Bu Blogda Ara

13 Nisan 2022 Çarşamba

HİKMET HAKİKATIN İÇİNDE GİZLİDİR

Her olumsuzluğun içinde bir hikmet arayan toplumlar, hikmetten yoksun kalırlar. Çünkü hikmet, olumsuzlukları meşru kılmak için ona olumlu bir kılıf geçirerek onu legal hale getirme eylemi değildir. Hikmet ayrıntılarda doğru ile yanlış arasındaki farkı görerek, yanlışlardan uzaklaşıp doğruya sarılma tavrıdır. 

“Eğer siz yanlışlarınızdan uzaklaşır günahlardan arınır ve Allah’tan hakkı ile sakınırsanız, Allah size ummadığınız yerden rızık verir ve doğru ile yanlışı ayıracak Furkan’ı(kabiliyeti)size bağışlar.”

Şeyh, lider, hoca, ağa, reis vs. gibi ululaştırılan şahısların kutsandığı ortamlarda, insanların aydınlık yarınlara ulaşma imkânı ellerinden alınır. Bu tür toplumlarda zihinsel kurgu geliştirebilme mekanizmaları imha olur. At gözlüğü takmış olan bu insanlar, o gözlüğün dışında kalan her uyarıcıdan ürkerler ve korkuyla uzaklaşırlar. Çünkü gördüklerinin dışındaki uyaranların onlar için kurulmuş bir tuzak olduğunu, dolayısıyla onlara ne kadar gözlerini kapar, onlarla karşılaştıklarında avazı çıktığı kadar bağırırlarsa, tehlikeyi o kadar uzaklaştırdıklarına inanırlar. Bu toplumlar genellikle duygu ekseninde yaşayan ve inançlardan beslenen toplumlardır. Oysa Âlemlerin Rabbi, insanı her zaman düşünmeye, farklılıkları görmeye çağırmasına rağmen, insan, biz bunu atalarımızdan gördük ondan başka doğrunun olacağını da zaten sanmıyoruz diyecek tavırlarla bu tür ortamlarda hakikatlere sırtlarını dönerek uzaklaşmayı tercih ederler.

“Yüzünü çevir semaya bir bak, onda bir çatlaklık eksiklik görebiliyor musun, hayır göz aradığını bulamaz yorgun ve bitap düşerek tekrar sahibine döner.” İnsan, muhteşem semanın donatılmasında, direksiz boşlukta durmasında nelerin gizli olduğunu anlamaktan uzak ve bu basireti yakalayamamışsa, yaşadığı ortamdaki rutin dışındakileri nasıl görebilir ki!

İnsan, alışılmışlıkların kurbanı olmayı tercih eder de, iradesiyle karar verebilme erdem ve cesaretini gösteremez. Ondan sonra da insan olduğunu anlatarak biyolojik bir ağırlık olmasıyla övünmeyi kendine layık görür. İnsan her an değişim süreci içinde yenilenen ve gelişen bir varlık olma özelliğine sahiptir. Ancak bu özelliğini neredeyse kullanmayı kendisine haram kılmış bir yaşam ortaya koyar. İnsanın kendisiyle olan bu paradoksunu anlamak ve açıklamak o kadar kolay olmuyor. Ancak Yüce yaratıcı insanın bazı özelliklere sahip olmasıyla bu yaşamları yaşar olacağını haber veriyor.

İnsan unutkandır, acelecidir, nankördür, cahildir, fesat çıkarır, kibirlidir, yüz çevirir, günahkârdır, nefsini ilah edinir, kolayı tercih eder, güce tapar, yarınları hesap etmez, hesabı düşünmez, aklını kullanmaz, çoğunluğun peşinden gider, sorgulamayı sevmez, asidir ve her şeye güç yetireceğini sanır, kendisini kendisine yeter görerek hakikatten uzaklaşır ve sapar… İnsan, yaratılış hamurunda bunları taşıyan bir varlıktır. Ancak bu kadar karmaşıklığı hamurunda barındıran bu varlığa, ne zaman ki Allah kendi ruhundan üfler, ona ilahi bir özellik kazandırır o zaman kaydedilmeye değer bir varlığa dönüşür. İnsanı o karmaşık hamur olmaktan çıkarıp derecesini yukarıya çeken Allah’tır. Buna rağmen insan çoğu zaman o ilahi özelliğini hatırlamaz da çamur olan o karmaşık ortama takılıp ondan zevk almaya başlar. İşte o zaman nefsini kendisine ilah edinir. Nefsin ilah olarak benimsendiği bir ortamda, nefis ne tarafta, nefse hitap eden bir yer varsa, oraya sığınır ve onun gölgesinde varlığını sürdürür, ama buna rağmen hala insan olduğunu anlatmaktan da geri kalmaz. Oysa insanı İnsan yapan, İlahi ruhtan ona üflenmiş olmasıdır. O ruh yok ise insan değil, sadece her gittiği yere döküntülerini taşıyan bir çamur kalır. İnsan bu kaostan kurtulmadan, iradenin kontrolünde ve özgürlüğe açılan pencereden gelen aydınlıklara hayran olması düşünülemez. Dolayısıyla özgürlüğünü kaybetmiş bir varlık, ilahi ruhu kendi içinden atmış varlıktır. Bu gün ortalıkta insan olma vasıflarından uzak etrafı dolduran biyolojik canlılık emareleri olan objelerin, U-O-T üçlüsü doğrultusunda devinim gerçekleştirmelerini, özgürce atılan adımların sonucu bir eylem olarak görmek mümkün değildir.

Özgürlük sunulan seçenekler arasından tercih yapmak değildir. Özgürlük seçenekleri, insanın kendisinin belirlemesi ve istemediklerini de hayatından rahatlıkla uzaklaştırabilecek özellikte olmasıdır. Semanın muhteşemliği içinde arayışını sonlandıran ve ne aradığını bilmeyen bir varlık, alışılmışlıkların kurbanı olarak yaşamaya mahkûmdur. Alışılmış hayatları bir tercih gibi isteyerek yaşamak, akıl ve iradenin devre dışında kaldığı bir hayatın taşıyanı olmak demektir. Günümüzün insanı, irade dışı bir hayatın mekanik taşıyıcı robotu hükmündedir. Bu özellikte olmayanlar çok duyarlı ve aklını kullanmayı bilen iradesini her eyleminde eylemin karar mekanizmasının başına oturtanlardır. Onlar da zaten aynileşmeye önem veren toplumlarda gözle görülmeyecek kadar sınırlıdır. Onlara selam olsun…

İnsan, kendi yaratılış serüvenini anlamak için merak etse, kendisini bulacak. Ama insan önüne konulanları iyi bir tüketici ve kullanıcı olduğunda, kendisine anlam verir duruma geldiği için, o serüvenin ne olduğunu merak bile etmez olmuştur. Oysa İnsan, yaratılış hamurunun kıvama geldiği anda ona üflenen ilahi ruhla insani kimliğini kazandığı alenen ortada olmasına rağmen, o kimlikten bağımsız oluşturduğu her yaşamın kendisini tanımladığını sanmaktadır. Ondan dolayı da önüne gelen her şeye inanmaktadır kendi özü haricinde…

İnsanın özü Yaratıcıyı tanıyan bir gen barındırmaktadır. Yaratıcıyı tanıyan öz, kesinlikle yaratıcı dışındakilerin kurtarıcı ve bağlanıcı bir hüviyete sahip olmadığını içinde yaşadığı bedenin sahibine deklare eder. Ama insan o özün değil, bedenine dokunan duyusal uyaranlara göre bir yön çizdiği için, özden bağımsız bir yaşamın sürünen deneği olup çıkar. İşte, asıl mesele de burada başlar. Denek olduğunu fark etmeyen, alışılmış yaşamları severek kuşanan bu varlıklar, hamurunda bulunan özelliklere göre yol alır. İlahi ruhun etkileme gücü ortadan kalkar, ta ki insan Ahsen’i takvim düzeyinde bir seçim yapana kadar…

Bu açıklamaları insanın genetik olarak taşıdığı özelliklerinin, yaşam alanındaki eylemlerini belirmede önemli bir özelliğe sahip olmasından dolayı ifade ettim. La, demeyi beceremeyen insanın hayatına hükmeden yığınlarca ilahlar olur. Ondan dolayıdır ki, Rabbimiz, öncelikle La İlah’a diye başlıyor mukaveleye, bu aşamayı sağlıklı geçmeyenlerin çıkacakları yol, ne tarafa nasıl ne zaman gideceği pek belli olmaz. Âmâ bu ilk aşamada çok sağlıklı bir tavır oluşturanlar, ardından çıkacakları yolun nereye kime ne amaçla ne zaman gideceğini çok iyi bilirler. Çünkü İllallah… Ondan dolayıdır ki bu ifadenin adı tevhittir. Birlemektir. Her ne olursa olsun hayatın her anına ve noktasına ondan başka müdahale edecek ve yönetecek bir gücün olmadığına yakinen inanarak yola çıkmak yolun aydınlanmasını beraberinde getirir ve size hikmeti kavratır. Çünkü hikmet aydınlıktır. Hem tanıma hem tanımlama fırsatı size sunar. “Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan alıp aydınlığa çıkarır. Küfredenlere gelince(yani hakikati örterek onu görmek istemeyen ve ona karşı kalplerini ve gözlerini kapatanlar)onların dostu yardımcısı da tağutur. Onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. Onlar ateş ehlidir ve orada ebedi kalacaklardır.”

Rabbimizin yukarıdaki beyanına dikkat edersek, Allah karanlıklardan aydınlığa yani bir aydınlık var ona götürüyor. O aydınlıklık, La diyerek tüm ilahların karanlığına dur diyerek, Allah’ın tek ilah olarak hayata hükmetmesini istediğimiz yolun aydınlığıdır. Bu yolda nesneler sujeler alenen tanınır ve tanımlanır, tanıma güçlüğü çekilen bir şey kalmaz, kalırsa ki onlar da aklımızın ermedikleri olacaktır, o zaman Rabbimiz bize bir mani çıkararak ondan uzaklaşmamızı sağlayacaktır. İşte bu tanıma ve fark edişin adı hikmettir. Gittiğimiz her ortamdan ve yerden nimetlerin tadını alarak duraksız bir yolculuk yapabiliyorsak ne mutlu bize… Çünkü bu yol mutlaka daima yolda olmayı gerektirir. Onlar her halükarda Rablerini tespih ederler ’in karşılığına denk gelen hayattır bu… Oysa Hakikati Örtenler ise apaydınlık bir yoldan alınıyorlar karanlıklara yani birçok karanlıkla baş başa kalıyorlar. Peki, karanlıklar içinden nesneleri aklınıza gelebilecek her şeyi tanımanız tanımlamanız ve şudur diye bir çıkarımda bulunmanız mümkün müdür asla… Çünkü görmediğiniz bir şeyi tanımlayamazsınız. O halde karanlıklar içinde yaşayarak o karanlıkların da hikmetli bir yanı var diyecek kadar hakikatle alakası olmayanların bir toplumsal yaşamda belirleyici olması nasıl değerlendirilir. Karanlıkların daimi yaşayanları o karanlıklardan aydınlık bir ışık çıkacağını sanıyorlarsa kalan yaşamlarını da harap ederler. Onun içindir ki, hikmet ancak aydınlık bir ortamın belirleyici çizgisidir.

Konunun başında zikrettiğim ululaştırılarak kutsallaştırılmış fanileri kurtarıcı sananlar, aydınlıklardan alınarak çok çeşitli karanlıkların birer yolcusu olduğunu iyi bir idrak etmeleri gerekir. Nur üstüne nur ancak Allah’tır. Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur. Hz. Ömer’in, Allah Resulünün sefere giderken gölgelendiği bir ağacı, kutsayarak ona olağanüstü bir anlam yükleyen toplum olmasın diye o ağacı kestirmesi berrak bir anlayışın yayılmasını istemesinden başka bir şey midir ki!

Günümüzde insanların Allah dışında birilerini kurtarıcı konuma getirip, onu erişilmez ve eleştirilmez kılmalarının adı, doğrudan Allah dışında başka ilahların emrinde yaşamaktır. Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur. Hiçbir fani günahsız değildir. O halde insanın hakikate şahitlik yapacak bir çizgiye yükselmesi, Hakikatin tanınması ve sadece hakikat uğruna mücadelenin kaçınılmazlığını anlamasına bağlıdır. Kişilerin iradi zayıflıklarından ya da doğruyu tam idrak edememelerinden kaynaklan hatalarını ortaya koyanları, hakikate karşı oluyormuş gibi değerlendirmek o kişileri ilahlaştırmaktır. Hakikat ile hakikat uğruna mücadele ettiğini sandığımız fanileri eşdeğer kılarsak, fâni olan fertlerin ortaya çıkan yanlışlarının faturasını, hakikat ödemek zorunda kalır ki, bunun adı hakikate zulüm olur. Bilerek ya da bilmeyerek yaşanan bu olumsuzlukların önlenmemesi halinde, yarınlar hakikatin öldürülmek için kovalandığı yer haline gelebilir. Müminin gözeteceği bir nokta var, Allah’ın razı olacağı bir eylemin içinde olmaktır. Allah’ın razı olduğu kullar yeryüzünde asla, Allah düşmanlarına kapı kulu olamazlar, Allah’ın vaadi haktır. Mümin ve Müslüman olduğumuzu söylememize rağmen biz hep aşağılanan ve ezilen yerdeysek, sorun Allah’ın vaadinde değil, bizlerin ortaya koyduğu yaşamın Allah’ın razı olduğu bir yaşam olmamasındadır.

Hepimizin Allah Kitap Resul din ve ahiret üzere yaşamamız gerekir diye bu kadar çırpındığımız bir ortamda, Hakikatin yerlerde sürünmesi acaba hiç mi ilgimizi çekmiyor. Ne var ki diye biliriz, bu da bir savunma yani hakikati hakikat dışı değerlerle yer değiştirmenin getirmiş olduğu bir rahatlama aracıdır. Bunlar gün geçtikçe daha bir çoğalarak hızlanmaktadır. Bu yaşam biçimlerimizle bu hızlanmanın önünde bir set oluşturmamız da düşünülemez. Dolayısıyla bizim şahsımızla özdeşleştirilen hakikatler bizim erozyona uğrayan yanımızla birlikte uçsuz derinliklere gömülecektir. Bu gömülmede payı olan her bir Müslümanım diyen Âdemoğlu bu sorumluluğun bedelini ödeyemez. “Rabbimiz bizi zalimler, fesat ve fitneciler için, bir fitne kılma…”Bizim yüzümüzden, İman edecek olanları, dininden uzaklaştırma… Meşrep, mezhep, cemaat, tarikat, grup, hizip gibi insani yakınlaşma ortamlarını, din diye yaşayarak senin dinini, bulunduğumuz ortamdan aldığımız yanlışlarla değiştirmemize fırsat verme… “Rabbimiz Bizi Müslümanlardan kıl… Ve sadece hakikate ve adalete şahitlik yapan, insanların örnek alacağı elinden dilinden emin bildiği kullarından eyle… Düşmanlarının bile emanetlerini getirip kendisine teslim ettiği Muhammed’ül Emin olan bir elçinin Ümmeti olmaya bizleri layık eyle…

Bu misalleri Ruhlarımıza anlamayı nasip et ki, belki idrak eden ve özgürlüğe adım atan tevhit eri muvahhit ve Halis olan Allah’ın dinini sadece sana has kılarak yaşayan Müslümanlardan oluruz…

Rabbimiz bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, bizden önce yaşayan Mümin kardeşlerimiz için kalbimizde bir kin bırakma… Rabbimiz seni unutup da senin de kendilerini kendilerine unutturduğunun, hesap gününü hesaba katmayan doyumsuz yaşayan kullardan eyleme bizleri… Biz aciz düştük Allah’ım, senin indireceğin her hayra muhtacız… İbrahim gibi dosdoğru kullarından kıl bizleri… Gözlerin ve gönüllerin sana döneceği günde bizleri mahcup eyleme, sen bizim Mevla’mızsın zalimlere, kâfirlere, fasıklara karşı bizlere güç kuvvet ver… Rabbim yüklediğin emaneti hakkıyla yaşayan ve dosdoğru sana gelebilecek güç ve kuvveti bize bağışla…

“Ey insan hangi yoldan gidersen git sonunda rabbine varan bir yol üzerinde çabalamaktasın…”Rabbim yolu yol bilenlerden ve bir damla su olduğunu idrak edip acizliğini görüp mütekebbirleşmeyen bir yaşamı bizlere bağışla sen merhametlilerin en merhametlisisin…

Selam muhabbet ve Dualarımla Ramazan’ın üzerimize hayır yağdırmasını Rabbimden niyaz ediyorum o kullarına acıyandır biliyorum…

Erol KEKEÇ/13.04.2022/01.37







11 Nisan 2022 Pazartesi

TAKTİKSEL BAKIŞTAN STRATEJİK YOLCULUĞA

Siz sahillerde çocukları öldürmeyi çok iyi bilirsiniz, çıkışından önce, Mecliste İsrail Cumhurbaşkanının meclise konuşma yapmasını unutmamıştık ki, Mavi Marmara olayı yaşandı. Mavi Marmara olayı hakikaten tam bir trajediyle sonuçlandı. Feto’nun Otoriteden izin alınması gerekir sözüne karşılık, biz otoriteyiz izin verdik denildi, ancak olayların çığırından çıkıp bazı STK’lar ve İHH başkanının açıklamaları sonrasında, bize mi sordunuz gittiniz denildi. İsrail Terör devletidir denildi ve “One Munite” ile şaha kalktığımızı sandık oysa hemen akabinde bu Tepkinin moderatore olduğunu anlayınca yerimizde oturup kaldık.

Bir zamanlar, BAE’nin 15 Temmuzun finansörü olduğunu duyduk belli bir zaman sonra BAE ile ortak hareket edecek duruma geldik, Kralı karşılamaktan memnuniyet duyduk, Ekonomik kurtuluş için bir seçenek bulduk. Rabia işaretleri ile her ortamda nutuk attık ve Mısır’ın meşru Cumhurbaşkanına yapılanları kınadık. Ancak Sisi tarafından idamı istenen bir gencin ülkemizden eline ters kelepçe takılarak Sisi’ye teslimini yaptık. Önce Savunuldu bu hareket kamuoyunda, sonrasında birkaç polis günah keçisi ilan edildi, arkasından saldırı polis memurlarıyla kapandı. Suudi’ler ile ilişkilerimiz bozuldu, bunu isteyen Suudun Sahibiydi, Hatta Kaşıkçı Cinayetinin ülkemizde yapılmasını istediler ve de öyle oldu. Bunun arkasını bırakmayacağımızı bu sürecin takipçisi olacağımızı söyledik ancak geldiğimiz noktada Yargı sürecinin devamını Suud’a devrettik, bundan sonra onlar yürütecekler; hakikaten iyi yürütüyorlar bu iş…

Suriye ah vah Suriye demeye bile yüreğim el vermiyor… Vah Halep vah yıkıldın virane ve harabelerde artık Baykuşlar bile yuva kurmak istemiyor; onlar bile böylesi bir viraneye alışamıyorlar… Eset, Küçük kardeşimiz oldu günlerce ağırladık aramızdan su sızmıyordu ne olduysa azar azar oldu, sanki bir planın gerçekleşmesi için taşlar yerli yerinde oturuyordu. Arap Baharı diye Arap kasırgaları başladı çünkü ben onun kasırga olduğunu ve gittiği her yerden kavurarak geçeceğini söylüyordum tam 12 yıl öncesinde… Suriye ile ilişkilerimiz gayet iyi pasaportlar kalkacaktı neredeyse, vizeler zaten kalkmıştı, giden bellisiz gelen bellisizdi…2009 Yılında Rahmetli Erbakan Hocanın Nihat Genç’le bir televizyon programındaki konuşması beni derinden çok düşündürüyordu ve acaba diye içimde hep bir ukde vardı. Nihat Genç Erbakan Hoca’ya soruyor, Sayın Erbakan şimdi siz bu yönetimin hiçbir başarısı olmadığını mı söylüyorsunuz bu kadar olmaz yahu biraz da görün; mesela Suriye ile vizelerin kalkması kötü mü oldu, ne kadar güzel bundan daha iyisi olabilir mi? Dediğinde Erbakan Hocanın açıklamaları çok manidardı. Sayın Genç siz bilmezsiniz daha çocuksunuz ama ben söyleyeyim BOP böyle yer ediniyor kendisine. Önce vizeleri kalkacak sonra Suriye karıştırılacak çünkü Suriye BOP için önemli bir yer onun parçalanması gerekecek ve sonrasında sıra bizde diyordu. Vizelerin kalkması demek BOP sahipleri teröristleri bizim üzerimizden oraya geçirecekler ve orayı karıştıracaklar, sonrasında iç karışıklık ve derken Suriye yaşanmaz kılınacak diye anlatıyordu ben neredeyse küçük dilim boğazımda mı diye kontrol etmek zorunda kalacaktım. Nihat Genç’te benim gibi dilini yutmuştu. Ben bunları söylüyorum bunlar dikkate alınmazsa yarın dövülecek dizde kalmayacak. Hain… Na…m doktrinini de hemen akabinde anlatıyordu. Önce ekonomik zorluklarla insanların alım gücü düşecek, ardından işsizlik başlayacak aileler yıkılacak, halk zayıf düşecek, inançlar değerini yitirecek ve yenmeye hazır lokmaya gelindiği zaman da bizi bölecekler diyordu. O konuşmalar benim gibi her ayrıntıya dikkat eden biri için, çok anlam ifade ediyordu. Ondan sonraki süreçleri yakından takip etmeye başladım ve şeytanın hangi ayrıntıda gizlendiğini anlamak için çok çaba harcamaya başladım.

Yine Suriye’ye dönelim, öyle samimi bir küçük kardeş kısa süre sonra yok oldu yerine eli kanlı bir canavar geldi. Eli kanlı canavar olduğunda kuşku yok ancak öyle olsa bile, ülkenin içinde kimin eli kimin cebinde belli olmayan o kadar çok oyun kurucuların ve oynayanların olduğu bir yerde bunlarla birlikte görünmek mi yoksa öylesi bir caniyi rehabilite ederek o toplumun yok olmasını önlemek mi daha iyi olurdu? Dönemin Dış İşleri Bakanı Sayın Davutoğlu bir daha ben Suriye’ye gelmem diyerek rest çekip oradan ayrıldı, çok yakın zamanda Suriye kaynayan kazana döndü. İran her hâlükârda Suriye devleti ile stratejik savunma anlaşması olduğunu onun için Suriye Devletinin yanında olacağını her fırsatta söylüyordu. O dönemde İran Suriye Sorunun Bölge ülkeleri Özellikle Türkiye ve İran arasında yapılacak görüşmelerle çözümünden yanaydı. Bunun için Türkiye, Suriye Sorunun çözümü İçin Eset’in gitmesini özellikle istiyordu. Eset gidecek ondan sonra dosyayı masaya yatıralım da diretiyordu. İran bunun için Yapılacak seçimde Halkın bunu zaten götüreceğini onu seçim sonrasına bırakma konusunda diretiyordu. Ne yazık ki her iki tarafta bu konuda diretince çözümsüz bir denklem kaldı ortada, BOP proje sahipleri için gün doğmuştu. Suriye’nin her yanından bombalar patlıyordu. Kimin kim adına savaştığı belli değildi. Bir anda İşid denen bir terör örgütü doğdu, Nusra, Özel Suriye aklınıza gelebilecek birçok küçük çaplı örgütler doğdu. Ancak ne hikmetse devletlere karşı savaşan örgütlere karşı tavır belirleyen biz, Suriye’de örgütler yanında Rejime karşı tavır koyduk. O zaman doğal olarak Suriye’nin stratejik savunma ortağı İran’la da karşı karşıya kaldık. Çünkü İran Suriye Devletinin yanında Ülke bütünlüğü için mücadele ederken biz muhaliflerin ülke yönetimine gelmesi için onları destekledik. Rusya’da rejim yanında olunca Batı ve ABD bu konuda yine oyun oynadığı için biz neredeyse tam bataklığın içine çekilecektik ki, şükür kıyıdan kenardan dolaştık çoğu zaman. Bir de Osmanlı’dan gelen Mehmetçiğe güven, Suriye’de halkın sevgisiyle karşılanınca kısmen de olsa rahatlamış olduk. Ancak Suriye tam bir cehenneme dönmüştü. Daha sonraları terörist olarak ilan edilen İşid hakkında dönemin dışişleri bakanının açıklaması, bizim yaramaz haylaz çocuklar, olmuştu. Dönemin içişleri bakanı Muammer Güler İmzasıyla önemli belge diyerek Hatay Valiliğine gönderilen yazıda aynen şu ifade vardı. Suriye’de savaşan muhalif güçlerden (Nusra, Özel Suriye Ordusu vs.) yaralananlar olursa onların acilen ambulanslarla (hava ve kara)alınarak tedavilerinin yapılması ve hastalıkları devam edenlerin de ismini vermeyeceğim yerlerde ağırlanarak, iyileştiklerinde üstlerine tekrar götürülmesi talimatı vardı. Tüm bunlar bizim devlet aleyhine çalışan örgütlerle sıkı fıkı olduğumuzu da gösteriyordu.

Böyle değil de bu çatışmalara neden olan unsurları ortadan kaldıracak, bugün olduğu, İki devlet Rusya ve Ukrayna savaşındaki, gibi daha net tavırlarla bu işin içinde olsaydık acaba Suriye bu durumda olur muydu? Ayrıca beş milyon Suriyeli mültecilere biz bakmak zorunda kalır mıydık? Bunların hepsi stratejik derinliklerle ilgili kitaplar yazmış olsak ta, derinlikleri göremez olmamızdan kaynaklanmıyor mu?

Arap Fırtınalarıyla BOP projesi uygulama sürecine girdi, ancak bu süreç, her ne kadar sükûnet varmış gibi görülse de öyle olmadığı muhakkak. BOP sürecinin meyvelerinin çok yakın zamanda ortaya çıkacağına hep birlikte şahit olacağız. Güneyimizde Düzenli orduya sahip bir Kürt devleti adı altında, Büyük İsrail’e hizmette sınır tanımayan açılımlar yapılacak. Dağlardaki Teröristlerin kalanlarının da dağlardan çekilmesinin temel nedeninin BOP’ la birlikte onlara vaat edilen devlet içindeki konumlandırmadan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani diyeceğim o ki, BOP tıkır tıkır yoluna devam ediyor.

Peki, Böyle bir dönemde Türkiye’nin toplumsal olarak bu kadar zora sokulması onların bir yansıması olamaz mı dersiniz. Bu süreç uygulanırken kendine yeten Bir Türkiye onların asla işine gelmediği için, bizi kendi içimizde birbirimizle boğuşturmak için en önemli etken ekonomik sıkıntı olacağını bildikleri için, bizi o yanımızdan vurdular. Ancak Ülke gündemini belirleyen İktidar ve muhalefet hala seçimi kimin alacağının derdindeler. Ülke üzerinde bu kadar ciddi planların yapıldığı demiyorum, uygulandığı bir zamanda hanginiz alırsanız alınız, olan bu Millete ve ülkeye olacak. Onun için bu denklemlerin nasıl nerede ne adına ve neyi düzeltmek için kurulduğuna bakarsanız, bunlar tamamıyla karanlık ortamlarda karanlık sorunlar oluşturmak için kurulmuş denklemler olduğunu görürsünüz.

Geçmişten günümüze çok ciddi olmaması gereken durumların, olduğuna şahit olduk. ABD, Afganistan’ı terk ettikten sonra, ABD adına orada savaşan Afganları neden biz ülkemize aldık. O kadar basit miydi bu meseleler. Din kardeşimiz diyerek aldık. Oysa onun öyle olmadığını en az benim kadar herkesin bildiğini sanıyorum. Suriye Dizayn edilirken, Kuzeyimizde bir savaşın her an çıkma ihtimali varken, Afgan savaşçılardan neredeyse 500 bin insanı biz neden ülkemize kabul ettik ve onları aldık. Oysa bunları Pakistan almamıştı. ABD, yarınlarda karıştıracağı ortamların, karıştırıcı insan gücünü de bizim duygusal yumuşak yönümüzü kullanarak çok iyi becermiş ve amacına ulaşmıştı. Elbet bizim de hesabımızın olduğunu söyleyeceğiz, ancak şunu kesinlikle bilmek gerekir ki, biz birilerinin kurallarını belirlediği oyunda oynamak için çağrılıyorsak, bu oyun bizim lehimize sonuçlanmayacak demektir. Afgan savaşçıların mülteci adıyla ülkemize gelmesinin, her an bir patlamada kullanılacaklarına inancım çok fazla… Çünkü BOP uygulaması devam ediyor, hatta Rusya Ukrayna savaşının gündemleri belirlediği bu günlerde daha bir hızlanmışa benziyor. Ancak yerel medya organları bunlardan bi haber yaşıyor.

Türkiye’nin böyle bir zamanda ilişkilerinin sıfırlandığı Arap ülkeleriyle yeniden bir rotaya girmesi, İsrail’le daimi müttefikliğimizin yeniden pekişmesi, Batının Türkiye’ye olabildiğine önem vermesi, Rusya Ukrayna Savaşında NATO üyesi olarak tek bir arabulucu olarak meydandaki yerini alması vs. tüm bunlar Türkiye’nin geldiği ve yakaladığı önemli trendden kaynaklandığını düşünemiyorum. Her ne kadar bazı olumlu sayılacak Uluslararası çıkışlarımız olsa da, bunların tümü bir araya getirildiği ve resim bir bütünlük içinde okunduğu zaman arkasından çok pis kokuların geldiğini görüyorum. Bu ekonomik zorluk bizim mana ve ülkü birliğimizi çok kötü etkileyecek. Bu durumdan yararlanmak isteyen yabancı küresel oyun kurucular bunu sabırsızlıkla bekliyorlardı, son 5 ayda bu süreci görüyorlar. Bu onların tam istediği kıvamdır. Çünkü Güçlü ve Milli beraberliğe önem veren bir Türkiye onların işine gelmez. Ancak gençlerin sürekli ülkeleriyle uyum sürecinden çıktığı ve yaşamı başka yerde aradığı, tabiplerin ciddi bir kaçışının yaşandığı yerde istediğiniz amacı gerçekleştirebilirsiniz. Yani ülke olarak biz ne kadar kendimizle alakalı çok büyük laflar etsek te, iç omurga öyle demiyor.

Konunun başı ile sonu arasında geldiğimiz noktaya baktığımızda nerden nereye diyenler olabilir, ancak ben kısa kısa da olsa hafızalarımızı biraz tazelemek istedim. Böylesi dolambaçlı bir geçmişimizi bilmezsek bugün atılacak ve atılan adımların da o günlerden farkı olmayacağını anlatmak için o örnekleri vermek zorundaydım. Ben Büyük Ortadoğu Projesi demiyorum. BOP, Bambaşka Oluyor Pislik… Bu pisliğin içinde olmamız için tüm atlı ve yaya askerlerini harekete geçirmiş Şeytan, üstelik bizim elimizle insanları ikna ederek amacına ulaşma derdinde…

Yönetime sesleniyorum, insanların beyin mekanizmaları üzerinde bu kadar baskı ve yönlendirme yapmaktan uzaklaşın. Yönlendirmek için tüm medya organlarını kullanarak ciddi bir manipülasyon sürecinin yaşandığını çok iyi biliyorum. Vicdanın onaylamadığı bir olayı sadece acaba buradan lehimize olumlu bir sonuç çıkarabilir miyiz diye düşünmekten uzaklaşın. Bugün elde edilecek belli çıkarlar belki olabilir, âmâ bir toplumun geleceği ve yaşam alanı üzerine birileri hesaplar yapıyor bunları görelim ve anlayalım istiyorum. Bulunulan ortamdaki ağrılıklardan kafanızı kaldırıp etrafınıza bakamadığınızı dünyanın nereye gittiğini yakından okuma imkânınızın olmayacağını tahmin edebiliyorum. Onun için en azından bu kadar acı çeken ve gelecek zararlar gelmeden önce uyarılarda bulunan bu Milletin onurlu ve milletine canını feda etmekten kaçınmayan kalem sahiplerinin sözlerine biraz kulak verin isterim… Yarınlar Çok geç olabilir. Bu Ülke hepimizin!

Muhalefete çağrım, Ülkenin sorunları neler bunların tespitini ben şu ana kadar ciddi olarak ortaya koyanınıza rastlamadım. Birisi Çıkmış aynı cinslerin evlenmelerinin medeni toplumlarda olduğunu Osmanlının karanlıklarından artık kurtulmak gerektiğini anlatıyor. Böylesi bir insanlık yoksunu anlayışla ülkeye böyle bir sorun bulanların, kendileri başlı başına bir sorun zaten. Biz Ülkemizin sorunlardan kurtulmasını ve Milletimizin huzurlu birlik ve beraberlik içinde her daim var olmasını istiyoruz. Onun için kişiselleştirilen bir siyaset algısıyla bu ülkenin hiçbir sorununa çözüm bulamazsınız. Millet ve Ülke olarak yenidünya düzeni içinde kurulan oyunlarda kendisine verilen rolleri oynayan değil, oyun kuran ve insanların bu oyunda adil oynamaları için nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini tüm yönleriyle ortaya koyacak, cesur kararlı ülkesini milletini seven bizi bilen ve bizden biri olan anlayışlara biz hasretiz onu bekliyoruz sizden. Böyle bir çabanız yoksa sizleri bekleyecek durumda değiliz. Biz Bu milleti her yönüyle şaha kaldıracak güçteyiz çok şükür.

Tüm insanlarımıza çağrım, fanatik ideolojik körlükle olaylara ve kişilere bakmayı bir tarafa bırakalım, İnsan olarak her anlayışta onlara hoşgörü müsamaha ve kardeşlik ölçüleri içinde yaklaşalım birbirimizi sevelim en çok yayılan değerdir sevgi, verildikçe büyüyen gelişen ve kenetlenen tek enerji kaynağıdır.

“Siz birbirinizi sevmedikçe İman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmek için aranızda barış esenlik ve selamı yaygınlaştırın…”Allah’ın Resulü yolun kırılma noktasını bize göstermiş bunun üzerine ben bir şey diyemem artık…

Selam saygı muhabbet dua ve iyilik dileklerimle… Rabbim bizi yeryüzündeki tüm insanlara ve canlılara şahitlik yapacak bir Millet eylesin…

Bahadır HATAYLI/11.04.2022/02.21


10 Nisan 2022 Pazar

SUÇLULAR GÜÇLÜ OLUNCA, MÜLKTE HAKİKATİ ARAMAK BOŞA!

 “Adalet Mülkün temelidir…”Malik olmak ile adalet arasında doğrudan bir ilişki var ve bu ilişki doğru orantılı bir ilişkidir. Malik değilseniz adil olamazsınız. Eğer malik olduğunuzu söylüyorsanız, bu sizin bulunduğunuz ortama yansıyan adaletinizle ortaya çıkar. Maliki olduğunuzu iddia ettiğiniz yerde yaşamsal devamlılığı sağlayan imkânların dağıtılmasında, gözle görülen bir dengesizlik varsa, yönetim orada malik değil demektir.

Mülk denildiği zaman, bizim toplumda sahip olunan mal ve imkânlar anlaşılır. Oysa Mülk doğrudan yönetebilme ve yönetim altında bulunan insanlara yansıyacak uygulamaların herkesi kuşatacak nitelikte olmasıdır. Kuşatıcılığı olmayan bir yönetimin yönetme anlayışının temeli adaletten uzak demektir. "Mülk" kelimesi Arapça bir kelimedir ve "devlet, ülke, iktidar, düzen, egemenlik, saltanat" anlamlarına gelir. Mülk kelimesi ile adaleti birlikte değerlendirdiğimiz zaman zaten sözün anlatmak istediği de ortaya çıkar.

Hz. Ömer’in böyle bir sözü ifade etmesi, onun bu söze bağlı nasıl bir yönetici olduğunu da gösteriyor zaten. Herkesin dilinde Hz. Ömer’in adaleti diye söylenen bu ifade yanlış kullanılmaktadır. Ömer’in adaleti Mahmut’un adaleti yoktur. Adalet Yaratıcının en çok üzerinde durduğu bir konudur. Ömer bu konunun ehemmiyetini ve önemini doğru anlayan ve o alanda çok çaba sarf eden bir insan olduğu için, Ömer ön plana çıkmıştır. Ömer sadece Yaratıcının, “Allah adildir ve adil olanları sever. Buyruğunu doğru anlayarak yaşayan bir Müslümandır. Onun için kendisinden uzak kalmış yaşlı bir kadınla karşılaştığı zaman, kadının sitemlerini dinledikten sonra, torunlarına yemek yapması için bir torba unu kendisi sırtına alıp güç bela ter içinde onu kadına getirmiştir. Çünkü Ömer bir yöneticinin sorumluluğunu çok iyi idrak eden birisi olmasaydı, bu eylemi yapması düşünülemezdi. Yani adalet, yönetimin malik olmanın devlet olmanın, iktidarda bulunmanın olmazsa olmaz temel koşuludur. Bu adaleti ihya edemeyen bir yönetim bulunduğu ortamda acı gözyaşı zulüm ve acılar bırakır ancak…

Hz. Ali der ki, ”Devletin dini adalettir, adaleti olmayan devlet dinsiz devlettir. Bu kadar hassas olan bir konuda, Müslümanların yaşam alanlarına bakın herkes Şeriat olsun diye, kendi kendilerine bir hayal içinde yaşıyor. Adaletin hayata hükmetmediği bir ortama, şeriat nasıl gelir sanıyorum bunu anlayan vardır. Şeriat Hukuktur. Hukuk herkesin hakkını korumak ve tüm canlılara inançlarına bakılmaksızın, can, mal nesil ve gelecek güvenliğini sağlamak zorundadır. Bunları yapamayan bir hukuk sistemini istemenin anlamı nedir. Şeriat diyenlerin büyük bir çoğunluğunun kafasındaki hezeyan, kendisi her şeyin en alasına sahip olmalıdır, şayet kendisinin bu isteklerinin gerçekleşmesine engel olan varsa onların da kafasının kesilmesi gerekir. Böylesi bir bilinçaltı karanlıklarının yoğun yaşandığı bir topluluğa şeriat diye bir aracı teslim ederseniz, ancak yeryüzünü ifsat ederler. Devletlerin bu günkü ortamları ve uygulamaları dikkate alındığı zaman şeriata en uygun yönetim anlayışları, bizlerin gâvur dediği toplumların yönetimleridir. Buralarda Yönetimler, hukukla insanların yaşamlarını düzenlerken belli bir gruba sınıfa ayrıcalık tanımıyorlar. Kurallar herkesi kapsar ve kurallara karşı lakaytlık, herkese yaptırımı getirir. Yani paranız malınız, bulunduğunuz makam size ayrıcalık tanımıyor hukuk karşısında… Hatta bunu daha iyi izah etmek için kendi oluşturdukları yönetim şeklinin önemli bir özelliğini de, ”Yöneticiler, demokrasilerde yargı yönünden denetime açıktır. Diyerek hukukun objektifliğini ve kişiler üstü bir değer olduğunu anlatmaktadırlar. Batı bu anlamda, Adalet mülkün temelidir ”bizim değerimize bizden daha çok sahip çıktıklarından dolayı, bu değere bizden çok onların sahip olma hakkı vardır.

Müslümanların yaşadığı toplumlarda hukuk, hâkimlerin cüzdanı ile vicdanı arasına sıkıştığı için, hangisi daha baskınsa ona göre sonuç tecelli ediyor. Bu da mülkün temelinde adaletin olmadığını gösteriyor. Peki, soruyorum, adaletin varlığından rahatsız olanlar, şeriat isteklerinde ne kadar samimi olabilirler. Çünkü Şeriat, adalet toplumundan başka bir yaşam değildir. Dolayısıyla şeriat, belli bir dinin kurallarının topluma dayatılarak onlara istibdat yönetimini reva görmek değildir. Şeriat, meşru olan ve şer taşımayan, şer’i dediğimiz, yani adalete uygun diyebileceğimiz bir anlayışın iktidar olması demektir. Şeriat gelecek zulüm bitecek diye slogan atanlar aslında kendileri için imkânların artması ve şartların iyileşmesini anlatırken, bunlara bu imkânları vermek istemeyenleri de imha etmek olarak karşılık buluyor. Böyle denmemiş olması böyle bir bilinçaltı olmadığı anlamına gelmiyor.

Adalet, yönetimin devletin iktidarın temelidir. Adaleti imha edenler, kendi yönetim güçlerini kaybedenlerdir. Yönetim güçlerini kaybedenler, toplumsal yaşamın sürekliliğini sağlayan birleştirici güçleri koruyamazlar. Bu görevlerini yerine getirmeyen devlet, iktidar, vs. toplumsal yaşamda kaçınılmaz olarak karanlıkların genişleyerek yayılmasına neden olur. Devletler, insanların ferdi ibadetlerini nasıl yapacağını, ne zaman yapacağını anlatan ve belli kurallara sıkıştırarak o kurallara uygun ibadet şekilleri oluşturma gibi boş uğraşlardan çıkması gerekir. Bunlarla uğraşan bir devlet, kendisi için olmazsa olmaz olan “Adalet Mülkün Temelidir ”sözünü hayatın dışına atar. İnsanların ibadetleriyle uğraşarak onlara yaptığı acımasız zulümleri göstermek istemez. Halkta yöneticilerin asıl vazifeleri bu olduğuna inanır, ona karşı en adil bir yönetim anlayışının kökleşmesini isteyenlere karşı savaşmayı bile göze alırlar. Müslümanların Tarihinde Devletin temelinden adaletin uzaklaşması, Hz Osman dönemiyle başladı. Çünkü Osman insanların ehliyetine bakmaksızın yakın akrabalarını hep devletin kademelerine soktu ve insanlara inanılmaz düzeyde hırçınlaşacak ve isyan edecek ortamlar oluşturdu. Ondan sonra gelen Müslümanlar Hz. Osman’ı anlatırken hep onun halim selim uysal yumuşak başlı biri olduğunu anlatır ve onun namazlarını infakını öne çıkarır. Ama kimse onun devlet yönetiminde Adaleti mülkün temelinden çıkardığından dolayı o acı sahneleri yaşadığını anlatmak istemez. Ondan dolayı da bizler duygusal bağlarla bağlı olduklarımızın yanlış yapma ihtimalini hiç düşünmeyiz. Onun için de Hukukun karşılığının olmadığı hakların gasp edildiği ortamları yaşamak en doğal süreç olur.

Müslümanlar, yönetici belirlerken yöneticinin en çok adaletli olup olmadığına bakmalı, ehliyetli mi bu işe, merhametli mi? Kibir ve gururdan uzak mı, menfaatlerini devletin menfaatlerinden önde görür mü? Gibi temel kriterlere göre seçici olması gerekir. Ancak bizim gibi toplumlar, namaz kılıyor mu oruç tutuyor mu, içki içiyor mu, ailesi nasıl tesettürlü mü? Çok sonra aranması gereken özellikleri öne çıkarıp, devleti adaletten ayırırlar. Dolayısıyla mülkün temelinde adalet olmayınca o mülk kimine kelek yediriyor kimine kavun… Ondan dolayı da zulmün pençesinden bir türlü kurtulamazlar.

Devlet yönetimi için adalet dışında bir şey aramak, insanların kendi kendilerini zillet içinde yaşatmaları olur. Zillet içinde olan toplumlar, başlarındaki yöneticilerini asla sorgulayamazlar. Onun her eylemini bir hüner sanırlar. Oysa Emir-el Mümin’in Ömer, mescitte kadınlar tarafından sorgulanıyor eleştirilere uğruyor. Hatta Ebu zer Ömer’e der ki, Ey Ömer adaletten uzaklaşır kendi kafana göre devleti yönetmeye çalışırsan Vallahi seni şu kılımla düzeltirim. Yani Ömer Müslüman dindar olduğu için, Mülkün temelini oluşturan adaletten uzaklaşma hakkına sahip değildir. Ömer, bu söz karşısında Rabbim sana şükürler olsun ki, ben yanlış yaptığımda beni uyandıracak kulların var diyerek secdeye kapanır. Ömer, yanlışı olduğunda düzeltecek halktan insanlar var diye secdeye kapanır ve rabbine şükreder. Biz Ömer’i secde ettiği için değerli olarak adlandırmadık. Ömer hakkın şahitliğine önem verdiği ve adaleti uyguladığı için onu baş tacı yaptık. Adalet böyle olursa Mülkün temelidir diyebiliriz. Yoksa adaletsiz bir yaşam için duygusal konuşmalar arasında insanları galeyana getirmek için, adalet mülkün temelidir şeklinde günde beş yüz cümle kursak ne değişir hayatımızda… Kocaman hiç…

Adalet mülkün temelidir. Devlet, adaleti uygulamakla insanlar arasında kardeşlik mutluluk huzur ve barışı sağlar. Bunu yapabilmesi için, devletin denetleme ve kontrol mekanizmasını aktif çalıştırması şarttır. Aktif denetleme yapamayan ve yaşamın her noktasında keyfi uygulamaların oluşuna göz yuman devlet, mülkü devam ettiremediği gibi adaleti de tesis edemez. Özellikle son dönemde ülkemizin yaşadığı büyük travmaları göz önüne aldığımız zaman, mülkün nasıl korunmaz hale geldiğini ve keyfi oluşumların toplumsal yaşamı imha edici faaliyetlere giriştiğini göreceğiz. Eğer bir yönetim, insanların yaşamını doğrudan etkileyen olumsuz eylemleri, topluma yönelik bilinçli saldırgan zararlı eylemler olarak değerlendirip, bu eylemleri yapanları cezalandırmazsa toplumsal kargaşa kaçınılmaz olur. Ormanı yakanlara verilen ceza ile insanlığın yaşamını devam ettirecek gıdaları toplumdan gizleyerek yok etmek için onları çürütüp çöp olarak dökenleri de aynı ceza ile cezalandırmak şarttır. Çünkü her iki eylemde doğrudan toplumsal yaşama yönelik bir saldırıdır. Bunlar terör kapsamında ele alınması gerekir. Devlet bunu yapmıyor ve bunlara gerekli cezayı uygulamıyorsa, bunların yaptığı her zararın ortağı olarak görülür. Çünkü devlet mülkü devam ettirmek için bunlara asla fırsat vermemesi gerekir. Toplumsal yaşamı olumsuz etkileyecek ve toplumda sorunlara yol açacak hiçbir eylem kişisel olarak görülemez ve yaptırımsız bırakılamaz. Devletin adaleti tesis etme gibi bir sorumluluğu vardır. Bunun için mutlaka devlet yaptırımlar uygulamak zorundadır. Adı, kimliği statüsü, toplumsal tabası inancı ideolojisi, yönetime yakınlığı ne olursa olsun olumsuzlukları yaygınlaştıran herkese hukuk gerekli yaptırımı yapmak zorundadır. Göz ardı etmek ve maddi cezalar vererek caydırıcı olmayan denetimlerle bunları toplum içine salmak, devletin acziyeti olur. Dolayısıyla bunlardan kaynaklanan olumsuzlukların faturasını, halkın devlete yüklemesi ve hesabı ona sorması kadar doğal başka bir şey olamaz.

Devletin görev tanımı doğru yapılmaz ve bu alanda gerekli uygulamalar olmazsa, devletin yönetiminde bulunan yöneticiler her geçen gün devleti zayıflatır ve devleti rotasından çıkarır. Daha sonra, devlet farklı düşüncede olan halkın desteğini alarak devlet gücüne sırtını dayayarak toplumsal ayrıcalıklı bir yaşam oluşturmak için, devlet kurumlarına gelmek isterler. Oysa devlet yönetimine gelenler devletle birlikte hayat standartlarını yükseltiyor ve olağanüstü imkânlara kavuşuyorlar, toplumda büyük bir kesim inim inim inliyorsa, yönetime gelenler, halk için geldiklerini ve onlar için çalıştıklarını söyleyerek insanları aldatmaya çalışmasınlar. Halka yansımayan iyilikler, devlet eliyle ballandırılarak anlatılıyor ve kâğıt üzerinde mutluluk reçetelerinin formülleri dağıtılıyor ama halk acıdan kıvranıyorsa, orada Mülkün temelinde asla adalet yok demektir.

Adaletsiz yönetimlerin adaletle bertaraf edilmesi bir insanlık görevidir. J Locke der ki, ”Eğer bir yönetim insanları mutlu edemiyor, paylaşımda adaletsizlik yapıyor, acı ve gözyaşı ile insanlara her gün yaşamı zehir ediyor ve insanlar gelecekten endişe ediyor, her gün akşam paranoyak nöbetleri yaşayarak yatağa giriyor ve sabah kalkarken, tedirgin ve kendine güvensiz uyanıyorsa, böyle toplumları yöneten devletleri korumaya değmez, elinizi çekin batsın gitsin” der.

Devlet, yönetimi altındaki insanların yaşamını kolaylaştırmak ve imkânların, insanlar arasında adil paylaşımını taksim etmek için vardır. Ancak günümüzde devletlerin büyük çoğunluğu özellikle gelişmemiş toplumlarda devlet, Ayrıcalıklı bir sınıf yaratmak ve o sınıfın devlet gücünü arkasına alarak kendi menfaatleri için toplumu imha eylemlerine meşru zeminler oluşturmaya yarayan kanuna dayanan bir canavar olup çıkmıştır. Çünkü kendisi imha eder ama adı kanunidir. Aynısını bir başkası yapınca adı terörizm olur. Demek ki günümüzde devlet, adalet üzerine oturmadığı zaman teröristlerin en büyüğü ve kanunlarla terör eylemlerini meşru temellere oturtmaya çalışan bir canavara dönüşebiliyor… Onun için diyorum ki,” Adalet mülkün temelidir. Adaletten yoksun bir yönetim, Malik-ül Mülkün yeryüzünde görmek istemediği bir oluşumun adıdır. Mülkün sahibinin arzında özlediğimiz adil bir yönetime kavuşmak ve huzurlu bir yaşamın kollarında nefesimizi sonlandırmak dileğiyle rabbim yarınlarımızı aydınlık eylesin bizleri bizlere bırakmasın içimizdeki aşırılıklarımızı ve hırsı bizden alsın ki bir kul olduğumuzu hatırlayalım…

Selam sevgi yaygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/ 10.04.2022/01.20



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!