Bu Blogda Ara

13 Mart 2022 Pazar

ZAMANLA GEÇMEZ, ZAMANLA GEÇERİZ

Sermayesi ziyan olanların hangi kazancının hesabını yapacaksınız ki? Sermayeden yiyenler bir gün son noktayı koyduklarında ortalıkta kas kavlak kalırlar… Sermaye denildiği zaman, herkesin aklına gelen ilk şey ekonomik kazanımlardır. Oysa insan için en önemli sermaye zamandır. Zamanı sermaye olarak bilip bu sermayeyi kaybetmek istemeyenler, ancak geçen süreyi lehlerine çevirebilirler.

İnsanın en rahat harcadığı ve bir daha elde edemeyeceği sermaye zaman olmasına rağmen, zamana karşı ihanetin en büyüğünü yapar. Zamanı doğru yönetebilmek ve zamanla birlikte yaşamak, zamanın her anını bir kayıp olarak bilip, hayata anlam katmak öyle kolay olmuyor. Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir durumdur zamanın horlanması ve aşağılanarak ona karşı lakayt tavırların takınılması.

Herkesin kafasında bir düşünce zamanı doğru planlamak gerekir diye, ancak ne zamanı planlama imkânı var, ne de zamana yenilerek hayatına katacağı bir yenilik olur. Zamanı kimse planlayamaz ama zamana göre kendimizi planlayabiliriz. Çünkü zaman kuşatıcıdır, biz ise zamanın içinde bir zerre, zerreler daima zamanın içinde onunla birlikte akıp giderler ancak zannederler ki, zamanı yönetenler kendileridir. Zamanı yöneten ve planlayan ancak zamanı yaratandır. Zamanı yaratanın, zamanı niçin yarattığını bilirsek, zaman hayatımızı kendisiyle birlikte taşır. Bizler zaman treninde yolculuk yaptığımızı düşünürüz ve onun içinde hayaller kurarız, oysa hep geride bulunduğumuz ortamdan haz alarak, onunla boğuşurken kaçıncı tren gelir geçer farkında bile olmayız; ama sanırız ki biz zamanla birlikte yaşıyoruz. Zamanla birlikte yolculuk yapanların geçmişle ilgili eyvah ve ahları olamaz, gelecekle ilgili de erişemeyecek hayalleri bulunmaz. Çünkü zaman geçtiği her istasyondan alacaklarını almasına müsaade edecek kadar taşıdıklarına karşı hoşgörülü ve merhametlidir.

Zaman treni sürekli ring yapmaktadır. Onun sürekli beklediği bir istasyon yoktur, uğrar yolcularını alır ve devam eder, hangi yolcu hangi istasyonda inecekse, onları indirecek kadar bize süre tanır. Dolayısıyla biz onun kontrolünde yaşarken bizi kapsayan ve bizimle ilgili tüm detaylar onun elinde iken, biz bu halimizle kalkıp onunla ilgili planlar yapma derdindeyiz. Hiçbir zaman küçük beyinler kendilerini kuşatacak bir değer için, yapacakları planların işleyeceğini sanmasınlar.

“İnsan hüsranda ancak İman eden, Salih amel yapan, birbirine hakkı ve sabrı hatırlatanlar müstesna” derken, zamanın insanı nasıl öğüterek bir un haline getirdiği de bura anlatılmaktadır. Biraz tefekkür buradaki incelikleri bize gösterecektir. “Zamana yemin olsun ki, ”diye yemin eden zamanın sahibi, burada çok ince bir noktaya yoğunlaşmamızı istemektedir. Yemin olsun ki, bu zaman sizi alıp götürüyor, ancak siz hala istediğiniz taşıta bineceğinizi sanıyorsunuz, hangi taşıta binerseniz bininiz, bindiklerinizin hepsi bu zaman treninde taşınmaktadır. Yani sizi de sahip olduklarınızı da, sizi koruduğunu sandıklarınızı da zaman taşımaktadır. Sizi istediğiniz yerde değil, bizim ona söylediğimiz yerde bırakacaktır. Geride kalıp bu trene binmeyenler veyahut ta sonrakine bineriz diye bekleyenler, tanıdığımız süreyi boşa geçirdiklerinden, sonrakine telaşlarıyla binerek ruhi bir bunalımla neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamayacak düzeye gelebilirler. Onun için benim size tavsiyem, Önce benim bu söylediklerimin ciddiyetini anlayın ve beni zamanın sahibi olarak kabul edip iman edin, ardından Salih davranışlarda bulunun, yeryüzünde herkesin her canlı ve cansızın faydasına olacak eylemler yapın; yoksa bir daha geriye dönme imkânınız olamaz.

Bunları size hatırlatan her şeyin sahibi ve her şeyi tasarrufuna alan Allah olduğumu anladığınız anda zamanla olan savaşınızı durdurur, onunla barış içinde yaşarsınız. Zamanla barışanların hayatı arı duru ve anlamlı geçer. Anlamsız hayatların egemen olduğu yerde herkesin “zamanla” olan bir sıkıntısı olduğu asla unutulmamalıdır.

Zaman, her şeyin ilacı diyerek kendimizi aldatırız çoğu zaman. Oysa zaman ilaç değil, bizim ne acayip varlıklar olduğumuzu ortaya çıkarıp aynaya bakıp kendimizle olan savaşı sonlandırmamızı istemektedir. Çünkü zaman bir ana gibidir, hiçbir yavrusunun acı çekmesini istemez, ondan dolayı herkesi uyandırıp kendisiyle birlikte süresi içinde yolculuk yapmalarını istemektedir. Zamanın bu kuşatıcı ve merhamet taşıyan yanını görmeyenler onunla olan savaşı kaybettikleri gibi sorumlu olarak ta hep onu gösterirler. Mesela, Yanlış zamanda doğdum aslında ben bundan 50 yıl önce doğacaktım veya keşke eski günlerim bana geri verilse ben bilirim ne yapacağımı diye hayıflandığımız anlar hepimiz için çok olmuştur. Ancak bunların hiçbirisi sorunun zamanın sırtına vurulmasını gerektirmiyor. Çünkü zaman kimseye iltimas geçmediği gibi kimseyi ötelemez, herkese aynı imkânları sunar. Kimisi içinde bulunduğu ortama uyum sağladığını sanır orada yaşar, kimisi gelecekle ilgili hayaller kurarken zamanın gelip geçtiğinin farkına varmaz, bir de bakmış ki saçlar beyazlamış bel bükülmüş ömür dediğin batan güneş gibi kızıllıklara gömülmüş muhteşemliğini yitirmiş, acınacak halde yeni günlerin gelmesini bekler. Oysa gelen her gün farklı bir gün ve kendisi de önceki günlerde olan kendisi olmadığı için, acaba bu iki unsurun birbiriyle aşılanması tutar mı tutmaz mı oda bilinmez; bir de bakmışsınız kuruyan bir dal olup çıkmış…

Her doğan bulunduğu zamanla en iyi aşı yapılacak durumda olmasaydı, yaratıcı bu canlıları öyle yaratmazdı. Ben şu zamanda doğsaydım bilirdim ne yapacağımı diye hayıflanan bizler, kendimize karşı en büyük yalanı söylediğimizin farkına varsak belki dirilir kendimize geliriz. Ne yazık ki, insan alışkanlıklarının kurbanı olduğu halde bu alışkanlıkların elinde harcanan bir zavallı olduğunu göremediği için, zamanla arasındaki savaşı bitirmeyi bir türlü beceremez.

İnsan mekân odaklı, zaman kuşatıcılığı içinde bir kobay gibi kullanılan varlık olduğunu kendisine reva gördüğü zaman, bu mekân değirmeninde zaman adındaki değirmencinin çarkından çıkan bir una dönüşecek. Bu varlığın bir un gibi savrulan yaşamını tane olarak tünelin sonuna kadar koruyarak götürmesi yine kendi elindedir.

Herakleitos’un deyimiyle, ”İnsan bir ırmağın suyu ile ikinci kez yıkanamaz, sular akar gider ve onun arkasından hep yeni ve farklı sular gelir. İnsanın da durumu her an değişmektedir. Onun ruh hali, ruh haline bağlı bedensel değişimlerin oluşması da sürekli farklılık gösterir. Dolayısıyla her şey sürekli değişim halindedir. Bu değişimle birlikte devam etmeyenler değişimin değiştirdiği varlıklar olup çıkarlar. Çok duyarsınız hepimiz de bunu söylemişizdir. Değişim kaçınılmaz diye, oysa değişim kaçınılmaz demek, başkalaşmak ve dün farklı iken bu gün daha farklı olmak olmamalıdır. Değişim değil devamlılık esastır. Devamlılıkta geçtiğiniz yerin coğrafyanın, iklimin, zamanın kültürün sizi biçimlendirip ya da sizin onlardan alacaklarınızı alarak yolunuza devam etmeniz söz konusudur. Oysa değişimde genellikle gece gündüz gündüz de gece gibi bir başkalaşma vardır. Onun içindir ki, değişim kavramının yerine devamlılık ve süreklilik kavramını kullanmayı daha uygun görüyorum.

Devamlılık zamanda bir yolculuktur. Hangi durakta ne zaman durulacak ne kadar beklenilecek bunların farkına vararak, doğumla ölüm arasında kendisine biçilmiş olan ömrü istenilen yerde ve ortamda geçirecek titiz bir eylem barındırır. Yani içinde gelişim vardır. Gelişme bir organizmanın geçen zaman, tüketilen imkânlar ile ne kadar fiziken ve ruhen belli bir aşamaya gelip olgunlaştığını gösteren süreçtir. Bu olgunlaşma, bir gelişim demektir. Ancak batıdan devşirme kavramlarla tanımlama yaptığımız zaman, çok farklı kavramları kullanmak zorunda kalacağımız muhakkak.

Toprağa ekilen bir fidanın o toraktan aldığı gıda su ve geçen zamanla dallarında gövdesinde oluşan gözle görülür büyüme onun değişmesi değil, olması gereken yere doğru yaptığı yolculuk sonrasında kazandığı kazanımlardır. Bu da bir gelişmedir. İnsan içinde yaşam denklemi böyle kurulması gerektiğine inanıyorum. Gençlik değişiyor bakın nerelere geldik, dün neydik bu gün ne olduk gibi hayıflanmaların hiçbirisi sorun çözmeye ve kendimizi anlamaya dönük iç hesaplaşma değildir. Sürekli kaybeden bir varlığın sona yaklaştıkça artan korku ve gerilimlerine bağlı oluşan endişeleridir. Endişelerin çoğalması, endişesiz bir yaşamı bizlere sunmayacağı muhakkaktır. O zaman nasıl davranmalıyız ki bunlardan uzak olalım diyenler olabilir, ben naçizane şunları söyleyebilirim.

Kaybolan yıllarımızın ardından mersiye söylemeyi bırakacağız, atalarımızın kahramanlıklarını anlatan destanlarla transa girip ulaşılması güç hipnoz seanslarının etkisinden uyanacağız. Bugüne ait olduğumuzu ve yarınlara kavuşamayabileceğimizi idrak ederek yeni bir hayat denklemi kuracağız. Zamanın bize ait olmadığını, bizim zamanın içinde olduğumuzu ve onunla birlikte yolculuğa devam etmediğimiz takdirde gelen zamanın bizimle doku uyuşmazlığı yaşayacağımızı bileceğiz. Dolayısıyla şafakta başlayan bir hayat düzeneği kuracağız, geceyi gece, gündüzü gündüz olarak yaşayacağımız bir yaşam formülü oluşturacağız bunu da bilimsel tahliller sonrasında ne kadar faydalı sonuçlar ortaya çıkardığını ölçerek yaygın hale getireceğiz. Zamanı çok kullanmanın iyi iş yapmak ve çok üretim yapmak olmadığını anlayacağız, hangi zamandan daha verimli faydalanacağımızı anlayacağız, zamanla yarışmayacağız, kendimizi zamandan en iyi faydalanan konuma getireceğiz. Bir işi yapmayarak sonraki güne bıraktığımızda, bizden o işi bekleyenlerden değil, zamanı bize tahsis eden zamanın sahibine karşı mahcup olacağımızı düşünerek her şeyi vaktinde yapacağız. Kurallara göre yaşam felsefesi değil, zamanın bizim için çok iyi bir değerlendirme ve not verme yönünün olduğunu, o zaman içinde o işi yapacak imkân bulamadıysak, giden zamana ihanet ettiğimizi tüm insanımızın içselleştirmesine katkı sunacağız.

Bunları yaparsak ve yaşamda karşılığının olacağı geleneği başlatabilirsek, değişimler bize teğet geçer, onlara ihtiyacımız olmaz; çünkü biz zamanla birlikte yolculuk yapacağımız için sürekliliği olan bir yaşamın gelişme boyutunda yer alacağımızdan değişim çığlıkları bizde karşılık bulmayacaktır. Gençliğin değişimi sorgulanmayacak, bizim çizmeleri giyip geldiğimiz yerde bir duraklama olursa onlar o çizmeleri giyerek yola kaldığımız yerden devam edecekler. Ancak bizler Tarihi kahramanlıklar ve destanlarla bir hayat kurmaya çalışırsak zaman trenini kaçırmış olacağımızdan gençliğin o trende yerini aldığını gördüğümüzde aramızda bir daha ulaşma imkânımız olmayan istasyonlar ve zaman olduğunu göreceğiz. Ondan dolayıdır ki, zamana yenilmiş bizler, önce zamanla aramızdaki ilişkiyi yeniden gözden geçirelim ve kendimize gelelim diyorum, yoksa bu Zaman treni bizi imha edecek…

“Onlar Hakkı ve sabrı tavsiye ederler,” “Haktan sonra dalaletten başka ne var ki. ”Bu iki uyarının inceliklerinde makalemi sonlandırmak istiyorum. Hakkı tavsiye, düzen denge virt, doğruluk hakikat, her zaman ve ortamda değişime konu olmayacak herkesi kuşatan mesela zaman nasıl herkese aynı olmasına rağmen bizim bulunduğumuz ortama göre bazen çok uzun bazen kısa bazen çekilmez oluyor gibi algılanıp onu kendimize göre yeniden yorumluyorsak. Hakta böyle olmamalı hak herkes için haktır değişmez onu anlatmak ve yaşamak zorundayız, ne güç ne kuvvet, ne imkânların fazlalığı, onun farklı yorumlanmasına asla açık değildir. Onun için hakkı tavsiye etmek demek, zamanla ilişkileri iyi olmak ve barışık yaşamaktır. Hakkın tavsiyesinde ve yaşanmasında zorluk ve engelleyici unsurlarla karşılaşmak mümkündür, bunlara göğüs gererek yolunuza devam ederken düşmemek ve trenden inmemek için direnmeniz gerekir, işte bu da sizin için gerekli olan erzaktır. Yani sabırdır. Zamana yemin eden zamanın sahibi, bizleri düne ahlar vahlar çeken, yarınların hayalini kuran, bu gün de uykuya dalıp uyuyanların helak olduğunu anlatırken yine bize merhametinden yol gösteriyor.

Zaman treninde yolculuk yapmayanların, gelen hangi trene bindiklerinin pek bir anlamının olmadığını anlamaları, gençlik gitti gibi ahlar vahlar arasında korku ve tedirginlikle çekilmez bir yaşama imza attıkları zaman anlamaları boş ve anlamsızdır.

Zamanla geçmiyor, zamanla geçiyoruz bunu anlayalım artık, ne zaman doğrulup insan ve omurgalı bir varlık olduğumuzu anlayarak yaşayacağız… Zamanı rumuza tesir eden bir dost bilerek yola çıkmaktan korkmayalım, yoksa zamanla ruhsuz kalan kadavralarımız değer taşımayacak…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/12.03.2022/21.30


12 Mart 2022 Cumartesi

YARATILAN YARATICI TARAFINDAN BAKAMAZ

 Bir soruyla bu gün yazıma başlıyorum, Hakikaten bu dünya yaşamı bittikten sonra gelecekte çok ciddi bir hesabın olduğuna inananlar, dünya yaşamında günah ve yanlış defterlerinin kabarmasını isterler mi?        

İnsandır olabilir diyenlerin olabileceğini biliyorum ben de size yakın düşünmüyor değilim, çünkü imtihanın bir anlamı olmaz o zaman… Ama şuna kesin olarak inanıyorum ki, yeryüzünde bütün bir evrene zulmeden ve doğanın dengesini bozan bir yaşamın kuşatıcılığından söz edemezsiniz. Yaratıcı yeryüzünde bir canlı yaratacak, o canlı yaratıcının belli bir düzen ve ahenk içinde sistemli olarak yarattığı bu âlemi fesada uğratacak ve düzeni bozacak… Peki, Yaratıcının işi gücü yok sırf iş olsun ve yarattıklarını cehenneme atıp onların yanmasını izlemek için, hem böyle bir âlem yaratacak sonrada bu âlemin düzenini bozacak varlıklar yaratacak, bu düzeni bozanları tutup cehenneme atacak onla mutlu olacak sadist bir Yaratıcı…(!)Yaratıcının böyle bir eyleme ve kendini kanıtlamaya ihtiyacı yoktur. Siz onu takdir ve takdis etmeseniz de o Hamt edilmeye layık tek varlıktır.

Bu örneği vermemdeki amacım, Yaratıcı yarattı bir kader çizdi biz onunla uğraşıyoruz, önceden belirlenenleri oynuyoruz diyebilecek olanların bu tutarsızlığını ortaya koymaktır. Tüm âlemlerin rabbi her şeye muktedir olduğu halde, biz onu tanımlarken yanımızda olan bilgi ile tanımlamaya çalıştığımız için, işin içinden çıkamaz duruma geliyoruz. Yaratıcının bize verdiği bilgilerin tümü bizim bilmemizi istediği kadardır, ondan fazlası bize verilmediği için bu koca kâinat içinde bizim dışımızda bildiklerimizin ötesinde nelerin olduğunu bilmiyoruz. Onları bilmiyor olmamız onların olmadığı veya bizim kafamızdaki bilgi ile uyuşmadığı için inkârını gerektirmiyor.

İnsanın bu inkârı yönünün her zaman devrede olması, onun çok kötü bir tuzak içinde olduğunu da ortaya çıkarmaktadır. Çünkü insana verilen bilgi ve donanımlar, onun ilahlık iddiasında bulunmasının önüne geçecek kadar sınırlı olduğundan insana haddini de bildirmek istemektedir. Ancak insan bu haddi çoğu zaman aşarak, kendisini yaşadığı evrenin tek belirleyen gücü olarak görme gafletine dalabilmektedir. Bu gafletle birlikte kurtuluş imkânı olmayan yanlışlar göletlinden su içmeye başlar bu suyu içtikçe susuzluğu artar ve bir türlü doyuma ulaşmaz hale gelir.

İnsan, ne tarafından bakarsan bak tutarsızlıklar üzerine oturttuğu bir hayatı kendisi devam ettiriyormuş gibi, çılgınlıklarını sürdürmeyi ve onları genişletmeyi bir marifet bilerek yaşar. Ne zaman nerede son nefesini vereceğini bilmediğimiz bir hayatın sahibi biz olmadığımıza göre, bu canlılığımız devam ettiği sürece, yeryüzü bizden sorulur gibi hırsla her şeye sahip olarak yaşamaya bir anlam verebiliyor muyuz? Gerekçe oluşturmaktan bahsetmiyorum, çünkü kendimizi haklı kılmak için her türlü gerekçeyi oluşturup kendimizi savunmak ve akla uygun marifet ortaya koymada üzerimize hiçbir canlı yoktur. Bir taraftan geçici dünya deriz, oysa geçici olan biziz, biz geçici olduğumuz halde onun ömrünün bize göre daha uzun olduğu ortada iken buna rağmen nasıl olurda bile bile, kurulacak ilişkiyi hesapsızca yaparız.45 kiloluk bir insan ağır sıklette güreşen 120 kiloluk bir güreşçi ile güreşerek onu yıkacağına inanması gibi, ömrü insandan daha uzun olan dünya ile bir yarışa giren insan da bu müsabakayı hep kaybeden tarafta yer alacaktır.

Yaratıcıyı yaratılanların görebileceği ve anlayabileceği pencereden bakarak tanımaya çalışmak onun hakkında bütüncü bir bilgiyi bize vermeyecektir. Çünkü biz elimizdeki imkânlarla ve sahip olduğumuz genetik donanımlarımızda yüklü olan yazılımla ancak alabileceklerimizi alabiliriz. Bunun ötesinde neler var neler yok onları bilme imkânımız asla olmayacaktır. Onlara sahip olacak olsak o zaman yaratıcı bizi yaratmış olmaz ve bizler de bir yaratılan değil yaratıcı olmamız gerekir. Oysa bizim doğum ve ölüm çizgimiz belli ve bu durum ne kadar canlı varsa hepsi için geçerli olan bir kanun olduğuna göre, bizim mutlak bilgiye ulaşma imkânımız olmayacaktır. Çünkü yaratıcı değiliz yaratılanız da ondan… Yaratılan tarafta olmamıza rağmen yaratıcı tarafına geçip bizimle ilgili bilgilerin kaynağına ulaşmak istediğimiz zaman haddi aşarak ilahlık taslamaya başlarız ki, bu durum bizim kendi elimizle kendimizi imha edeceğimiz anlamına gelir. “Yeryüzünde birden fazla ilah olmuş olsaydı yeryüzünüm düzeni bozulur ve yeryüzü fesada uğrardı ”ayeti tecelli etmiş olurdu.

Halden hale geçen insan, anlık saniyeleri birbirini tutmuyorken, kendi ruh dünyasının devamlılığını sağlayamıyor olmasına rağmen, kendi dışındaki âleme bir düzen vermeye çalışması sizce de ne kadar tutarlı olur. Kâinatı düzene koyan ancak ve ancak, kendisi doğmamış, doğrulmamış, öncesi, sonrası olmayan her zaman ve her ortamda bulunan ve onda asla bir değişim ve başkalaşma hissetmediğiniz güç olabilir. O güç de yerin ve göklerin Rabbi Allah’tan başkası değildir.

Aklıma deli sorular gelmiyor değil, onları burada ele almak ne kadar mantıklı olur bilemiyorum ancak konumuzun daha net ortaya çıkması açısından bazılarını sorgulamak istiyorum. Haşa yaratıcı zalim mi, yoksa yapacak başka bir şeyi yokta sürekli varlıklar yaratarak inşa ettiği cehennemde onları yakarak mutlu mu olmaya çalışıyor veyahut ta yarattığı varlıklardan bazılarını da cennete koyarak onların rahat yaşamalarından kendi de mi hoşlanıyor… Dünyayı yaratarak burada bazılarını güçlü kılıp, bazılarına imkân verip bazılarına da acı çektirerek bundan ne anlıyor gibi, haşa kafanızda soruların döndüğünü tahmin edebiliyorum… İşte tüm bu soruların cevabını cevaplama merkezi olmadığımı da biliyorum. Yaratılan olarak var olup yaratıcı tarafına geçip sorular sorduğumuz zaman, yaratılanların hiçbirisi yaratıcı tarafından olaylara bakarak onların altından kalkamaz, çünkü yetileri ve sahip olduğu bilgi ve birikimler onu çözebilecek nitelikte değildir.

İnsan, yaratılmışların içinde hem en tepe noktada bulunmakta hem de en alt seviyeye inebilmektedir. Bu iniş ve çıkış tamamıyla kendi marifetlerini ortaya koymasıyla alakalıdır. İlk dönemden bugüne kadar böyle olmuş bundan sonra da böyle olacaktır. Bu sürecin bir dengeye oturması mümkün değil mi o zaman diyebilirsiniz, elbette mümkündür. İnsan kendi yetilerini ve sorumluluk alanının çerçevesini kendisine bahşedilmiş akılla doğru anladığı ve tanımladığı zaman doğru bir yörüngeye oturur; ancak doğru tanımlayamadığı zaman nerede olması gerektiğini anlamadığı için ortaya koyacağı bütün eylemleri hakikatten uzaklaşarak onu ve kazanımlarını ifsat derecesine indirecektir. Dünya hayatında bu karmaşa ve kaosların yaşanmasının temelinde de insanın kendi sorumluluk alanlarını doğru tespit edememiş olması ve hırsını frenleyecek bir mekanizmayı aktif hale geçirememesinden kaynaklandığını görmekteyiz. Dünya kalıcı değil derken, hakikaten onun kalıcı olmadığına inanan ve bir gün kendi iradesiyle bırakıp gideceğini bilen bir varlık, bu kalıcı olmayan hayat için kendisini erişilmesi güç bir ilah olarak sahneye çıkarır mı?

Demek ki insanın içinde, yaratılan olarak kendisini kabul ettiren değerlerden çok, yaratıcı olarak varlığını devam ettirmek isteyen bir güç onu yönetmektedir. Hırs ve ihtiraslar, daima süreklilik arzular ve doyumsuzdur. Doyumsuzluğun temelinde müstağnileşme vardır. Bu müstağnilik, insanın kendisini kendisine yeter duruma getirir. Kendisini yeterli hisseden ve her şeye sahip olacağını ve her şeyin belirleyen gücü olarak kendisine bir rol biçen insan, rotadan çıkmış varlıktır bu durumda bulunacağı seviyenin en altına iner ama kendisine sorarsanız, çok güçlü ve erişilmesi zor bir varlık olup çıkmıştır. Oysa insanın yok oluşa en yakın olduğu zaman, kendisini çok güçlü gördüğü ve insan olma makamının en altına indiği zamandır.

Kâinatın dengesinin bozulmasındaki en önemli etken olarak, insanın varlık sebebi ile yaşam arzusu arasındaki çatışmaların olduğunu görürsünüz. Varlığının gerekçesi belli, bu varlığın yeryüzünde yapacakları da çizilmiş olmasına rağmen, bu varlığın içindeki hırs ve mütekebbirlik arzusu onu bulunduğu ortamdan alaşağı edip onu uçuruma yaklaştıracak bir hayat denklemini ona sunmaktadır. Bu denklemle her türlü sorunların üstesinden geleceğini düşünen insan, hayatı yaşanmaz hale getirip bütün bir âlem için karanlık bir ortamı kendi cinslerine armağan eder. Bunun sebebi olarak arayışlara başlar, çünkü kendisinin burada bir sebep olacağını hiç düşünmez. Ben çocukken nenemin bahçesinde dutlar yeni olmuştu onları aşağıya dökmek için, yerden taş alıp ağacın dalına attığımda taş geri dönüp kafama çarpmıştı ve ben orada kısa bir süre baygınlık yaşadıktan sonra kalkıp etrafa bağırıyordum bu taşı kim attı; beni öldürecektin diye bağırıyordum, tabi ki etrafta kimse yoktu beni duyan benden başka, âmâ sorunun kaynağı benim dışımdaydı, oysa ben kendi attığım taşı yemiştim. İşte insan kendi acziyetini görmeden hırsının esiri olursa, yanlışların odağında olmasına rağmen kendinde asla bir kusur bulamaz ve mutlak doğru olarak yeryüzüne kurtarıcı olarak geldiğine inanır. Bu inanış geniş kitlelerin de desteğiyle acıların altından kalkamaz duruma gelir büyük bir topluluk…

Hırslarının esiri olanlar hesap vermeyi değil, hesap görücü olarak kendilerine bir yer taktim ettiklerinden, attıkları her adım insanlığı biraz daha karanlıklara ve uçuruma yaklaştırır. Yarınlarda hesap var diyerek yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların, kendileri yeryüzünün her türlü imkânlarından faydalanırken yaratıcının her canlı için verdiği rızıkları ele geçirerek konforlarını artırırken, zavallı ve zayıf düşenlerin hayatları onları hiç etkilemiyorsa, bunlar asla yarın hesap var sözüne inanmamışlardır. Hesap, hesabı şaşırtır sizi daha ince ve ayık davranmaya götürür. Bir insan, aşağıladığı cinsleri kendisine bir değer vermediği zaman bir hiç olduğunu bildiği halde, neden kendisine değer vermesini istediği varlıklara acı çektirmekten zevk alır?

İnsan diye bildiğimiz varlık, kendi varlık gayesini ve varlığının donatılarını ve nelere sahip olacağını ve neleri elde edemeyeceğini anlamadığı sürece insan değil, ancak biyolojik bir canlı olup aklın ne işe yaradığını idrak edemeyen bir yaratık olur. Onun içindir ki insan olmak öyle kolay değildir. İnsan olmak, önce yaratılan olduğunu ve kendisi için çizilen sınırlar içinde, varlık gayesini anlayarak verimliliğin doruğunda tüm âleme faydalı olarak yaşamak demektir. Bunun için sahip olmaya çalışan bir yaratık değil, değeri kendisinden olan sorumlu bir varlık olarak yeryüzünü imar eder.

İmaratta yer almayan, tek hücreli canlılar gibi amip olarak yaşamak, insanlığın ne olduğunu idrak edememektir. İnsan, yeryüzündeki yaşamın düzene konulması için yaratıcının kendisine bahşettiği akılla, yeryüzü terazisini dengeye getirmek için mücadele eden ve adaletten asla ayrılmayan çifte standartçı olmayan, tüm canlılara yaşam hakkı tanıyan hepsine merhametle yaklaşan yeryüzünde yaratıcının tayin ettiği halifedir. Yeryüzünün hilafet görevini unutanlardan ancak yeryüzünde bir despot zalim ve haydut olur. Haydutların ilahlık yarışına girdiği dünyamızın yeniden aydınlanması ve tüm canlıların huzur içinde yaşaması için, insanı diriltelim ki, insanlık ortaya çıksın, yoksa hepten bizler yeryüzünü parselleyen yerel, bölgesel ve küresel zalimlerin oyuncağı olarak yok olmaya mahkûm olacağız. İnsanlık için geri sayım başladı. Bu sayı dizisinin sonunda insanlık, Yaratıcının tarafına geçip bizleri yönetmek isteyen haddini bilmeyen yaratıkların eliyle şeytanın karargâhında eğitim amaçlı kullanılan bir kadavra olarak tarihteki yerini alacaktır.

Bir coğrafyanın imkânları orada yaşayan tüm canlıların hakkıdır. Onların hepsinin rahat yaşaması gerekir, âmâ yeryüzü ilahları ve onların yakınında olup ilahlara her türlü desteği esirgemeyenlerce gasp edilen bu imkanlar, bunların dışındakilere hayatı yaşanmaz kılarken, onların mutlu olacaklarını sanması, sadece bir halüsinasyon görmedir.

İlahlık iddiasında olmadığını söyleyenlere, gerçek yaşamlarındaki ilahlık makamlarının onları götürdüğü çıkmazları gösterecek aydın kimlik ve kişilik sahibi şahsiyetli duruş ortaya koyan insanlara ihtiyaç vardır. Bunlar da ortalığa çıkmadığı zaman insanlık hepten yok olacağı günü bekleme sürecine girmiş demektir.

Zihin yürek ve yaşam üçgeninde ciddi sorgulamalar yaparak, geleceğin huzurlu ve mutlu nesillerine yeni bir dünya bırakmak isteyen tüm gönülleri selamlıyorum ve herkese selam dua ve muhabbetlerimi iletiyorum…

Erol KEKEÇ/11.03.2022/14.50

11 Mart 2022 Cuma

KORUMA GÜDÜSÜ BİR TUZAK MI?

 Şu ana kadar hiçbir canlıya tuzak kurup onlar için hainlik düşünmedim, ancak sesine hayran kaldığım bülbüllerim hariç… Ben onlar için gecelere kadar uyumazdım sabah şafakta kalkıp onların güzel nağmeleriyle günüme güzellikler katardım. Kış gelince uçup giderler diye, onların arkasında duygusal acılar çekmemek için onları göndermek istemedim…

Yaz mevsiminin sonuna yaklaşmıştık, artık kuzeyden poyraz, güneyden garbi yavaş yavaş esmeye başlamış, pamuk kozalakları patlamış, tarla başlarında pamuk toplamak için gelen işçilerin gaz lambaları karanlıkta uzaktan yere düşmüş bir yıldız gibi görünmeye başladığında, gönlümden gidenler ve onun yerine gelecek olanlar beni yanlış yapmaya itiyor olabilir miydi acaba…

Okulların açılma günleri yaklaşmış, ben gidince bahçeyi terk edecek bülbüllerin nağmeleri bir daha yankılanabilir miydi kim bilir? İşte, o heyecan ve duygu yüklü gözkapaklarım açılmadan, sabah erkenden onları bir tuzakla yakalamak geliyordu içimden… Önce çok güzel bir kafes yaptım, bülbülün yavrularını yuvasından alıp kafesin içine koydum. Kafesi aradan ikiye böldüm ama etrafı tamamıyla açık ve yavruların ötüşü annenin her türlü riski göze almasına neden olacak durumda, kapağı açık bıraktım, sert bir yayla içeri girince hemen kapanacak durumdaydı. Yavruların ötüşü annenin tehlikeyi göze almasına sebep oldu ve sabah bir saat mücadele sonunda kafese girdi, tak diye kapı hemen kapandı ve ben amacıma ulaşmıştım. Sıra babaya geldi onu da yakalarsam bir yaz sonunda okula gitmeden üç yavru ve anne baba toplam beş tane bülbülüm olacaktı. Onların gitmesini hiç istemiyordum ama ben gidecektim, 15 tatilde ancak okulumdan gelecektim tam beş ay onlarla görüşemeyecektim.

Ben onları yok etmek için değil, çok sevdiğim için, güzel seslerini her daim duyabilmek adına onları bir kafese hapsedecek kadar gözlerimi karartmıştım. Rahmetli babamın çok ısrarlarına rağmen bunlara olan aşkımdan vazgeçmedim ve son yirmi günümü hep onlarla geçirdim. Ancak ötüşleri değişti, her gün sabah saatlerce süren ötüşleri üç beş dakikayı geçmez oldu ve çok sönük ve dertli ötüyorlardı. Onların derdi beni de sardı acaba bir şey mi olacak diye onlara daha bir sarıldım. Sabah erkenden kalkıyorum yemlerini sularını hazırlıyorum, onların yiyeceği çekirgeleri yakalıyorum kuşluk vakti ama yine de istediğim nağmeli ötüşleri yakalayamıyorum. Babam oğlum çok yazık bunları bırak tekrar gelirler demesine rağmen, içim el vermiyor bırakmayı, ama okula gideceğim için içimde de bir acı, bunlar ne olacak diye hep sorguluyorum.

Nihayet okulların açılmasına iki gün kalınca babam, oğlum sen buradayken kendi ellerinle bırak, yazın yine gelirler demesine rağmen bırakmak hiç işime gelmiyordu, ama onlara bir şey olmasından da çok korkuyordum ve içimi hüzün kaplamıştı. Babam bir söz aldı benden, oğlum bak bunlar acı çeker ve kötü olacak olursa ben onları bırakırım tamam mı anlaştık mı dedi, ben gönlüm razı olmasa da tamam dedim dillerimle, babam da hem benim gönlümün olmasını üzülmememi, ayrıca onlarında acı çekmemesini istiyordu. O da böylece istediğini elde etmiş oldu. Yani benim bülbüller benden iki üç gün sonra doğanın içine salıverilmiş ve herkes onların güzel ötüşlerini yeniden dinlemeye başlamışlar… Kışın geldiğimde Rahmetli babacığım, evladım o hayvanlar öleceklerdi, çok acı çekiyorlardı ben de onları bıraktım, sen de zaten onların ölmesini istemezdin diyerek durumu bana anlatmaya çalıştı.

Ben bülbülleri çok sevdiğim için, onlara bir zararın gelmesini önlemek ve uzaklara gittiklerinde başlarına bir şey gelmesin diye kafese koyarak onların tabiatını imha etmiştim farkında olmadan… İnsan bazen severek imha edebiliyor farkında değilken… Bülbüllerim özgürlüğüne kavuştuktan sonra ben onların güzel nağmelerini hep dinledim. Ama onları oraya hapsedip sürekli orada koruma altına alsaydım ötmeyi bile unutacaklardı sanıyorum…

Yaşadığımız hayatın içindeki koruma duvarları bazen öyle acı veriyor ki, onları anlayıncaya kadar acılar acıları doğuruyor, sonrasında çözümü olmayan karanlıklarla karşılaşmak hayatımızın kanunu olup çıkıyor… Anne ve babalar benim bülbülleri korumamdan daha katı çocuklarını koruma altına alırlar ve onları bir kafeste büyütürler, kafesin dışına çıktıklarında yok olacaklarını sanırlar, onun için çocuklar 30’lu yaşlara gelinceye kadar hala kendi başlarına bir şey yapamazlar. Hep arkalarında onlara yol gösterecek anne ve babalarını gözlerler. İyi niyet ve sevgiyle başlayan koruma güdüsü, farkında olmadan koruduklarımızın yeteneklerinin yok olmasına ve ölümle yüz yüze gelip imha olmalarına sebep olabiliyor.

Doğal yaşamın kanunu insan yaşamında da aynen gözlenebilecek bir yaşam biçimi olmasına rağmen, bizler doğayla hayatımızı o kadar birbirinden ayırmışız ki, kendimize ait farklı yapay suni doğalar oluşturduk. Bu yapay doğalarımızda oluşturacağımız her tür yaşam biçimi, doğamızla alakası olmayan bir yaşam olup çıkıyor karşımıza, ama bizler hala doğal ortamımızda var olduğumuzu sanıp kendimizi avutma derdindeyiz.

Her canlı kendi doğal ortamın doğasıyla olduğu zaman yetilerini en güzel ortaya çıkarıyor, âmâ kendimiz oluşturduğumuz ortamların doğasında insanları yaşatıp, yeteneklerini ortaya çıkarmasını beklediğimiz müddetçe yetenekleri imha etmeye devam edeceğiz. Nesillerimizi kurban etmemek için, sevgimizin yerini aklımız almak zorundadır. Sevgi duygularımızın bir ürünüdür. Duygular gerçeklikle karşılaştığı zaman kendisinin olmasını isteyebilir, ancak aklımızı akılcı kullanmaktan kaçınmayalım ki, doğal yaşamı zulme çevirmeyelim.

Bizim babalarımız sorumsuz değillerdi, bizleri serbest bırakırlardı ancak bu serbestlik onların denetiminden çıktığımız anlamına gelmezdi. Bizim gönlümüzün olduğu davranışları ortaya koymamızı isterlerdi. Oysa biz çocuklarımızın doğallığını yok ederek onların ortaya koyacağı davranışların rotasını biz belirliyoruz ondan sonra sen özgürsün kendi davranışlarını kendin yapıyorsun diyerek sorumluluğu da onlara yükleyerek, kendi isteklerimizin olmasını arzuluyoruz ya da neden bizim dediklerimizin olmadığını sorguluyoruz. Bu tavırlarımız onların doğal ortamlarını yok ederek bir kafes içinde özgürce davranmalarını bekleyerek onların neden kötü gidiş ortaya koyduklarını anlatarak şikâyet etme hakkımızın olmadığına inanıyorum.

Benim babam benim babalığımdan daha iyi bir babalık yaptığına inanıyorum on tane çocuğu nasıl yetiştireceğini çok iyi biliyordu. Bir gariban köylü olduğu halde 8 tane çocuğunu uzak diyarlarda okutacak kadar da hayata yabancı olmayan onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışan bir babaydı. Oysa bizler çocuklarımızın bizlere bir şey öğreteceğini bırakın, onların bizim belirlediğimiz alan dışında öğreneceklerinin doğrulukla yakından uzaktan alakası olmayacağını düşünerek onlara hiç değer vermeyiz. Bunların arkasındaki temel etmen tamamıyla koruma güdüsünün bizleri doğrudan yanlışa yönlendirmesi olduğu muhakkaktır. Bu süreç devam ettiği müddetçe ya onları ölündürüp işe yaramaz hale getireceğiz, ya da elimizden kaçıracağız bir daha bize dönmek istemeyen, bulundukları coğrafyayı terk eden göçmen kuşlara benzeteceğiz.

Koruma güdüsü, yanlışlar ağının içindeki bir yuva gibi görülmelidir. Bu yuvanın doğru olma ihtimali çok az ama yanlış olma olasılığı çok yüksektir. Ondan dolayı kendi yaptığımız kafeslere hapsettiğimiz gençlerimizi o kafeslerden çıkaracak cesareti ortaya koymazsak, öyle bir gün gelecek ki, o kuşların kafesinin yanına yaklaşma cesaretimiz kalmayacaktır.

Kafeslerin kapılarını açalım nesillerimizi kendi doğal ortamlarında yaşayarak kendi ötüşleriyle doğaya renk katan bülbüller gibi hayatın içinde onları dinleyerek kendimizden geçelim ve onların eylemlerine bir değer verelim ki, ötüşleri daha güzel olan bülbüller gibi bunların da mücadele aşklarının devamını sağlayalım…

Çocukluğumda kurduğum o tuzakları bir daha kurmamak için yeminim vardı ama gençlerimizi aynı tuzaklara koyduğumuzu görünce, hep tuzak kuran ve kurduğu tuzak içinde bir yaşamı öğütleyen cani olarak kendimi tanımlamak geliyor içimden…”Bir İnsanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” Öldürmek sadece biyolojik olarak düşünülmesin, ruhen ölüm, bedenen ölümden daha etkilidir. Ruhen ölenlerin bedenen canlılığının hiçbir anlamı yoktur uzayda yer kaplaması dışında…

Gençlerimizin kendi vatanlarından uzaklaşmak istemeleri bir kafese konulan bülbülden hiç de farklı olmadığına inanıyorum. Kafesin dışında istediğiniz bir yaşam varken, kafesin içi sınırları ve doğal olamayan ötüşlerle bülbülün öttüğünü iddia ettiğimiz bir yer olduğu belli, buranın o bülbüle çekici olması nasıl ki mümkün değilse, vatanlarının bir kafes gibi ruhlarını daralttığı gençlerimiz için de vatan çekiciliğini kaybetmeye başlamıştır. Bu ruhen daralmaya neden olan anlayış, davranış ve düşünceler değişmediği sürece bu ötüşlere hasret kalacağımız toprakları, vatan olarak bağrımıza basacağımız unutulmamalıdır.

Her yetenek mesleğinde kendi becerisini ortaya koymak ister. Bu becerilerin belli kalıplara sokularak o kalıplardan çıkması istenmemelidir. Şayet yetenekler belli kalıplardan çıkarılması gereken fabrika ürünü gibi görülmek isteniyorsa, orada hayat fabrikasyon olmaya çok yakın demektir. Son günlerde doktorların sürekli başka ülkelere göç etmesi de böyle bir kafes mantığından doğan sonuçlar olduğuna inanıyorum. Mesleki doyum olmadığı zaman sizin vereceğiniz parasal karşılıklar bir anlam ifade etmeyebilir. Onun içindir ki, insanların yeteneklerini en iyi şekilde rahatça insanlık yararına kullandıkları ortamlar oluşturmak gerekir. Bu, doğal tabii ortamları yaygınlaştırmakla alakalıdır.” İşiniz eğlenceniz olsun…”anlayışı içinde bir doğal yaşam alanı oluşturamıyorsak, yaptığımız ve inşa edeceğimiz her yer bir kafes hükmündedir. Kafeslerden nağmeli seven çekici ötüşler bekleyemezsiniz. Orada birbirini yiyecek duruma gelmiş olanlarla karşılaşırsınız.

Hayatımızı bir kafeste geçirmemizi isteyenler bilerek böyle bir kafese koymadıklarını sanabilirler, benim bülbülleri korumak için onları hapsettiğim gibi, ancak onları ölümle yüz yüze bıraktığımı görünce büyük bir ihanet içinde olduğumu fark ettim. Aslında koruma güdüsüyle yola çıkan ben, bir canlıyı imha edecekken bilge rahmetli babamın beni uyandırmasıyla hatamı fark edip kendime geldim… Hata insan içindir, hatayı görmek ve ondan dönüş yapmak insan olmaktır. Rabbim, nesillerimizi imha etmeden kendimize gelmeyi ve hatalarımızı görüp basiretle ondan uzaklaşıp doğruya yönelip hakikati yaşayanlardan eylesin bizleri… Göçmen kuşların transit geçiş güzergâhı olmasın diye onlara dokunmadığımız gibi, nesillerimizin transit geçiş güzergâhı olmasını istemiyorsak, vatanımızı herkesin yeteneklerinin büyük ekranlarda görüntülendiği bir sinema perdesi haline getirip renklendirelim… Yoksa renksizlik hayatımızın belirleyeni olacak…

Koruma güdüsüyle imha ettiklerimizi, doğal yaşam alanlarında, işiniz eğlenceniz olsun düsturuna göre yaşayacakları doğal ortamlara taşımak olmalı görevimiz…

Selam ve dualarımla,

Erol KEKEÇ/11.03.2022/01.20

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!