Bu Blogda Ara

15 Mayıs 2022 Pazar

YÖRÜNGESİNDEN ÇIKAN İNSAN ROTA TANIMLAMAKLA MEŞGUL (!)

Yörüngesinden çıkmış bir gezegen gibi oldu dünyamız, savruldukça savruluyoruz. Nereye kadar gider bunun nihayeti, kimse sonrasını merak etmiyor yaşadığını sanarak rutine devam ediyor.

İnsanlık çağının ilk başlangıç anından bugüne, dünyamız üzerinde ciddi ve önlenemez değişim ve farklılaşmalar yaşanarak bu günlere geldik. Bundan sonra bu değişimler bizim yaşam alanımıza uğramaz diye düşünüp çok rahat bir sürece girdiğimiz an da, her şeye karşı gaflette olduğumuz ve rutin devam ederken, böylesi farklılaşmalarla karşılaşmayacağımıza dair elimizde hiçbir garantimiz yoktur. Buna rağmen insanlık çok güvende yaşadığını sanıyor ve gününü gün ederek, kendinden uzak gerçeklere sırt dönerek, başlangıçtan uzaklaşıp sona çok yakın olduğu halde hala gafletin zirvesinde uyumaya devam etmektedir.

Sahip olacaklarını enine boyuna tartarak ince eleyip sık dokuyan bu insan, ne hikmetse kendi varlığının oluşum ve yaşama kılavuzunu hiç merak etmediği gibi, içinde yaşarken imkânların her türlüsüne sahip olduğu dünyadan da bihaber yaşamaktadır. Aslında insanın bu anlamsız yaşam savaşındaki durumu, bu yol nereye gider diye birine sorduğunuz soru karşısında, sorulan soruyla hiç alakası olmayan ve soruya yakın uyarıcılar da içermeyen, kuşlar burada bayağı çokmuş diye aldığınız cevaptan farksızdır. Yani yaşamınızın amacı ile alakası olmayan ve kendinizle ilgili sahip olmanız gereken incelikler üzerine yapmanız gerekenleri ofsayta çıkarıp, o yaşama hiç hizmet etmeyecek konular üzerine çabalayarak, insan git gide kendinden uzaklaşarak yer küre üzerinde savrulan bir çöpe dönmektedir.

İnsanın bu savrulma sürecine girmesi ve bu sürecin ne zaman nasıl bir anlayışla planlandığıyla ilgili kimse düşünmek istemez, ama önüne konulan amaç ve yaşamın varlık gerekçesi olarak kabullendiği sıradanlıkları yaşayarak kendini sıradan bir varlık kimliğine bürüdüğünü idrakten de uzak yaşar. Yaşam, atomların anlamlı bir bütünlük oluşturmasıyla sistem ve düzenlilik kazanır. Düzenlilik kazanmış yaşamlar evrenle kardeş olur ve yaşamında Tevhit gerçekleşir. Evren ile insanlık yaşamının tevhidi, düzene oturmaktan geçer. Diyeceksiniz ki, insan canlı bir varlık olmasına rağmen onun yaşamına bir düzenin ve sistemliliğin gelmesi mümkün müdür. Sistemlilik hareketsizlik değildir. Hareketin kendi yörüngesi üzerinde devam etmesidir. Yörünge üzerinde olan hareketlilikler, yaşamın var olduğunun kanıtıdır. Yaşam düzenden çıktığı zaman, onun her hareketi kendinden sürekli uzaklaşan bir savrulma örneğidir.

Dikkat edilirse, dünya yaşamı ve tüm olanlar insanlığı savurma üzerine yapılmaktadır. İnsanın aslıyetinden koparılarak onunla ilgili düşünülen tüm gayret ve çabalar insanlık için anlamlı ve onun hayatını kolaylaştıracak etkenler olmayacaktır. Gümrah bir ağacı topraktan çıkardıktan sonra, onu hangi ortama ve hangi zamana götürürseniz götürün, onunla ilgili her türlü bakımı da yapsanız ağacı yaşatma imkânınız olmayacaktır. Görüntü size çekici gelebilir, ancak özünden uzaklaştırıldığı için, her gelen zaman onun solmasına ve derken kuruyarak hareket etmeyecek bir nesneye dönmesini sağlayacaktır. İnsanlık yaşamı bu gün tam da böylesi kuruyan ve gittikçe de toptan bir imha sürecine doğru hızla ilerlemektedir. Bunun tek sebebi ifsat mekanizmasının, dünyanın yaşanılmaz bir alan haline getirilmesi için çabasıdır.

Evrenin tevhidi, insan ile evrenin kardeşliğinden geçer. Evrene karşı yapılan ihanetlerin tümü insan eliyle gerçekleşmektedir. İnsanın bu kardeşlik mukavelesini parçalamasının sebebi, kendisiyle ilgili kökü kurutmasından kaynaklanmaktadır. İnsanın yaratılış kaynağıyla olan bağlarının koparılması onu savrulan bir nesneye dönüştürdü. Bütün bir insanlık köklerini terk etmiş ancak başka alanlarda yaşama alanı oluşturmak için çırpınan bir güruh süje olarak hala canlılar ortamında olduklarına inandıklarından diğer sujelerin tümünü yöneten ve savuran bir nesneye dönüştürmüşlerdir. Nesneleşen bir insanlık, yerküre üzerinde varlık olarak bir görüntü oluşturmasına rağmen, etkinlik ve etken olma noktasında hep pasif ve kullanılan tarafta yer almıştır. Kullanılmak için oyunlar bitmediğinden, insanın kullanım süresi de dolmayacaktır. Kullanım süresi devam eden insanlık, yaşamın sonunu yaklaştırarak bütün bir evrenimizi karanlığa taşımaktadır. Yaşamı savrulmayla geçen insanlık, kâinatın düzenini bozmada da bir o kadar maharetli görünmektedir. İnsanı evrenin dışında tuttuğunuz zaman evrenin yaratılış fıtratına uygun sistemli bir işleyişinin olduğunu gözlemlersiniz. Tüm yaratılmış olanlar, kendilerini yaratanı tesbih ederler. Ancak bu düzene insan eklendiği zaman sistem yörüngesi dışına çıkmaktadır. İnsan, yeryüzünde fesat çıkarak ve kan dökecek biri olarak yaratıldığına göre, bu insanın bambaşka özellikleri var demektir. İnsan bu özelliklerini sistem dışı kullandığı zaman hem evreni yaralamakta hem de evrenin kardeşliğini imha etmektedir. İnsanın bir fesat kaynağı olmaktan çıkarılması gerekir. Bunun yolu da yaratılma anında kendisine çizilen amaca uygun yaşamasıdır.

Yaratılış amacını en iyi idrak edecek varlığın, amacından uzaklaşması bütün bir evrenimizin kaosa sürüklenmesine ve yaşamın savrulmasına yol açmaktadır. İnsanı yeniden insan olma kimliğiyle buluşturmak zorunludur. İnsanın elinden alınan kimlik evren dışında ideal bir yaşamın bekleyen kodları arasında yerini alırken, nesneleşen varlıklar adına oluşturulan karanlık kimlik, insani kimlik olarak bütün cinslerimizin sahiplendiği bir kimlik olmuştur. Bu karanlıkları aydınlığa çeviremediğimiz zaman, insan evren içinde en hızlı savrulan nesneler arasındaki yerini alacaktır.

Kâinatın kardeşliği insanın evrendeki itibarını yeniden kazandıracak ve insanı yaratılmışların zirvesine taşıyacaktır. Robot olarak yaratılmış olanların kendi ekseni üzerinde yaşamını sürdürmesi onun üstünlüğünün göstergesi olamaz. Robotun seçme ve farklı davranma şansı yoktur. Melekler Allah'ın robotlarıdır. Ne için yaratılmışlarsa sadece onu yaparlar, onun dışına çıkma durumları olmaz. Öyle bir yetiye sahip değiller. Ancak İnsan, bunlardan farklı olarak seçme ve seçtikleri arasından tercih yapabilme imkânına sahiptir. Ondan dolayıdır ki, insan Meleklerden daha üstün bir varlıktır. İnsanın üstünlüğü, yaratıcının kendisinden ilahi bir ruh üflediği özelliğidir. Bu da insana iradenin verilmesidir. İnsan bu iradeyi, Rabbimizin, "Ey insan hangi yoldan gidersen git muhakkak ki sen rabbine giden bir yol üzerinde çabalayıp durmaktasın" beyanında belirttiği gibi, bunlar arasından doğru olanı seçtiği takdirde Yaratılmışlar arasında itibarın zirvesindeki yerini alır. Ancak Yanlış olan yola yöneldiği zaman kâinatın dengesini bozar ve yeryüzünde fesat çıkar bu gün yaşadıklarımız gibi... İnsan için, iki yolun da tanımlanarak bunlardan dilediğini seçebilirsin, çünkü her iki yolun sonunda da bizimle karşılaşacaksın uyarısı insanın ya aşağılara yuvarlanmasına ya da zirveye çıkması için ona imkânlar sunmak anlamına gelir. İnsan bu sahnedeki yerini iyi anlar ve kendisine gerekli anlamı yükleyerek yaşamın içindeki rollerini oynamaya başlarsa, kâinatın denklemi yeniden kurulur. Kâinatla kardeşlik bağı kopan insan yeniden kardeşlik sözleşmesine imza atar ve insan kâinattaki Tevhidin gerçekleşmesiyle, savrulan bir nesne olmaktan çıkar. Akıllı varlık olan insana yakışan, eylemlerinin sahibi olmaktır. İnsan ile kâinatın kardeşliği sonrası oluşan bu Tevhit yeryüzünün karanlıklardan aydınlığa bir ufuk açması olur. Evrenimizin kararmasının en önemli nedeni olan insanın savrulan bir nesne olan yaşamı, denklemin yeniden kurulmasına katkı sunmasıyla Âlemde Tevhit gerçekleşir. Âlemde gerçekleşen Tevhit bütün bir evrenimizin geçmiş toplumların hayatına uğrayan bela ve musibetlerden uzaklaşmasını sağlar. Ancak bu süreci yakalayamazsak, gelecek günlerin hiç ummadığımız bir anda yaratıcının olaylara doğrudan müdahalesiyle, İnsanlık medeniyetinin evrendeki yeri başkalaşmış olabilir. Geçmiş toplumlara gelmeyen musibetler bize gelmeyecek diye kimse kendisini avutmasın, Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsınız. Sizden öncekiler nasıl sarsıldıysa sizde aynı ve benzer musibetlerle sarsılabilirsiniz...

Ey iman iddiasında olanlar! Kim ki, Allah’ın insanın yaşaması için gönderdiği değerlerden dinden ahlaktan, haktan hukuktan, adaletten uzaklaşırsa bilsin ki, Allah sizi yok eder yerinize başka bir topluluk getirir. Onlar Allah'ı severler Allah'ta onları sever. Onlar İman edenlere karşı merhametli şefkatli mütevazıdirler, Hakikatin üzerini örtenlere karşı da başları dik ve izzetlidirler. Onlar Allah için yaşarlar ve hiçbir kınayıcının da kınamasından korkmazlar. Bu Allah'ın bir lütfudur onu ancak dilediğine verir. Allah’ın ilmi geniştir. “Bu uyarı bizlere hiçbir gazabın gelmeyeceğini söylemiyor, hakikatten uzaklaştığımız ve bir nesne olarak yaşayıp duyarsızlaştığımızda bizi yok edip yerimize başkalarını yaratacağını Rabbimiz kendisi söylüyor. O halde, biz helak olmayacağız gazap önceki toplumlara geliyordu gibi kendimizi yaşam alanı içinde farklı yerde konumlandırmak bu da bizim kendimize karşı söylediğimiz bir yalan olur. Her an evrenimizde insan unsurunun yaşam alanında evrenin sahibinin doğrudan müdahalesiyle bir farklılaşmanın yaşanacağı günlerin kıyısında yaşamaktayız. İnsani olmayan ama insan tarafından, Evrenin karartılmasına etki edecek tüm nedenler oluşturulmuş gibi ortada dururken, hangi canlı kendinden emin olabilir. En çok tedirgin olması gereken ve bir an evvel kendine dönmesi gereken insandır.

Evrenin kararma günlerinin yaklaşmasını hızlandırmak isteyen hem cinslerimizin bu ifsat eylemlerini bütün bir insanlık olarak durdurma çabası içine girmezsek, yarınlar insanlık için medeniyetin zirvesi değil de yeni bir medeniyetin doğumunun gerçekleşmesine neden olabilir. Yeni güzergâhın planlayıcıları, böyle bir geleceğin habercisi gibi başımıza dikilmiş hep bizi yönlendirme ve aldatma derdinde... Teknolojiyle gelen her yenilik, insanı özünden ve kaynağından uzaklaştırmakta ve insanı insanlık dışı farklı bir canavara dönüştürmektedir.

Bizler yeniden kâinatla olan ilişkimizi düzenleyerek, kâinatla kardeşliğimizin ölçüsü olan Tevhidi gerçekleştirmezsek, param parça olacağız ve her parçamızın bir yere savrulduğu yaşamın kollarında gelecek hayatı karşılayacağız. Gökyüzünden düşerek param parça olanların durumu Kâinattaki tevhidi şirke çevirenler olduğunu anlarsak, geldiğimiz nokta itibarıyla bizlerin sonu da böyle bir geleceğe gebe olduğunu anlarız. Tüm bu olumsuzlukları anlatarak kimseyi hayattan koparma derdinde değilim, aksine hayatla olan kopukluğumuzu kontrol ederek yeniden kendimize gelmemizi sağlamaktır. Bu düşünme dinamiğini yeniden hareketlendirebilirsek işte o zaman söyleyecek sözümüz olur. Yoksa bize son arzu ve isteğimizi sormadan ansızın gelecek gazabın pençesinde olacağımız günleri kimse haber veremeyecektir.

Ey rabbimiz yanıldıysak veya unuttuysak bizi sorumlu tutma, bizi yeryüzünde rutinleşmiş hayatlar arasında yuvarlanarak yaşayan, yaprak gibi rotası belli olmadan savrulan bir çer çöp olmaktan bizleri uzak kıl... İçimizdeki arzu ve isteklerimizi sana havale ettik Rabbimiz, biz zavallı aciz, senden başka kimsesi olmayan bu derbeder kullarını sen koru ve gözet... İbrahim’i kervana bizleri de kat Allah’ım, sen her şeyi evirip çevirensin bizlerin kalp ve ufuklarını da sana yönelt ve senin değerlerin üzerinde sebat ettir ve topuklarımız üzerine gerisin geriye bizi döndürme, İmandan sonra küfrü bize haram kıl ve yaklaştırma; Allah'ım sen merhametlilerin en merhametlisin biz ancak sana kulluk ederiz...

Erol KEKEÇ/13.05.2022/17.28     

                    

11 Mayıs 2022 Çarşamba

ADALET TOPLUMSAL BÜTÜNLEŞMENİN TEMEL KAYNAĞIDIR

 Toplumsal bütünlük ve aynı değerler etrafında insanların bağlılıklarını sağlamanın en temel koşulu toplumsal adalettir. Toplumsal adaletin sağlanmadığı yerde toplumsal kargaşa, kaos, çatışma ve toplumsal ayrışmalar ortaya çıkar ve gün geçtikçe genişleyerek büyür ve kökleşir. Bir toplumdaki farklı unsurları aynı çatı altında toplamanın yolu adaletten geçer. Adaletin olduğu yerde kendilerini ayrıcalıklı görmek isteyenler olsa da toplumun genel menfaatleri söz konusu olduğundan bunların bu bütünlüğe karşı farklı yaşam istekleri genel içinde karşılık bulmaz. Onlar da zamanla adaletin şemsiyesi altında yaşamanın nasıl bir mutluluk ve huzur bağışladığını gördüklerinden bu isteklerini törpüleme yoluna giderler.

Bir yönetim, yönetimi altında bulunan insanlar arasında ayrıcalıklı bir sınıf yarattığı zaman, eğer bu ayrıcalıklı sınıf, o toplumun tüm gelir kaynaklarının başına çöreklenmişse yönetim nasıl bir uğraş verirse versin toplumdan aldığı meşruiyetini kaybettiği için yok olmaya mahkûmdur. Ondan dolayıdır ki, bizim naçizane tüm yönetim şekillerine ve yönetenlerine tavsiyemiz adaletin icra edilmesi ve bu uğurda ne gerekiyorsa göze alınmasıdır. Adalet belli kesimleri mutlu etmek değil, bir toplumda dezavantajlı insanlar diye bir sınıfın kalmamasıdır. Eğer bir toplumda sürekli imkânların kıyısından köşesinden geçmeyen insanların sayısı artıyorsa adaletsizlik açı kolları gibi gün geçtikçe büyüyor ve açılıyor demektir. Açı kollarının ulaştığı noktadan nasıl ki başlangıç noktasına döndürülmesi mümkün değilse, adaletsiz anlayışlarla başlayan çalışmalar da, bir toplumda ki ayrışmaları bu haliyle birleştirmesi mümkün değildir.

Hayal satan yönetimler, halkın geneline gelecek mutlulukları dağıtırken, ayrıcalıklı sınıfa daima mutluluk yaşatır. Onların mutluluğuna bakarak Toplum geneline mesajlar verilir ve çok güzel bir yaşamın olduğu ve gelecekte daha güzel yaşamların oluşacağını anlatırlar. Ancak Ayrıcalıklı sınıfı doyurmakta zorlandıkları zaman, hemen gemi örneği devreye girer. Aynı gemide olduklarını dolayısıyla gemi batarsa herkesin batacağı anlatılır. Oysa batan gemi topluma ait olmayan sadece ayrıcalıklı sınıfın yüzdüğü geminin tehlikeye girmesidir. Çünkü gemide yolculuk yapanlar hep onlar olur. Toplumun geneli kürek mahkûmu olarak kürek çekmekle meşgul olduklarından, onlarda kendilerini gemide sanırlar. Oysa geminin üstüne çıkabilseler, orada ne yaşamlar olduğunu anlayacaklar ve kendileri kürek mahkûmluğundan kurtulsalar, yukarıda günlerini gün edenlerin bu gemide yolculuk yapmalarının ve sürekli devam eden ihtişamlarının sonu olacak.

Adaletin olmadığı sistemlerin en belirgin özellikleri bu yukarıda bahsettiğim özelliklerden oluşur kısaca. Ancak sadece bununla sınırlandırmak mümkün değildir. Adalet bir toplumda var ise o toplumu yıkabilecek ve ayrıştıracak hiçbir güç bulamazsınız yeryüzünde. Adalet vücut organizmasının omurgasıdır. Omurga zedelenmemişse, vücudun herhangi bir yerindeki hasar giderilebilir, ancak omurga işlevsiz ise tüm vücut azalarınız sağlam olsa da hareket edemezsiniz. Bunu anlayanlar hayatlarını yeniden imar etmeleri gerektiğini bilirler. Anlamayanlar da felç olmuş bir yaşamla yerlerde debelenirken dillerine vurmuş olanların sürekli konuşmasının ötesine geçemezler. Ondan dolayıdır ki hiçbir karanlığı dağıtamazlar.

Habeşistan Kralı Necaşi’ye ilk Müslümanlar neden gittiler dersiniz? Adalet olduğu için gittiler. Adaletin olmadığı yer olsaydı, Allah’ın Resulü onları oraya göndermezdi. Ancak Necaşi’nin hayatını herkes anlatır ve onun davranışlarını da papağan gibi aktarır, ancak Necaşi'ye o eylemi yaptıran özelliğin ne olduğu ve o özelliğin bugünün yaşamında nerede var olduğu hiç gündem yapılmaz. Çünkü Necaşi'nin Adil davranışı detaylı anlatılacak olsa, ona benzer yönetimler arzulanabilir, peki bu adil yönetimler, kendi çıkarlarına menfaatlerine menfaat katmak için muktedir olanların ne kadar işine gelir dersiniz? Elbette onların işine gelmez. Çünkü adalet herkesi insan olarak yaşatır ve herkesin derdi ile dertlenmeyi gerekli kılar. Günü kurtarmak için reklam kokan davranışlardan yöneticileri uzaklaştır. Tüm bunları göze alacak yönetimler olmadığı için, Necaşi’nin yönetimini gündem yaparak kendi bekalarını tehlikeye atmamak için o perdeye hiç girmezler.

Devlet diye oluşturulan putun, aydınlanma çağıyla korunması insanların huzur ve mutluluğunu imha etti. Oysa burada anlaşılması ve korunması gereken, bir güç oluşturup o güce tüm yetkileri verip insanların pasif duruma geçerek onu sorgulanmaz kılmak istemedikleri ortada iken, sonradan gelenler, bu gücü korumanın gerekliliğine inanarak o güçle istek ve emellerine rahat ulaşabilmek için, o gücü sorgulanmaz kıldılar. Organizasyon, işlerin düzenli sistemli ve sürekli olmasını sağlamak amaçlı oluşan sistemdir. İnsanlar ilk organizasyon oluşturdukları zaman böyle bir kolaylığı yakalamak ve kendilerine faydası olsun diye, bu işle ilgilenen sürekli orada bulunup oradan geçimlerini sağlasınlar diye bu işe önem verdiler. Çünkü bir elin nesi var iki elin sesi var anlayışı içinde, güçlerini birleştirerek yaşamlarını kolaylaştırmak istiyorlardı. Oysa bu durum çok farklı kulvarlara kaydı ve o gücün kendisi sorgulanmaz ve korunması gereken bir put haline geldi. Putçuluk zaten böyle oluşmaktadır. Bir devlet organizasyonunu önemli kılan, yönetimi altındaki insanlara huzur mutluluk ve adalet dağıtmasıdır. Bunları yerine getirmeyen bir devlet, insanların başına bela olur ve sadece o sistemin avantajlarından faydalanan kişi grup ve sınıflarının varlığını devam ettirir olur. Günümüzdeki devletlerin hemen hemen hepsi bu tanımlamalarımız içinde olan devletlerdir. Laik olması, dine dayanması, liberal olması, komünist olması muhafazakâr olması bu tanımın dışında olması için yeterli değildir. Bu tanımın dışına çıkacak bir devletin en belirgin özelliği ADALETTİR. Adalete dayanan bir devletin yönetiminde bulunanın kimliği, inancı ideolojisi ırkı hiç önemli değildir. Ve böyle bir devlete sahip çıkılması insanlık onurunun gereğidir. Buna sahip çıkmayan toplumlar kendi varlıklarını yok etmek için kendi cinslerini zulmetmesin diye işbaşına getirirler.

Devlet mekanizmasının işleyişi kendiliğinden olmaz. Devlet halka dayanan bir yapıdır. Devleti yönetmek için seçilenler oraya geldikten sonra, halkın patronu gibi davranma hakkına sahip değildir. Halk patron, devlet hizmetçidir. Devletin patron olduğu halkın hizmetçi olduğu yerde, halk asla ve asla huzur ve mutluluğu elde edemez. Devlet, çıkar devşirme ve bazı imkânlara sahip olduktan sonra, daha fazla istekleri doyurmak için bir kalkan değildir. Ancak günümüzdeki devletlere bakarsak, özellikle Ortadoğu ve İslam toplumu olarak tanımlanan ( ben böyle bir yerin varlığına inanmıyorum, ancak Müslümanların yaşadığı coğrafyalar var) ortamların yöneticileri dünyanın en zengin ilk yüz kişisi içinde yer almaktadır. Peki, bu anlayışla hangi devletin halkı için var olduğunu söyleyebilirsiniz.

Devlet bir fetiş olmaktan çıkarılmalı ona herhangi bir kutsallık atfedilmemelidir. Müslümanın Vatanı yeryüzüdür ve yeryüzünün her yanına hak adalet için gider. Sınırlar onun değer sistemini daraltamaz. Müslüman olarak devlete böyle bakarız, üzerinde yaşadığımız topraklara da insanlara mutlu huzurlu bir yaşam sağladığımız mekân olarak değer veririz. Köyde huzurlu olduğunuz bir köy evinizi, nasıl ki mutlu olmadığınız şehirdeki bir bina dairesine tercih ediyorsanız, vatan da böyledir. Toprağın değeri oradan gelir. Geçmiş atalarımız bu topraklara o kadar kanlarını akıttılarsa, böyle bir yaşama kısmi olarak ta olsa şahit olmalarındandır. Adaleti tesis etmek üzere mücadele edilmeyen hiçbir çaba anlamlı değildir. Dünyanın hepsi sizin olsa, adalet o toprakların tek cevheri değilse orası da vatan değildir. Vatan huzurlu mutlu olduğunuz ve kendinizi insan olarak görüp insanın yaratılış amacına uygun yaşadığınız yerin adıdır. Adaletin uygulandığı yer kaya parçaları ise, adaletsiz bir yönetimin egemen olduğu verimli arazilerden daha kutsaldır. Bunu durup dururken söylemiyorum. Yaratan Rabbimizin insanlar arası düzenleme ve ilişkilerde en çok üzerinde durduğu konu ADALETTİR. "Allah adildir ve adil olanları sever. “Necaşi’nin hükmü altındaki topraklar o günkü Müslümanların vatanıydı çünkü adalet vardı. Mekke'de yaşıyorlardı ama orası onlar için vatan olmadı sebebi ise insanlara zulmeden bir sistem vardı. Ancak Medine Yesrip olmaktan çıkıp Medine’ye dönüştü, çünkü adalet geldi. Adaletin olduğu yerde insanlar medenileşir, herkes birbirinin hak ve hukukunu korur. Mekke’nin vatana katılması ancak Fetih sonrasında oldu. Demek ki zulüm yönetimlerinin olduğu yerde vatanın da anlamı kayboluyor.

Sonuç olarak diyorum ki, Rabbim bizlere, yaşadığımız yeri hakiki vatan eylesin, bu topraklara kanlarını akıtanların kanlarıyla anlam kazandırsın, devletimizi de adaletin öncüsü eylesin içimizdeki hırslarımızı yenerek sadece yaratana giden yolda bir araya gelmeyi bizlere nasip eylesin... Rabbim bizleri adalete şahit eylediğin kulların arasına kat...

Selam muhabbet ve huzur dileklerimle...

Erol KEKEÇ/10.05.2022/15.32



6 Mayıs 2022 Cuma

MARKS DÖNEMİ VE BU GÜN, NASIL BİR BENZERLİK

 Marks, Hakikaten büyük düşünürmüş, onu hep takdir ettim ve gün geçmeye ki onunla ilgili düşüncelerim olumlu yönde hızla değişmiş olmasın...

Marks'ı gözümde bu kadar farklı bir yere oturtan anlayış ise, onun düşünsel noktada büyük çaba harcaması ve insanlığın yaşamının daha iyi olması için fikirler geliştirmesidir. Düşüncelerinin doğruluğunu yanlışlığını konuşmuyorum. Düşüncelerinin büyük oranda da doğru ve isabetli olduğuna inananlardanım. Gelecek ve daha iyi bir yaşam için düşündüğünüz bu düşüncelerinizin nasıl uygulama alanı bulacağına dair çalışmalar yaparsanız, elbette isabetli olmayan fikirleriniz de olacaktır. Ancak önemli olan bu düşüncelerinizin, bilerek insanlığın hayatını karartmaya dönük bir çaba olmamasıdır. Mark’ın yaşadığı dönem kapitalizmin zirve yaptığı ve insanların metanın kulu kölesi olduğu, tüm değer yargılarının bu kapitale göre şekillendiği dönem olduğu için, Marks bunlardan yola çıkarak, insanların hayatını kâbusa çeviren bu zindandan nasıl çıkılacağının yollarını aramıştır. Herkesin sahip olma hırsıyla çabaladığı ve kendisini sahip oldukları ile tanımladığı dönemde, bu yaşam tarzlarının insanlık yaşamını nasıl imha ettiğini görerek, onlar üzerine ciddi fikirler geliştirmeye çalışmıştır. Yani herkesin uzun süreli biyolojik hazlarını doyurma peşinde koştuğu bir ortamda, siz insanların genelinin mutlu olmasının yollarını arıyorsunuz ve o konuda karşınıza çıkacak tüm olumsuzluklara göğüs gererek, düşüncelerinize bir yaşam alanı oluşturmaya çalışıyorsunuz. Hakikaten, bu övgüye ve kayda değer bir özelliktir. Onun için Marks büyük bir fikir ve düşünce adamı olmasının yanında önemli bir Sosyolog 'tur.

Üretim araçlarının belli ellerde toplandığı ve bunların dışındaki yaşamların, üretim araçlarına sahip olanların belirlediği kadar, yaşama imkânına sahip olması ve bu geniş kitlelerin hayatlarının devamının, üretim araçlarına sahip olanların iki dudağının arasında bulunması, bunların sorgulanmasını kaçınılmaz ve gerekli kılmıştır. Marks, dönemindeki bu dengesizliğin ortadan kaldırılması için farklı ve yeni fikirlerin mümkün olduğunu anlatmıştır. Onun için de Sosyalizm, komünizm ve Proletaryanın egemenliğinin olmasını gerekli görmüştür. Ona göre, ezilen ve aktif olan proleterler tarafından ancak bu devrimin gerçekleşeceği anlatılır. Peki, Marks, bunun dışında farklı bir ufka sahip olamaz mıydı denebilir. Haklı olarak şunu yerine koymamız gerekir ki, iletişim ağlarının bu kadar yaygın olmadığı ve insanların daha çok yüz yüze fikirlerini ifade ettiği dönemde, bunlar çok büyük başarılardır. Marks, kendi yaşadığı ortamda şekillenmiş ve oradaki kültür ve eğitim kalıplarına göre zihinsel bir biçim almıştır. Dolayısıyla Marks, yaşadığı ortamdaki sanayi çarkları arasında kıvranan ve sürekli bir meta gibi obje olmanın dışına çıkamayan bu geniş proleter kesimin mutsuzluğunu nasıl mutluluğa dönüştürebiliriz in mücadelesini vermiştir. Marks, Proleter kitlelerin hareketliliğini yok eden ve onları suni hazlarla transa sokarak onları uyutan her anlayışa karşı durulmasının önemini anlatmıştır. O dönemde insanların acılarını en fazla dindiren ve uyutan da dönemin Kiliselerinin yarattığı din olduğu için, Marks, dinin hayattan çıkarılmasının önemini vurgulamıştır. Çünkü din, İnsanı kendi emeğine yabancılaştırarak insanın insanlığını yok etmektedir. Marks, İnsanı bilinçli bir varlık haline getirerek, seçebilen, mücadele ruhu olan bir yaşama kavuşturmak için, dini inkâr ederek yeniden insanı kendi emeğine ve kendi farkındalığına döndürmek zorundayız der.

Yani Marks'ın düşünsel dünyasını sorgularken, onun yaşadığı dönemin olumsuzluklarının, insanları ne hale getirdiğini ve onu yaşamdan kopardığını göremezseniz, Marks’ın düşünsel yoğunluğu ve birikimi hakkında ortaya koyacağınız yaklaşımlar sizi doğruya götürmeyecektir. Marks’ın dönemi ile bizim yaşadığımız dönem arasında benzerlikler ve farklılıklar olabilir mi diye düşünürken, Marks gibi toplumsal sorunları ve kaygıları dert edinmiş, olumsuzlukların ortadan kaldırılması için emek harcayan, düşünsel birikimler ortaya koyan fikir adamalarının da, Marks gibi aynı aforoz ve yıldırmaya dönük tepki ve dışlamalarla karşı karşıya olduğunu görebiliriz. Demek ki düşünen insanlar, düşünmeyen ve düşünenlere tahammülleri olmayanlar tarafından her dönemde imha edilmeyle karşı karşıya kalabiliyorlar.

Allah, mal mülk ve paranın belli ellerde toplanarak güç haline gelip zulüm aracına dönüşmesine asla iyi bakmıyor. Onun için de doğadaki imkânların o doğada yaşayanlar arasında adil paylaşımını gündeme getirmektedir. Çünkü imkânlar belli ellerde biriktiği zaman, bu imkân sahipleri her dönemde şımarmış ve diğer insanları küçümseyerek kendilerini ulaşılması erişilmesi güç varlıklar olarak anlatmışlardır. “Bu sahip olduklarımı ben kendi bilgi ve becerilerimle elde ettim" diyen Karunlar ortalığı doldurmuştur.

"Biz istiyoruz ki, Yeryüzündeki mazlumlara (proleterlere) lütfedelim de, onları yeryüzünde mirasçı kılalım..."Allah hiçbir zaman mal ve imkânları kendi egemenliği altına alarak diğer insanları kendisine bağımlı kılan yaşamları onaylamıyor. Onun için de, "İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır" diyor. Emeksiz yaşamak lümpen proleter olmaktır, yani anlayacağımız amip gibi tek hücreliler sınıfına girmek olur. Yaşamakla yaşamamak arasında bir yerde olursunuz, canlılığınız devam eder ancak insan olarak nasıl yaşanılır, onunla ilgili ciddi bir malumatınız olmaz. Marks yaşadığı ortamda İslam diye bir değerle muhatap olmamasına rağmen, insanlık için en güzeli ve doğru olanı bulmaya çalışmakla büyük bir mücadeleye örneklik etmiştir.

Marks'ın, Hegel'in düşüncelerine yaptığı eleştirilerde de haklı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Hegel hep Tin’i(aklı) düşünceyi ön plana çıkarmıştır. Diyalektik süreci de, düşüncenin diyalektiği olarak ele almıştır. Oysa Marks, Diyalektik materyalizmin öncüsü olarak bilinir ve diyalektiği madde üzerinden değerlendirir. Aslında Marks bu düşünceyi ortaya koyarken bunların doğru olduğunu savunmamış ve mutlaka böyle olmalıdır şeklinde bir yargıda da bulunmamıştır. O yaşamsal döngünün fotoğrafını çektiği zaman, bunlara ulaşmış ve onları bize tanıtmış, sonrasında kendi düşünce diyalektiğini kurmak istemiştir.

Burada anlatmak istediğim Marks'ın düşüncesinden çok, Marks’ın düşüncesine ve fikirlerinin oluşuma kaynak oluşturan konuların her dönemde benzer ya da az farkla ortada olduğunu bilmemiz ve bizlerin bunlara karşı nasıl bir tavır geliştirmemizin önemini kavrayarak gerekli mücadeleyi verebilecek duruma gelmektir.

Kendi bulunduğumuz ortamdan yola çıkacak olursak, üretim araçları belli ellerde ve bunların dışında kalan büyük çoğunluk ya kamu kurumlarında memur olarak çalışmakta, ya da Üretim araçlarına sahip olanların işletmelerinde karın tokluğuna çalışmaktadır. Bunların dışın da küçük ölçekli Kobiler olsa da, üretim araçları genellikle çok az bir kitlenin elindedir. Hatta ülkenin Milli gelirinin,%82,5’ni bu %10 luk dilim kullanırken,%17,5’i %90 lık kesime gider. Bu da nasıl paylaşılır o da apayrı bir sorgulama konusudur. Böyle olduğu için, tek hücreli canlı gibi yapıştıkları yerden beslenen lümpen proleterler hızla büyümektedir. Özellikle İktidar, kendi döneminde yapılan işleri anlattığı ve tanıtımını yapmaya kalktığı zaman, bilmem % kaç insana evde destek, fakirlik parası, vs. gibi çalışmalarıyla övünür. Bu durum insanların insani özelliklerini yitirmesine neden olacağı için, Sistemlerin yaşama süresini uzatır ve onu eleştirecek kritiğini yapacak beyinleri de bağımlı hale getirdiğinden; Mazlumlara vaat edilen yeryüzünün varisliği ötelenir. Onun için Mazlumların verasetine engel olacak tüm oluşumlarla mücadele edecek düşünceler, her zaman saygıya değer düşüncelerdir. Marks’ın Proleter diktatörlük olarak yaptığı tanımlama, bir zulümden başka bir zulme dönüşeceği için bizim açımızdan olumsuzdur. Ancak Rabbimizin isteği ise, Zalimlere bile adaletle hükmedilmesi ve hiç kimsenin diktatörlüğüne fırsat verilmemesidir.

Ne zulmeden ne zulme uğrayan tarafta olmak bizim anlayışımıza sığar. Ancak zorunlu bir tercih varsa mazlum olmayı zalim olmaya tercih ederiz. İnsanlık bu iki döngü arasında ne tarafta duracağını bilemediği için, her dönemde adaletsiz bir yaşamın pençesi altında ezilmektedir. Üretim araçlarına sahip olanın kuvvet ve güce dayandığı zaman yaptığı zulüm çok kötü de, proleter kesimin gücü ele geçirdiği zaman ki zulmü iyi değildir. İşte, Marks'la burada farklı düşünüyoruz. Çünkü benim düşünce alt yapım adalet üzerine kuruludur. Adalet üzerine tüm oluşumlar sıralanır. Adaletin olmadığı yerde hangi tarafta olursanız olunuz, her zaman yok olmaya ve kaybetmeye mahkûmsunuz.

Bu gün gelinen süreçte, madde her şeyin belirleyici tek kıstası haline gelmiş ise, Marks’ın isabetli olmadığını söylemek mümkün müdür? Yeryüzünde adil bir sistemin olması için öncelikli olarak düşünce doğru kaynaktan beslenmeli ki, düşüncenin yaşaması ve zulmetmeden kalıcı bir yaşamı insanlığa sunabilecek duruma gelebilsin. Bütün bir insanlığın yaratılış kodlarını dikkate almayan, ortak menfaatleri gözetmeyen ve belli bir sınıfın ayrıcalıklı olmasına hizmet eden hiçbir düşünce yarınları kuramaz ve bu günü de imha eder. Biz, Millet olarak adaleti omurga olarak benimseyen yeni bir dünya sistemi kurabiliriz. Milletimiz içinde bu konuda ciddi zihinsel ve düşünsel emek harcayan insanlarımızın olduğu muhakkaktır. Bu insanlarımızın fikri üretkenliklerine değer vermek ve onların bu çabalarını sistematize ederek, ortak akılla bir dünya sistemi kurmak gayet doğal ve mümkündür. Yeter ki kendi insanımıza güvenelim ve onların bu fikri üretkenliklerini kayda değer bulalım. Marifet iltifata tabidir.

Bir sonraki Yazımız da toplumsal yapımızda bu süreç nasıl göze çarpmaktadır bunların tahlilini yapmaya çalışacağız... Selam ve muhabbetlerimle...

Erol KEKEÇ/05.05.2022/13.20     


                                       

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!