Bu Blogda Ara

16 Nisan 2022 Cumartesi

GÜN DOĞMADAN YARINLAR OLMAZ

 Hayatı, yaşadığınız günün nimetleri içinde yaşarken, yaşadığınız dönemin canlı tanıkları olacak bir şahitlik yapamazsanız, geçmişin yaşamlarını konuşarak bir iş yaptığınızı sanırsınız. Yaşanmış olanları gündemin ilk sırasına koyarak onlarla zamanınızı meşgul ediyorsanız, yaşamıyorsunuz demektir. Yaşamak için, geçmişin geçen günlerini ya da geçenlerin hayatlarındaki olumlu ve olumsuzlukları anlatarak kendi yaşamınızın rotasını belirliyorsanız yaşamlarınızın doğru bir rotası olmaz.

Rota çizmek, yaşamak zorunda olduğumuz hayat için gereklidir. Bu hayatı, geçmiş kaybettiklerimiz ya da bir daha dönme imkânımız olmayan, harcadığımız günlerimizi referans alarak yönetemeyiz. Yaşamak için bize bahşedilen her günümüzün bir plan ve programı vardır yaratıcının katında. Ancak yaratıcının yaptığı plan ve programın hayatımıza doğru damgasını vurması için, bizlerin günlük yaşadığımız anla ilgili doğru programlarımızın olması gerekir. İnsan kendi hayatının bugününü planlamaktan yoksun olursa, gelecek beklentileri ulaşamayacağı bir hayal olacağı gibi, geçmiş yaşamı da gerçekliği olmayan bir masala döner. Onun için bizi ilgilendiren zaman, içinde yaşadığımız andır.

Ne yazık ki yaşadığı anı doğru değerlendiremeyenler, her dönem için geçmişten kahramanlıklar ve kendi oluşturdukları masallarını gündem yaparak rahatlama seansları uygulayabilirler. O da bizi bizden alıp farklı bir gezegende gezdirirken yaşadığımız evrene bizi yabancılaştırır. Yaşadığı evrene insan neden ve niçin yabancı olur dersiniz, eğer insan geleceğin hayalleri içinde hülyalarla gününü gün ederken geçmişi unutmak veya onları düşünerek bu gününü atlayıp geçiyorsa, o zaman insan hepten kaybeden tarafta yer alır. Çünkü kazancımız sermayemizdir. Sermayesini boşa harcayan ama elinde olmayan sermayeyle yarınlarda ulaşamayacağı planlar yaparsa, bu planlar pratiğe aktarılmayan sermayemizin bir hayal ürünü olduğunu, rüyadan uyanan kişinin gerçekle karşılaşınca avucunu yalaması gibi bizlerde avucumuzu yalamak zorunda kalırız.

Rüya âlemindeki vaatler nasıl ki uyandığımız anda yok oluyorsa, geleceğe dönük hayallerimiz, bu günü olmayan temeliz bir istek listesinin sıralanması olarak oluşuyorsa böyle bir tavır ancak bir avunma sendromudur. Ne hikmetse insan geçmişin masalları ve geleceğin hayalleri arasında yaşarken, üzerinden geçtiği köprünün ne olduğunu anlamadan ömrünü tüketir. Geçmişle gelecek arasındaki ömür köprüsünden nasıl bir hızla ve hangi eylemleri yaparak geçtiğimizi bilmek zorundayız. Köprüye tanık olacak kadar uyanık ve diri değilsek, geleceğin güzel coğrafyası olarak karşımıza çıkacağını sandığımız, ömür haritasındaki vatana kavuşamayacağız.

Dün geçti gitti cancağızım yarın gelip gelmeyeceği belli değil, oysa bu gün elimizde o halde bu günü yaşamak lazım diyen Rumi, bu süreci ne kadar güzel ifade etmektedir. Çünkü günü, anı konuşmak insana ciddi bir rahatsızlık verir. Kişi kendisiyle konuşmaktadır, aynanın karşısına geçip gerçek kendisini görme imkânını bulur günü yaşadığı zaman. Âmâ geçmişi konuştuğunda ya da onunla günlerini meşgul ettiği zaman ne dışardan ne içerden ona rahatsızlık verecek etkileyici bir uyarıcıyla karşılaşması çok zor. Neden? Çünkü geçmiş bir bedel istemiyor hayatımızdan, onun için ne kadar gündem yaparsak yapalım bizi etkileyecek rahatsız edici yanı pek fazla değildir. Sizin dışınızda sizin yaşamınızdan rahatsız olanlar bile geçmişi her gün konuşmanızdan bir rahatsızlık duymaz. Biz geçmişte şöyle devletler kurduk,600 yıl dünyaya hükmettik 36 milyon metre kare toprak parçasına sahiptik diyerek her gün beş vakit bunu anlatalım kimse bundan rahatsız olmaz. Çünkü aktif ve etkileyen bir dinamizme sahip olmayan geçmiş, hareket gücünden yoksun olduğu için sadece sizi meşgul eder ve zamanınızı onunla harcamanıza sebep olur. Gelecekte bundan çok farklı değildir. Biz gelecekte şunları yapmak istiyoruz dünyaya hükmedeceğiz, her yere nizam götüreceğiz, imkânlar insanlar arasında adil paylaşılacak, onun için yarınların hayalleriyle yatıp kalkıyoruz diyerek istediğiniz kadar konuşun isterseniz, her yerde yarınları anlatın size dönecek geri dönüşüm sıfır olacaktır. Çünkü bu gün yoksa yarın olmaz. Yarınlar anlatılmaz, bugün yaşanılır pratik ortaya çıkar, yarınlar bu günün pratiklerine göre şekil alır. Adamın biri kış günü akşam komşusuna misafirliğe gitmiş, bayağı bir muhabbet geçmişin masalları anlatılmış dinlenmiş, onunla duygusal ortam oluşmuş, vakit bayağı ilerlemiş. Misafir komşu eski köy evlerindeki bacanın altındaki ocaktan ısındıkları için, ateş sönmeye gelmiş odun tükenmiş ama misafir hala kalkıp gitmiyor, ev sahibinin uykusu basmış, buna rağmen komşu külleri karıştırıyor ve ocakta köz arıyor o sırada da ev sahibi komşusuna diyor ki, komşu bu sene niyetlendim Haca gideceğim diyor. Ev sahibi dayanamamış ve patlamış, be adam sen ocağın başından kalkıp evine gidemiyorsun haca nasıl gideceksin diyerek sert çıkışmış…

İşte bizim yaşamımız ocağın başından kalkıp eve gidemezken yarınlarda neler yapacağını anlatan adamın durumu gibidir. Onun için de elimizde gözle görülen anlamlı bir yaşamı bulmak oldukça zordur.

Bu günü konuşmak çok sakıncalıdır. Kendimizle konuşuyoruz, kendimizi hesaba çekiyoruz, kendimizi aşıp yanlışları görüp konuşuyoruz doğruları alkışlıyoruz bu da enerji ve zaman demektir. Bu bedeli ödemek fedakârlık gerektiriyor. Bu fedakârlığı ve zorlukları göze alamayan pasif edilgen duruma gelmiş hayatın her anı bir nesneye dönüşmüş varlıklar olarak, hayaller kurduğumuzda bir iş yaptığımızı sanıyoruz. Hayaller, bir değer üzerine bina edildiği zaman hayata değer katar ama olmayan bir yaşamın geleceği olarak düşünüldüğünde, çıplak kralın durumuna döner ama herkes kralın üzerinde elbise var sanır. Bu konuya ait birkaç örnekle konuyu izah etsek faydalı olacağı kanısındayım. Bir iş yerinde çalışan insanı düşünelim, genel müdür oradan ayrıldığı zaman olumlu ve olumsuzlukları hemen anlatılır, ancak yeni gelmiş olan bir genel müdür varsa onun aleyhine kimse konuşmaya cesaret edemez ancak iyi tezahürat yapılır ve pohpohlanır. Çünkü o hazır orada ve icrada olduğu için aleyhine olacak bir söz sizin iş hayatınızı bitirebileceği için, o perdeye kimse yaklaşmaz ve ürkerler. Yani gündem her zaman acıdır. Onun sorumluluğunu kimse üstlenmek istemez, ondan dolayı da bu tür ortamlar ahlar vahlar ya da hasret çığlıkları ile geçen geçmişten, doğrudan hülyalara dalınacak bir yaşama geçiş yaptıklarından ayaklarına bir taşın değmesini istemedikleri için bugünü atlayarak geçerler. Dolayısıyla acılar hayatlarının gıdası olur ama bunu fark edemezler. Politikacıların yine geçmişle ilgili ekmek tüp, yağ kuyruklarından bahsettiğini hatta ekmeği karneyle aldıklarını anlattıklarını görürsünüz, âmâ bu gün var olan kuyrukları söylemenin faturası olacağı için kimse onu gündeme getirmeyi düşünmez… Onun için insanlarımıza avazım çıktığı kadar bağırarak diyorum ki, horul horul uyku çektiğiniz ve uyanmak istemediğiniz hipnotize eden geçmişten gelen uykularımızdan uyanalım. Yataklarımızda yatarken geleceğin hayallerini kurarak düş görmekten kurtulalım ve yürümeye hangi adımla başlamak gerekiyorsa o adımı atalım. Yoksa adım atmaya hasret kalacağımız bir gelecek yakın tarihte bizleri bizden alıp götürecektir.

Medine de ashap neden Rabbimiz bizi savaşa sokmuyor bir an evvel savaş olsa da bu müşriklerin boyunlarını vursak diye hayal kurarken, hayallerinin çoğaldığı ve güllük gülistanlık bir düş ortamında yaşarken Savaşa çıkmaları onlara emredildi. Savaşı isteyen o ashap’ şimdi mi keşke şu zamanda olsaydı, hava sıcak, hurma mevsimi bunları devşirsek gibi bahanelere sarıldılar. Bunun üzerine rabbimiz o toplumu öyle dehşetli uyarıyor ki, ”Size ne oluyor ki, cihada çıkın denildiği zaman yerinize çakılıp kaldınız ellerinizdekini ebedi hayata tercih ettiniz, oysa cehennem ateşi daha sıcaktır.” Bazen deriz ya bekâra karı boşamak kolaydır diye… Evet, dostlar kişi elinde olanı ve olmayanı bilmeli, elinde olanlardan hareket ederek onlara bir anlam yüklerse hayat yaşamaya değer… Aksi halde pasif bir nesnenin yuvarlanmasını hayat diye tanımlamak insani bir özellikten uzak olur.

“Bu gün, kendin annen baban milletin insanlık canlılar âlemi ve Allah için ne yaptın diye hesap sorulacak günlerin arifesinde yaşarken, kendimize gelemeyeceksek; hayallerimizin hiçbir anlamı olmayacaktır. Duyarlı, vicdanlı, sorumluluk sahibi anın kıymetini bilen herkese çağrım bu günü olmayanın yarını olmayacaktır. Onun için bu günlerimizin sahibi olalım ve bu günlerimizi boşa heba eden yaşamlardan uzaklaşıp, ayağa kalkalım ve bir adımda olsa o adımı atıp yorulmaktan korkmayalım. “Ey Elçi Müminleri savaşa teşvik et… Yani mücadelenin olmadığı bir yaşam her türlü mikrobu barındırır. Hastalıklar hep durgun ortamlarda çıkar. Düşüncede yaşadığımız durgunluğu akışkan kılalım ki, eylemlerimiz an’a ait olsun… Yoksa düşünceler pasifleştiği zaman yarınların planını yapar, bu günden koparız. Bu günden kopmak demek diri diri mezara girmek için mezarcıyı beklemek olur.

Geçmişle avutan, yarınların hayallerini kurduran bu günü unutturan her anlayış düşünce fraksiyon ve siyaset algısı, insanlığı imha planıdır. Bu ihanetlere boyun eğen herbir insanoğlu hüsrandadır. Hüsranı hayra çevirmek için Güneşin doğumuyla her gün yeniden doğalım ve kendimize gelelim, yoksa güneş bir daha üzerimize doğmayabilir… Koştukça koşanlara yemin olsun ki… İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır, hayalleri ve beklentileri onu kurtarmayacaktır. Rabbim bizi anı yaşayan kullarından eylesin ki, yarınlardaki hesabımız kolay olsun…

Selam muhabbet saygı ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/16.04.2022/02.05


15 Nisan 2022 Cuma

EYLEMLERİN TUTARSIZLIĞI DÜŞÜNCEYE İNANCIN KAYBOLMASINDANDIR

“İnanmak ile mücadele ruhunun canlılığı arasında doğru orantılı bir ilişki vardır.” Düşünce olarak inanmadığınız bir anlayışı pratik yaşamınızda ölümüne savunmanız da mümkün değildir. Yaşam alanını genel olarak taradığımız zaman birçok yaşamların tarih sahnesinden silinip gitmesindeki en önemli faktörün, insanların yaptıkları işe tam anlamıyla inanmamış olduklarını görürüsünüz. İş yaşamındaki mücadeleyi yarıda bırakıp farklı alanlara yönelip, hep oralarda başarı arayan insanların bu tavırlarının arkasındaki en önemli etken, inanmadıkları işe başlamış olmalarıdır. İnanılan bir düşüncenin eyleme geçirilmesi haz verir ve insan yaşamını sürekli motive eder. Savaşların kazanılması da böyledir. Eğer bir savaşın kazanılacağına inanılırsa, insanların mücadele ruhları da ona göre bilelenmektedir. Ancak acaba biz bunu nasıl başarırız diye, gönülsüz olarak girişilen faaliyetlerin hepsi hüsranla sonuçlanır. Hüsran olmasa bile rakipleri karşısında her zaman pasif kalırlar ve savaşı yöneten olamazlar.

İnanmak her eylemin başıdır. Düşüncenize inanmanız, inancınıza inanmanız, cesaretinize inanmanız, milletinize inanmanız, ailenize çocuklarınıza inanmanız velhasıl-ı kelam atacağınız adım ne ise öncesinde oluşan düşünsel planlamasına inanmanız gerekir. Bunu dikkate almadan nasıl olsa yaşıyoruz yola çıkalım bakalım başımıza neler gelecek diye girişilen yolların sonu karanlıklara gebedir. Tarih boyunca düşüncelerine inananlar tarihin yönünü belirlemişler, acaba olur mu ki vs. gibi tereddütler barındıranlar ise ya piyon olmuşlar yaşadıkları ortamlarda ya da dökülüp kaybolanlar arasına girmişlerdir. Savaşanlar genellikle sağ kalanlardır, âmâ biz de ön saflarda savaşa girsek mi vs. diye düşünenler hep savaşın zayiatları arasına girerler.

Onun içindir ki, düşüncesi olmayan bir pratik olamaz, inancı olmayan bir düşünce de olamaz. Dolayısıyla inanç, düşünce ve eylemin bir bütünlük oluşturması mücadele için kaçınılmazdır. Toplumsal yaşamda bunların çok örneklerini görmek mümkündür. Herkesin duyduğu bir cümle var, “akıllı düşününceye kadar cahil dağları aşar derler. Aslında buradaki temel vurgu cehalet ve bilgi üzerine bir değerlendirme değil. Doğrudan inanan ile inanmada tereddüt yaşayanlar arasındaki ayırıcı ince çizgi anlatılır. Ama bizler hep oradaki cehalete takılıp kalırız. Cahil cesur olur deyimini de çoğu zaman duyarsınız. Cahil cesur olamaz. İnanç cesareti doğurur. Bir Bedevinin Allah’ın Resulüne hitaben, senin elçi olduğun doğru mu*Evet, peki senin getirdiğin din benden ne istiyor der. Allah’ın elçisi bu bedevinin içindeki samimiyeti ve yüzündeki inancı okur. Ona sadece Beş vakit farz namazları kılmasını şehadet getirmesini ve Allah’ı birlemesini söyler. Bunun üzerine Bedevi başka var mı der. Allah’ın Resulü hayır senin için bunlar var dediğinde, o zaman bedevi Vallahi ne bir fazlasını ne de bir eksiğini yaparım der ve gider. Bunun üzerine Allah’ın Resulü eğer söylediklerinde samimi ise cennetliktir der. Buradaki ince ayrıntıya dikkat edersek, Bedevi o kadar inanmış ve o coşkuyla bunların arkasında duracağını ifade etmiş ki, bu inanç onu cennetlik bir kimlikle anılmaya götürmüştür.

Eğer bir insan iliklerine kadar savunduğu düşünce ve anlayışın sahiplenenini olursa, o düşüncenin gücü onu yolda bırakmaz ve onun önünü aydınlatır. Sahip olduğu enerji katsayısını sürekli yükseltir. Her insan hükümdardır, Orison Sweet Marden’nin bu kitabında geçmişte okuduğum bir örneği sizlerle paylaşmak isterim. Hasta yatağında yatan bir liderin ordusu savaşa girer ve savaş günlerce sürer savaş kaybedilme aşamasındayken komutan gelir ve yatakta yatan liderinin kulağına, ordunun savaşı kaybetmek üzere olduğunu fısıldar. Hasta yatağında mecali kalmamış ülkenin lideri bu söz karşısında hemen doğrulur, savaş elbiselerini giyer ordunun başına gelir yeni taktikler verir, ordunun hücum safına geçmesini sağlar, bir anda savaşı kaybeden ordu savaşı kazanır ve Lider savaş sonrası yatağına gelir ve orada can verir. Buradaki güç inanç ve düşüncenin eylemler üzerindeki belirleyici gücü olduğundan kuşkunuz olmasın. Çanakkale ve Kurtuluş savaşını kazandıran enerji aynı enerjidir. Bitap düşmüş mecali kalmamış açlıktan kırılan bir millet yedi düvele karşı bu savaşlardan zaferle çıkıyorsa, bunu başka boyutlarda ele almak mümkün değildir. Mustafa Kemal’in Ben size Ölmeyi emrediyorum, Ordular İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri sözü çok anlamlı, manidar bir kamçılama ve motivasyon gücüdür. Savunma yenilginin başlangıcıdır, onun için daima taarruzda olmak gerekir diye inanıyorum.

Düşünce gücünü aktif ve çözüm üretir kılan, ona bağlılık ve inançtır. Seyit Onbaşı’nın o topu kendi başına sırtlanıp savaşın kahramanı olması onun inancının eseridir.20 yıl boyunca iktidarın çok başarılı olduğu dönemlerdeki enerji, saf ve inanmaya dayanan enerjiden kaynaklanmaktadır. Bugün sihaların ihaların varlığı savaş teknolojisindeki atılımlar böylesi inancın bir eseridir. Ancak son 5 yıl içindeki sürekli bir gerileme süreci ise inançsızlığın bir sonucudur. RTE’nin iktidar olmadan önceki konuşmalarına bakarsanız tamamıyla savunma ve kendi özüyle barışık vurgular yaptığını göreceksiniz. Hatta bir konuşmasında, bu ülkenin geri kalmışlığını dış güçlere bağlayarak açıklayanlar tamamıyla kendilerini aldatıyorlar. Eğer bir yerde sorun varsa, siz kendi özünüzü kaybettiğiniz için sorunlar da sizi kuşatmış demektir diyor ve dış güçlere bağlanan olumsuzlukları yerden yere vuruyor. Onun için de sürekli taarruzda olup yol alıyor. Âmâ ne zaman ki kendi düşüncesine olan inancında bir zayıflama ve düşünceleri ile yapılan işler arasında çatışmaların ortaya çıktığını görüyor, bunu geçiştirmek için, bu olumsuzlukların sebebini hep dışarıda aramaya başlıyor ve içerdeki hainler ve işbirlikçiler diye izaha çalışıyor, o zaman da ciddi bir zaaf ve zayıflık oluşuyor. Bu zaaflar beraberinde işlerin çözümünün zor olduğu inancını beraberinde getiriyor. Sonrası yaşadığımız tablolar… Hz. Ali’nin çok sevdiğim bir sözü var, ”Bahane üretmek insanın kendisine karşı söylediği en büyük yalandır”. Evet, biz belli bir dönemden sonra düşünsel yoğunluğumuzdaki boşlukları gidermek ve düşüncemize olan inancımızı gözden geçirmemiz gerekirken hep bahaneler üreterek günü kurtarmayı düşündük, sonrasında da kendimize olan inancımızı kaybettiğimizde insanların bize olan güvensizlikleri de kendiliğinden oluştu.

Siz kendinize inanırsanız, sizin dışınızdakilere güven verirsiniz, âmâ siz kendinize olan güveni kaybetmişseniz, sizi birileri zorla bu işi neden yapmıyorsun haydi destekleyelim de kalınan yerden devam et diye takviye etmeyeceğini anlamak ve bilmek zorundayız. Güz ortasıydı, çeşitli ilerde tanıdığım birçok üst düzey bürokrat arkadaşla görüştüğümde hepsinin ortak cümlesi şuydu, bundan sonra acaba nasıl olacak hiç iyi değiliz bu zorlukları aşacağımıza inancımız kalmadı, işimiz Allah’a kaldı diyorlardı. Benim onlara söylediğim şuydu; siz işin içinde olan insanlar olarak yaptığınız işe inancınız yoksa benim gibi dışarda olanlar size neden güvensin ve hangi gerekçeyle sizin bu işlerin üstesinden geleceğinize ikna olsun. Onlar ise kafalarının karışık olduğunu sonucu kestiremediklerini söyleyerek bir anlamda rahatlamış oluyorlardı. Oysa bana göre bu, çözümsüzlüğün ve başarısızlığın yegâne sebebiydi. Ekonomi kötüye gitmeye başladığı zaman da bile RTE’nin tavrı biz bu işin üstesinden geleceğiz demek oluyordu. Yani her şeye rağmen kendisine inanmaya çabalıyordu ve hala da öyle… Ancak bir insanın düşüncesi kolektif şuura dönüşemiyorsa o enerji oluşturmaz. Bu gün ki yaşadığımız ortamdaki kararmanın en önemli sebebi, düşünsel ışığın tükenmesidir. Bu da kendi düşüncemize inancımızın kaybolmasıdır. O zaman İnanılmayan bir düşüncenin eylemi nasıl oluşur dersiniz. Kaos ve çözümsüzlüktür. Yeni Maliye Bakanın gözüme iyi bak ne görüyorsun, ışık, yani ekonomi gözdeki ışık ifadesi avamı dille anlamlı olabilir, ancak gözün uyku modunda olduğu ferinin kaybolduğu ortamda, olmayan ışığı gözünde görmesini istemesi o ışığı getirmez. Işık düşünsel parlaklığın ve inancın bir sonucudur.

Kaybedilen güveni kazanmanın yolu, yarınlarda insanların başına ne geleceğini ve kazanılmış imkânları kaybetme korkusunu vererek, onları yeniden kazanma düşüncesiyle olmaz. Dik duruş ve kendi düşünsel birikiminize inanmanızdan geçer. Ancak bizim toplumda dikleşmek cebelleşmek ve ötekileştirmek ile dik durmak hep birbirine karıştırılmaktadır. Dik durabilmenin en önemli koşulu sağlam bir düşünsel yoğunluk oluşturmak ve düşünsel birikime, ama acaba gibi şüpheleri karıştırmadan inanmaktan geçer. Bu inanç oluştuğu zaman güvensizlik ortamı kendiliğinden güvene döner. Kendi özünüzdeki sorunları imha edip, kendinizle barışıp kendinizle yüzleşerek hataları hata olarak görüp yeniden bir doğuş gerçekleştirme yerine, hep saldırı suçlama ve olumsuzluğun faturasını başkasına keserek insanları ikna edeceğimizi sanıyorsak sadece kendimizi aldatırız. Kendi lise hayatımdan bir örnek vermek isterim sosyal bilimler bölümü öğrencisi olmama rağmen Fen ve Matematik dersi en iyi olan öğrencilerden biriydim. Hocalarım benim için, Fen dersleri çok iyi olmasına rağmen Sosyolojiyle kafayı yiyen diye tanımlarlardı. Bu matematiği yazan, bu fizik kurallarını oluşturanlar insan beyni olduğuna göre, ben bunu anlamayacaksam ve bundan daha iyilerini ortaya koyamayacaksam o zaman ben insan beyni taşımıyorum diyerek bu derslere asıldım ve kısa zamanda en üst notları aldım; hatta Elektronik mühendisliği yapan bir arkadaşıma fizik dersini tamamıyla ben çalıştırmıştım. İnanmakla başarmak birbirinin besleyenidir. İnanmayı, annenin göbek bağı olduğunu düşünürsek, başarmak göbek bağıyla beslenen bebektir. Bağ kesildiği an bebeğin yaşama şansı yoktur. Onun içindir ki, yeniden kendimize gelmek zorundayız. Herkesin gittiği yoldan gitmek zorunda değiliz, aynı zamanı harcamamız gerekmiyor âmâ inandıklarımızı gerçekleştirmek için sıkı bir efor ve samimi mücadele gerekiyor.

İnsanlarımızı kendi ellerimizle harcadık… Her insanı devlet kurumlarında maaşını alan sırtını devlete dayayan ve devletin imkânlarını kullanarak zenginleşmeye çalışan varlıklar haline getirdik. Oysa insanlarımızı kendine güvenen düşündüklerinin pratiğini ortaya çıkaracak özgüveni yüksek, yapacaklarını planlayarak yapan ve onlar için de, devlet olarak uygun zeminler oluştursaydık, bizim çehremiz şimdi bambaşka olurdu. Suratımız düşmüş yüzümüzden düşen sinek bin parça oluyor ne yapacağını şaşırmış nerden geldim İstanbul’a diyen, Burhan Çaçan gibi psikolojiye sahipsek bunları tabi ki sorgulamak zorundayız…

Ümitsizlik psikolojisi kadar insanları imha eden tehlikeli başka bir hastalık yoktur. İnanç denilince herhangi bir dine inanmaktan bahsetmiyorum. Elbette insanın bir inancı vardır ancak buradaki inanç düşüncenin oluşumuna neden olan tohumun sağlam olmasıdır. Yani insanın kendi özüyle yoğrulması ve özüne anlam kazandırmasıdır. Tarihte 16 tane devlet Kuran Türklerin bu destanımsı hayatları tamamıyla inanmaktan geçiyor. Eğer Kurtuluş savaşında şehitlerimizin o inançları olmasaydı bugün içinde yaşadığımız ülkemiz olmaz, devletimiz de kurulmazdı. Millet olarak bizde en çok olan şey kendimize inanmamızdır. Ama ne yazık ki, bu gün gençlerimiz bu inancını kaybetmiş ve başkalarının ortaya koyacağı yaşama daha çok inanır olmuşlardır. Bunun temel sebebi kendimize inanmamız gereken değerlerimizi hafife alarak insanlarımızın bu değerlere olan bağlılıklarını ve inançlarını refüze etmemizdir. Siz inanmazsanız başkalarını inandıramazsınız. Sözlerle, ifade etmiş olmak inanıldığı anlamına gelmez. Çünkü sözlerin sağlamasının yapıldığı yer yaşam alanıdır. Yaşam alanındaki çelişki tutarsızlık ve sürekli yön değiştirmek bir değere karşı bağlılık ve inancı imha eder. Onun için Yüce Rabbimiz bizlere öyle bir uyarıda bulunuyor ki, kendimize gelelim diye…”Ey İman edenler yapmadığınız şeyleri neden söylersiniz, Allah katında en sevilmeyen şey yapmadıklarınızı söylemektir.”

Bu ayetten sonra bir şey yazmak içimden gelmiyor, düşünsel gücümüzün bir devrim dönüşüm ve medeniyet oluşturması için, iç âlemimizde yeni bir medeniyet inşa etmemiz gerekiyor. Yönelim, istek, inanç, düşünce ve eylem sürecini iyi düzenlemek zorundayız. Bu süreci doğru yönetirsek ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, İbrahim’i ateşe atacaklarının haberini ona verdiklerinde Allah ne güzel vekil ve o ne iyi Mevla ve yardımcıdır diyerek yoluna devam eder. Sonrasında mücadelesine karşı bu bağlılıkta, samimi olan ve çıkardan uzak bir kalbi mutmain olan kulu, Allah yalnız bırakır mı: ”Biz ateşe dedik ki, İbrahim’e karşı serin ve esen ol…”Bu tamamıyla inancın zaferidir kula tanınan ayrıcalık değildir. “Müminler felaha erdi ”diye mazi fili ile başlayan ayet herkesi kuşatmaktadır. Dolayısıyla mücadele ruhumuzu yeniden kazanalım ve kendimize gelelim, bunun için öncelikle inancımızın şekillendiği yüreğimizi tertemiz arı ve duru kılalım ki, aydınlık yarınlar bizi es geçmesin…

Selam olsun inandıklarından şüphe etmeyenlere… Selam muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/15.04.2022/02.22


14 Nisan 2022 Perşembe

YAŞAMAK İÇİN YAŞATMAK GEREK


Toplumlar çoğu zaman kendi yaşam alanlarından edindikleri tecrübelere göre, hayatta belli bir yeri olan kavram ve terimlere yeni anlamlar yükleyebiliyorlar. Bu yeni anlamlarıyla tanımlanan kavram ve terimler, tecavüze uğramış gibi iğreti bir hal alıp anlamsız bir duruş sergilerler. Hangi kavram ve terimlerin böyle bir bahtsızlık yaşadığını bütün boyutlarıyla burada ele almamız mümkün değil, ancak hayatımızın içinde çokça gördüğüm bir iki kavram üzerinden toplumsal yaşamda oluşan farklı algı kodlarına değinmek yerinde olur kanaatindeyim.

Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımızda öyle kulağa hoş gelen ama içeriği anlamsızlaştırılan örneklere rastlıyoruz ki, çoğu zaman ben bunları gördüğümde insanlığımdan utanmıyor değilim. Özellikle Dini günler geldiği zaman bunlara çokça denk geliyoruz. Ramazan ayı herkesin bildiği üzere hayırların yapıldığı ay olarak bilinir. Ancak bu hayırlar sivil toplum örgütleri ve kişiler arasında yapılması gerekirken, resmi kamu kurumlarının da bunlar arasına girdiğini gördüğümde sorgulamadan edemiyorum. Yerel yönetimlerin Seçimler yaklaştığı zaman ya da kendi hizmetlerini halka tanıtmak istediğinde, şu kadar fakire giyecek yiyecek kap kaçak ve yakacak yardımı yapıldı gibi açıklamalar hakikaten farkında olarak ya da olmayarak, yönetimin prestijini ne kadar aşağıya çektiği bilinmez. Kamu kurum ve kuruluşları sorunları giderip her insanın insanca yaşayacağı ortamı oluşturması ve insanlara elinin emeğiyle geçim sağlayacağı ortamları sunması gerekirken, şu kadar insana şu kadar yardım yapıldı demek çok çirkin bir tutum olduğu kanaatindeyim.

Kamu kurumları, bulunduğu yerdeki insanların onurluca yaşamaları ve kimsenin önünde eğilmemesi için, onlara insanca yaşayacağı iş ortamlarını oluşturması zorunludur. Ama kendi bünyesinde ama kendi alanının dışında özel firmalar bünyesinde istihdam yaratmak onun asli görevlerindendir. Bu asli görevlerini yerine getirmeyen ya da o alana ağırlık vermeyip, insanların ihtiyaç sahibi durumuna düşmesinden bir getirim devşirme içine girmesi utanç verici bir manzaradır. Kamu kurumları yardım yapar ancak nasıl yapar bunun kriterleri olmalıdır. Hiçbir siyasi ve taraftarlık gözetmeksizin yönetimi altında bulunan insanlara sosyal devlet yönüyle yaklaşıp, insanları iş sahibi yapana kadar onların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu davranış vatandaşın yönetime karşı bir minnet borcu içine girmesini gerektirmez. Ayrıca bu uygulama vatandaşa bir şantaj malzemesi olarak ta kullanılamaz. İşsizlik fonunda biriken 130 milyar lira bütçe olmasına rağmen, bu bütçenin toplanma amacına uygun kullanılmaması içler acısı bir durumdur. Gün içinde en yetkili ağızlardan duyduğum açıklamalar doğrusu beni şaşırttı, işsiz insanlar istihdam edildiği takdirde en az 6 ay gibi bu insanları istihdam eden firmalara bu bütçeden para aktarılacağı ve maaşların bu kaynaktan ödeneceği anlatılıyordu. Dışardan baktığınız zaman ne kadar da güzel bir uygulama, insanlar iş sahibi olacak diyorsunuz, ancak elde edilen kazanım firma sahiplerinin cebine gidecek, çalışacakların maaşı ücreti işsizlik fonundan ödenecek. Bu nasıl bir çelişki değil mi sizce de. Yani işsizlik fonu patronların çalıştırdığı elemanın parasını ödeyecek, elde edilen kazanımlar patronların kasasına girecek, Patron ne kadar insan istihdam etti denilerek ödüllendirilecek yani anlayacağınız işsizlik fonu da patronların tıkanıklığı için kullanılacak… Sonrasında Yerel yönetimler ve Sosyal yardımlaşma fonu eliyle, valilik ve kaymakamlıklarda ihtiyaç sahiplerine dağıtılan paralar sadakaya alışan insanlar yaratacak… Neresinden bakarsanız bakınız tutarsızlıklar üzerine oturtulmak istenen uygulamalarla karşı karşıyayız.

Yerel yönetimlerde bu yardımlara alıştık her neyse dedik, ancak merkezi yönetimin kendi vatandaşına yardım yaparak halkı dilenen duruma getirmesi aşağılayıcı ve insanları kişiliksizleştirme operasyonu olduğuna inanmaktayım. Bir ülke kendi imkânlarını tasarruf ederek ülke dışındaki ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyorsa bu her zaman övgüye layık bir davranıştır. Ancak bu davranışın övgü alabilmesi için kendi yönetimindeki insanların genel sorunlarını çözmüş olması gerekir. Bunlar her geçen gün çoğalıyorsa, siz dışarıya aktarım ve reklamasyon derdindeyseniz, yönetim olarak doğru gitmeyen işler var demektir.

Merkezi yönetim, yardımları ancak düşkünlere ve kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayamayacak durumda olan fiziki ve zihinsel engelli vatandaşlarına yapar. Eli tutan ve ayakları yürüyen zihni idrak edebilecek olgunluğa ulaşmış baliğ olan her vatandaşına iş oluşturmakla görevlidir. Ya da iş oluşturacak imkânlar oluşturup onların üretime katkı sunmasına destek olması gerekir. Devlet bir denetleme ve organizasyon kurumudur. Bunları yapamayan devlet başka işlerle ne kadar meşgul olursa olsun, kendi asli görevini yapmadığı halde başka alanlarda sivrilmekle telafi yapar ancak. Bu da eksikliklerinden kaynaklanan kompleksli bir durumun yarattığı travmaları hafifletme yollarıdır. Devlet asli vazifesini yerine getirmek zorundadır. Bu görevini kimseye tevdi edemez. Uzun zamandır nereden buldun yasası diye bir çalışma yapılıyor, ancak insanların nerede nasıl kaybettiklerinin araştırılması hiç yapılmıyor. Oysa nerede kaybedenlerin yaşamları iyice araştırılsa, nereden buldun yasasının ne tür kurnazlıklar barındırdığı da anlaşılmış olacak. İnsanların kazançlarının %65’ne ortak olan devlet, zarar olunca hiç oralı olmaz ve kendi alacağını almak için gerekirse ineği kesimhaneye gönderip etini alıyor veyahut ta satarak ortağının nasıl yaşadığını ya da yaşayacağını hesaba katmıyorsa, bu durumda imkânsız insanların sayısını arttırarak yardım alacakların sayısını katlamış olmaktadır.

Ancak nerden bulursan bul getir onları kayıt altına al, vergini ver kazancın kutsallaşmış olsun diyorsa, devlet çıkar devşirme aracı olmaktan başka bir işe yaramaz. Devlet öldüren değil dirilten olmalıdır. Bir insan ticari müessesesinde işleri bozuluyorsa, hemen tüm resmi kurum alacakları o esnafın kapısına dayanıyor, ölmeden önce bundan ne alabiliyorsak bir an evvel koparalım, yoksa batarsa bu bir daha çamurdan çıkamaz diye düşünüp insanı canlı canlı imha edebiliyorlar. Bu davranış şekli yönetimin insanları perişan etmek için seçtiği en kalıcı ve çıkar devşirme yolu ise insanlar köle olur, yönetimde onları nesne gibi kullanan bir efendi olur. Onun için diyorum ki, devlet önce devletin varlık gerekçesini ve devamlılığının nelere bağlı olduğunu iyice anlamalı, ondan sonra toplumsal yaşamı yönetmek için alana inmelidir. Yoksa sadece patolojik ortamlar yaratmanın ötesinde bir icraatı olmaz.

Ülkemiz gerçekliğine doğru bakışla bakmak istersek, yönetim anlayışımız doğrudan insan öğütme ve harcama düzeneği üzerine kurulmuş gibi iş yapıyor. Her geçen gün bu olumsuzluklar katlanarak devam ediyor. Yerel mülki amirlikler son dönemde insanlara para dağıtmakla meşguller. Yakın zamanda kendi bulunduğum ilçenin kaymakamlığı ciddi bir para dağıttığını biliyorum. Yani toplum doğrudan alan el oldu. Oysa onlara verilen o paralar bir başkasının evine ekmek götüremediği çoğu zaman siftah yapmadığı ticarethanelerden zorla alınan vergilerden oluştuğunu biliyorum. Neden zorla, çünkü kazanmadığı parayı devlete veriyor ki ceza gelmesin diye; dolayısıyla zorla alınan bir paradır bunlar. Peki, devlet kendisine emanet edilen ve amacına uygun kullanılması gereken bu paraları, istediği gibi istediği yerde kullanma hakkına sahip midir? Devlet, emanetleri emanetin veriliş amacına uygun organize edip koordinasyonu sağlamak ve devletin devamı için sürekliliği oluşturmakla görevlidir. Ne yazık ki, kavram ve terimlerin anlamlarında ciddi bir deformasyon olduğu zaman, neyi doğru anlarsınız ki, her şey birbirinin içine girer karmakarışık bir yaşam oluşur bu gün olduğu gibi…

Devlet, insanlardan alırken atın tamamını alıp ayağındaki nalları geriye bırakıp yeni alacağın atın ayağına bu nalları çakarsın en azından bir nalın var diyecek bir mantığa sahipse, bu devletler sadece insanları imha ederler ve kendilerine bağımlı köle ve kullar oluştururlar. Köleler, efendilerinden gelenlerle yaşamlarını sürdürmeye alışmışlarsa, orada devletin ne kadar insana, ne kadar yardım ve destek yaptığını bir hizmet mantığı ile anlatması en doğal yaşam haline gelir. Gerçekten ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının karşılanması reklamı yapılacak bir hizmet kalemi içinde yer almaz. O bir utanç vesikası olduğu için insan onu gizlemek ve üzerini örtmek zorundadır. Oysa bizim toplumda bunlar hep bir övünç kaynağı oluyor ve madalya alabiliyorsunuz. Ben isterdim ki, yerel yönetimlerin ve merkezi yönetimin şu kadar aileye şu kadar yardım yaptık, bütçe içindeki payı budur demeleri yerine, şu kadar ilde şu kadar yani üretim tesisi açtık, şu kadar gelir elde ettik, bunların şu kadarı şu ülkelere ihraç edildi, buralarda şu kadar insan istihdam ettik, aileleri de düşünüldüğü zaman işsizlik oranımız her geçen gün azalarak dip noktalara vardı deselerdi; o zaman ayakta alkışlamak bize bir borç olurdu en erdemli tavır olarak bu eylemleri tarihin aydınlık sayfalarına unutulmayacak harflerle kaydederdik… Ne yazık ki yönetimler halkını fakirleştirip, sonra bu insanlara koklatarak onlara bir anlık bir nefes olduklarında, bunu bir hizmet ve onurlu bir davranış olarak anlatmaktalar.

Böylesi bir anlayış değişmediği sürece toplumda sadaka alanlar her gün artacak ve yönetime gelen kim olursa olsun bu tavırları bir hizmet kalemi olarak gururla anlatacak. İnsanların ellerini ayaklarını kırmayın ve onlara baston da vermeyin bastonlarınız sizin olsun…

Herksin anlattığı ve neredeyse camiye giden siyer okumuş çocuklarında bildiği tarihi bir gerçek var… Hz. Ömer döneminde zekât verilecek fakir kalmamıştı denilir. Tarihten örnek verilir, ama kimse yaşadığı ortamı örnek vermeye cesaret edemez, neden çünkü herkes bakıma muhtaç engelli konuma getirildi de ondan… Ben isterdim ki yaşadığımız çağda insanlar yardım edecek ve elinden tutacak bir fakir bulamaz hale gelsin, herkes mutlu huzurlu ve ailesinin geçimini kendi imkânlarıyla rahatlıkla karşılayabiliyor, arta kalan zamanlarını da felsefe sanat spor, doğa gezileri ve sosyal yaşam alanlarında gönüllü çalışan olarak geçiriyorlar denilseydi. Bunların söylenmediği ve söylenebilecek çalışmaların yapılmadığı ortamlarda insanlık hep dünyanın karanlık yüzünde yaşamaya mahkûm olur. Bu mahkûmiyetleri ancak can bedenden ayrıldığı zaman son bulur ve özgürlüğe kavuşur.

Kendi iç sezilerime dayanarak ve inanarak diyorum ki, yaşamak istiyorsanız yaşatacaksınız, yaşatmadığınız her gün için, yaşam alanınızdan on kat fazla gün silmek zorunda kalırsınız. Dilenen ve almak zorunda kaldıklarıyla yaşamlarını devam ettiren insanlara yapılan yardımlar ve o insanların sayısıyla övünmeyi herkes bıraksın, bu utanç sayfasını bir daha açmaktan hayâ edin ki, utanılmayacak eylemlerin içine girecek zihinsel yeni kurgular geliştirilsin…

Yaşamın güzel olduğunu anlamak istiyorsanız şu denklemi yaşadığınız ortamda uygulamanızda bir sakınca yoktur. Ne kadar çok insana ihtiyaçlarının karşılanması için yardımlar yapılıyorsa, o toplumda o oranda sağlıksız bir yaşam ve adil olmayan bir sistem var demektir. Başkasından ya da kamu kurumlarından destek alarak yaşamlarını sürdüren insanlar yok denecek kadar azaldı ve herkes kendi emeğiyle yaşamını sürdürecek duruma geldi, sadece muhtaç ve düşkünlere yardımlar yapılıyor bu da yok denecek kadar diye bir açıklama duyarsanız biliniz ki orası huzura çok yakın ve adalet yavaş yavaş buralarda doğmaya başlamış demektir. Bunun dışında anlatılan masalların hiçbirisi kimsenin karnını doyurmadığı gibi yaşama bir katkı da sunmayacak, sadece hayaller ve umutlar vaat edilerek ömrünüzü tüketecektir.

Ömürler tükenmeden uyanmak ve kendimize gelmek dileğiyle diyorum… Ülkemiz ve milletimizin bir an evvel dünyaya yayılan bir umut ve huzur ışığı olmasını rabbimden niyaz ediyorum herkese selam ve muhabbetlerimi iletiyorum dualarda buluşmak ümidiyle…

Bahadır HATAYLI/14.04.2022/02.15



                                          

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!