organizasyonun içinde yer alıyor ve ona Nübüvvet sonrasında bu oluşumlara katılıp katılmayacağı sorulduğu zaman, tereddütsüz şimdi olsun yine katılırım diye cevap veriyor. Bu yaklaşım aslında bizim için çözümsüz gibi görülen farklı etnik yapıların ve ideolojik ayrılıkların olduğu bir yerde, nasıl bir sistem kuracağımızın da apaçık göstergesi olmaktadır.

O günkü oluşumun var olma gerekçesi, zulmü, haksızlığı, ahlaksızlığı ve adaletsizliği önlemek, ihtiyaç sahiplerini gözetmek ve herkesin insanca yaşayacağı ortamı oluşturmaktı. Onun için kısa sürede büyüyerek yaygınlık kazandı. Bu oluşum, herhangi birisi zulme haksızlığa uğradığı zaman, onun yanına durarak, zalim güçlü imkânlara sahip olsa da, mazlumun hakkını koruyorlar ve toplumsal düzeni bozmak isteyen güçleri ortadan kaldırarak; çok önemli önleyici tedbirler alıyorlardı. Bu anlayışla ortaya çıkan ve yaşam alanında da bu anlayışa uygun eylemler yaptıklarında, toplumda karşılık buluyor, çok farklı insanlar tarafından sahipleniliyor ve güç odaklarına karşı, bu organizasyon koruma altına alınıyordu.

Çağımız dikkate alındığı zaman, erdemlilerden oluşan bir hareket olmadığı gibi, erdemli yaşamın gerekleri ortaya konarak, insanlık bu değerlere çağrılmıyor. İnsanlar beli ideolojik kamplaşmalar etrafında toplanarak, kendi yaşam alanlarında farklı anlayışta olanlara yaşamı dar etmek ve kendi imkânlarını artırmak için bir araya geliyorlar. Böyle bir anlayış ve bu anlayışın pratiğine göre şekillenen sosyal ortamlarda, hastalıklar tüm bünyeleri kuşattığı ve altından kalkılamayacak duruma gelindiğinde, bunları nasıl çözelim gibi arayışlar başlıyor. Oysa bilmiyorlar ki, sorunun kaynağı sorunu çözmek için ayağa kalkanların ta kendisidir.

Ortak insanlık değerleri etrafında yeni siyasal oluşumlara ihtiyaç vardır. Bu siyasal oluşumları oluşturmaktan aciz olanlar, yaşadıkları ortamdaki siyasilerin eziyete dönüşen, dayattıkları yaşam algısından şikâyet etme hakkına sahip değiller. Öncelikle farklı kamplarda yer alanların, inançlar ve ideolojiler üzerinden insanların duygusallıklarına hitap ederek, onları nasıl daha fazla kandırabilirim psikolojisini bir yana bırakmaları kaçınılmazdır. Siyasi partiler, yaşam kalitesini artırmak ve problemleri hızlı ve kalıcı olarak çözüme kavuşturmak, toplumsal dayanışma, ahlaki değerlerin kapsayıcılık ve etken olduğu bir yaşamı ortaya koyup koyamayacaklarını deklare etmeleri gerekir. Hukuk ve adaletin, toplumun tüm katmanlarına ulaştırılmasının teminatı verilmelidir. Toplumsal yaşam, her ferdin kendi istediği gibi yaşadığı bir ortam değildir. Bireyin özgürlüğü garanti altına alındığı gibi, toplumsal yaşamın olmazsa olmaz olan ahlaki öğretileri de korunmalı ve aktif kılınmalı ki, insanlar sınırsız bir yaşam içinde toplum dışında yaşadığını sanmasın... Toplumsal ortamlarda her fert bir başkasını etkileyecek tutum ve davranışlardan kaçınmak zorundadır. Özgürlük sınır tanımadan eyleme geçmek değildir. Sınırlı yaşam alanı içindeki eylemlerini, özgür iradesiyle karar vererek yapmasıdır. Kamusal alan deniyor ve sürekli tekrarlanıyor, kamusal alan denilen yer insani özelliklerin yaşandığı yerdir. İdsel özellikler, özel hayatın içinde var olmalıdır. Ancak kamusal alana özel yaşam ve idsel istekler doyurulmak için çıkılıyorsa, orada özgürlük değil, öküzlük ortaya çıkar. Yani insani duruş dinamitlenir tercih değil sürüklenen ve heveslerin peşinden gidilen bir haz bahçesi olur. Yani kamusal alan kimsenin haz bahçesi değildir. Onun için insanların kılık kıyafetleri, mutlaka toplum normları çerçevesinde olmak zorundadır. Bu bir dini yaklaşım değil insani yaklaşımdır. Toplu ulaşım araçlarını kullanamaz duruma gelinebiliyorsa, bunun adı da özgürlük diye tanımlanıyorsa, kusuruma bakmayın bu özgürlük değil, olsa olsa başkalarına karşı uyarıcı oluşturup, onların tepki vermesine neden olan nesneleşme durumudur. Kamusal alanı, çağımızın biyolojik canlı, âmâ objeye dönüşen hareketli uyaranların etki alanından çıkarmak erdemli organizasyonun işidir. Buna dur diyemeyen siyasal organizasyonların hiçbiri erdemli organizasyon içinde yer alamaz.

İnsanlık tarihinin yaşam kodları iyi tanımlanmalı ve o kodlardan uzaklaşan yaşamlar, toplumsal yaşam içinde legal olarak görülmemelidir. Çünkü çıplaklık günümüzde, yaşadığımız ortamın üst kültürü haline geldi. Kimse bu kadar bir başkasının yaşam alanını istila etme hakkına sahip değildir. Açık kapalı olup olmamaktan söz etmiyorum, tercih olarak çıplaklığı bir kültür haline getiren yaşamlardan bahsediyorum. Onun için diyorum ki, siyasal organizasyonlar her türlü ayak oyunlarını bir yana bırakarak insanlık ortak değerleri üzerinden, insani yaşamın devamını sağlayacak, erdemliler organizasyonuna dönüşmek zorundadır. Bunu yapmak istemeyenler veya bu tarafı pas geçenler bize asla mutlu huzurlu ve adalet ölçeğinde şekillenen bir yaşamı sunamazlar.

Ey entelektüeller, aydınlar, siyasi hedefi olanlar, eğitmenler, sorumluluk sahibi olan herkes, ayağa kalkalım kendimize gelelim yarınlar dün olmadan bugün en geç gün olduğunu bilerek yarınlarımızı karanlıklara gömmeyelim... Hayvani isteklerin tamamı insani yaşam alanlarımızı kuşattı, insan olarak böylesi bir yaşam alanı içinde manevra alanımızı daraltarak kendi yörüngemiz içinde kendimizi yok ederken yaşadığımızı sanmayalım...

Selam saygı muhabbet ve dualarımla... Hayır, için hayırlı bir yol açmaya ne dersiniz?

Erol KEKEÇ/01.07.2022/13.49


                


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!