Bu Blogda Ara

12 Mart 2022 Cumartesi

YARATILAN YARATICI TARAFINDAN BAKAMAZ

 Bir soruyla bu gün yazıma başlıyorum, Hakikaten bu dünya yaşamı bittikten sonra gelecekte çok ciddi bir hesabın olduğuna inananlar, dünya yaşamında günah ve yanlış defterlerinin kabarmasını isterler mi?        

İnsandır olabilir diyenlerin olabileceğini biliyorum ben de size yakın düşünmüyor değilim, çünkü imtihanın bir anlamı olmaz o zaman… Ama şuna kesin olarak inanıyorum ki, yeryüzünde bütün bir evrene zulmeden ve doğanın dengesini bozan bir yaşamın kuşatıcılığından söz edemezsiniz. Yaratıcı yeryüzünde bir canlı yaratacak, o canlı yaratıcının belli bir düzen ve ahenk içinde sistemli olarak yarattığı bu âlemi fesada uğratacak ve düzeni bozacak… Peki, Yaratıcının işi gücü yok sırf iş olsun ve yarattıklarını cehenneme atıp onların yanmasını izlemek için, hem böyle bir âlem yaratacak sonrada bu âlemin düzenini bozacak varlıklar yaratacak, bu düzeni bozanları tutup cehenneme atacak onla mutlu olacak sadist bir Yaratıcı…(!)Yaratıcının böyle bir eyleme ve kendini kanıtlamaya ihtiyacı yoktur. Siz onu takdir ve takdis etmeseniz de o Hamt edilmeye layık tek varlıktır.

Bu örneği vermemdeki amacım, Yaratıcı yarattı bir kader çizdi biz onunla uğraşıyoruz, önceden belirlenenleri oynuyoruz diyebilecek olanların bu tutarsızlığını ortaya koymaktır. Tüm âlemlerin rabbi her şeye muktedir olduğu halde, biz onu tanımlarken yanımızda olan bilgi ile tanımlamaya çalıştığımız için, işin içinden çıkamaz duruma geliyoruz. Yaratıcının bize verdiği bilgilerin tümü bizim bilmemizi istediği kadardır, ondan fazlası bize verilmediği için bu koca kâinat içinde bizim dışımızda bildiklerimizin ötesinde nelerin olduğunu bilmiyoruz. Onları bilmiyor olmamız onların olmadığı veya bizim kafamızdaki bilgi ile uyuşmadığı için inkârını gerektirmiyor.

İnsanın bu inkârı yönünün her zaman devrede olması, onun çok kötü bir tuzak içinde olduğunu da ortaya çıkarmaktadır. Çünkü insana verilen bilgi ve donanımlar, onun ilahlık iddiasında bulunmasının önüne geçecek kadar sınırlı olduğundan insana haddini de bildirmek istemektedir. Ancak insan bu haddi çoğu zaman aşarak, kendisini yaşadığı evrenin tek belirleyen gücü olarak görme gafletine dalabilmektedir. Bu gafletle birlikte kurtuluş imkânı olmayan yanlışlar göletlinden su içmeye başlar bu suyu içtikçe susuzluğu artar ve bir türlü doyuma ulaşmaz hale gelir.

İnsan, ne tarafından bakarsan bak tutarsızlıklar üzerine oturttuğu bir hayatı kendisi devam ettiriyormuş gibi, çılgınlıklarını sürdürmeyi ve onları genişletmeyi bir marifet bilerek yaşar. Ne zaman nerede son nefesini vereceğini bilmediğimiz bir hayatın sahibi biz olmadığımıza göre, bu canlılığımız devam ettiği sürece, yeryüzü bizden sorulur gibi hırsla her şeye sahip olarak yaşamaya bir anlam verebiliyor muyuz? Gerekçe oluşturmaktan bahsetmiyorum, çünkü kendimizi haklı kılmak için her türlü gerekçeyi oluşturup kendimizi savunmak ve akla uygun marifet ortaya koymada üzerimize hiçbir canlı yoktur. Bir taraftan geçici dünya deriz, oysa geçici olan biziz, biz geçici olduğumuz halde onun ömrünün bize göre daha uzun olduğu ortada iken buna rağmen nasıl olurda bile bile, kurulacak ilişkiyi hesapsızca yaparız.45 kiloluk bir insan ağır sıklette güreşen 120 kiloluk bir güreşçi ile güreşerek onu yıkacağına inanması gibi, ömrü insandan daha uzun olan dünya ile bir yarışa giren insan da bu müsabakayı hep kaybeden tarafta yer alacaktır.

Yaratıcıyı yaratılanların görebileceği ve anlayabileceği pencereden bakarak tanımaya çalışmak onun hakkında bütüncü bir bilgiyi bize vermeyecektir. Çünkü biz elimizdeki imkânlarla ve sahip olduğumuz genetik donanımlarımızda yüklü olan yazılımla ancak alabileceklerimizi alabiliriz. Bunun ötesinde neler var neler yok onları bilme imkânımız asla olmayacaktır. Onlara sahip olacak olsak o zaman yaratıcı bizi yaratmış olmaz ve bizler de bir yaratılan değil yaratıcı olmamız gerekir. Oysa bizim doğum ve ölüm çizgimiz belli ve bu durum ne kadar canlı varsa hepsi için geçerli olan bir kanun olduğuna göre, bizim mutlak bilgiye ulaşma imkânımız olmayacaktır. Çünkü yaratıcı değiliz yaratılanız da ondan… Yaratılan tarafta olmamıza rağmen yaratıcı tarafına geçip bizimle ilgili bilgilerin kaynağına ulaşmak istediğimiz zaman haddi aşarak ilahlık taslamaya başlarız ki, bu durum bizim kendi elimizle kendimizi imha edeceğimiz anlamına gelir. “Yeryüzünde birden fazla ilah olmuş olsaydı yeryüzünüm düzeni bozulur ve yeryüzü fesada uğrardı ”ayeti tecelli etmiş olurdu.

Halden hale geçen insan, anlık saniyeleri birbirini tutmuyorken, kendi ruh dünyasının devamlılığını sağlayamıyor olmasına rağmen, kendi dışındaki âleme bir düzen vermeye çalışması sizce de ne kadar tutarlı olur. Kâinatı düzene koyan ancak ve ancak, kendisi doğmamış, doğrulmamış, öncesi, sonrası olmayan her zaman ve her ortamda bulunan ve onda asla bir değişim ve başkalaşma hissetmediğiniz güç olabilir. O güç de yerin ve göklerin Rabbi Allah’tan başkası değildir.

Aklıma deli sorular gelmiyor değil, onları burada ele almak ne kadar mantıklı olur bilemiyorum ancak konumuzun daha net ortaya çıkması açısından bazılarını sorgulamak istiyorum. Haşa yaratıcı zalim mi, yoksa yapacak başka bir şeyi yokta sürekli varlıklar yaratarak inşa ettiği cehennemde onları yakarak mutlu mu olmaya çalışıyor veyahut ta yarattığı varlıklardan bazılarını da cennete koyarak onların rahat yaşamalarından kendi de mi hoşlanıyor… Dünyayı yaratarak burada bazılarını güçlü kılıp, bazılarına imkân verip bazılarına da acı çektirerek bundan ne anlıyor gibi, haşa kafanızda soruların döndüğünü tahmin edebiliyorum… İşte tüm bu soruların cevabını cevaplama merkezi olmadığımı da biliyorum. Yaratılan olarak var olup yaratıcı tarafına geçip sorular sorduğumuz zaman, yaratılanların hiçbirisi yaratıcı tarafından olaylara bakarak onların altından kalkamaz, çünkü yetileri ve sahip olduğu bilgi ve birikimler onu çözebilecek nitelikte değildir.

İnsan, yaratılmışların içinde hem en tepe noktada bulunmakta hem de en alt seviyeye inebilmektedir. Bu iniş ve çıkış tamamıyla kendi marifetlerini ortaya koymasıyla alakalıdır. İlk dönemden bugüne kadar böyle olmuş bundan sonra da böyle olacaktır. Bu sürecin bir dengeye oturması mümkün değil mi o zaman diyebilirsiniz, elbette mümkündür. İnsan kendi yetilerini ve sorumluluk alanının çerçevesini kendisine bahşedilmiş akılla doğru anladığı ve tanımladığı zaman doğru bir yörüngeye oturur; ancak doğru tanımlayamadığı zaman nerede olması gerektiğini anlamadığı için ortaya koyacağı bütün eylemleri hakikatten uzaklaşarak onu ve kazanımlarını ifsat derecesine indirecektir. Dünya hayatında bu karmaşa ve kaosların yaşanmasının temelinde de insanın kendi sorumluluk alanlarını doğru tespit edememiş olması ve hırsını frenleyecek bir mekanizmayı aktif hale geçirememesinden kaynaklandığını görmekteyiz. Dünya kalıcı değil derken, hakikaten onun kalıcı olmadığına inanan ve bir gün kendi iradesiyle bırakıp gideceğini bilen bir varlık, bu kalıcı olmayan hayat için kendisini erişilmesi güç bir ilah olarak sahneye çıkarır mı?

Demek ki insanın içinde, yaratılan olarak kendisini kabul ettiren değerlerden çok, yaratıcı olarak varlığını devam ettirmek isteyen bir güç onu yönetmektedir. Hırs ve ihtiraslar, daima süreklilik arzular ve doyumsuzdur. Doyumsuzluğun temelinde müstağnileşme vardır. Bu müstağnilik, insanın kendisini kendisine yeter duruma getirir. Kendisini yeterli hisseden ve her şeye sahip olacağını ve her şeyin belirleyen gücü olarak kendisine bir rol biçen insan, rotadan çıkmış varlıktır bu durumda bulunacağı seviyenin en altına iner ama kendisine sorarsanız, çok güçlü ve erişilmesi zor bir varlık olup çıkmıştır. Oysa insanın yok oluşa en yakın olduğu zaman, kendisini çok güçlü gördüğü ve insan olma makamının en altına indiği zamandır.

Kâinatın dengesinin bozulmasındaki en önemli etken olarak, insanın varlık sebebi ile yaşam arzusu arasındaki çatışmaların olduğunu görürsünüz. Varlığının gerekçesi belli, bu varlığın yeryüzünde yapacakları da çizilmiş olmasına rağmen, bu varlığın içindeki hırs ve mütekebbirlik arzusu onu bulunduğu ortamdan alaşağı edip onu uçuruma yaklaştıracak bir hayat denklemini ona sunmaktadır. Bu denklemle her türlü sorunların üstesinden geleceğini düşünen insan, hayatı yaşanmaz hale getirip bütün bir âlem için karanlık bir ortamı kendi cinslerine armağan eder. Bunun sebebi olarak arayışlara başlar, çünkü kendisinin burada bir sebep olacağını hiç düşünmez. Ben çocukken nenemin bahçesinde dutlar yeni olmuştu onları aşağıya dökmek için, yerden taş alıp ağacın dalına attığımda taş geri dönüp kafama çarpmıştı ve ben orada kısa bir süre baygınlık yaşadıktan sonra kalkıp etrafa bağırıyordum bu taşı kim attı; beni öldürecektin diye bağırıyordum, tabi ki etrafta kimse yoktu beni duyan benden başka, âmâ sorunun kaynağı benim dışımdaydı, oysa ben kendi attığım taşı yemiştim. İşte insan kendi acziyetini görmeden hırsının esiri olursa, yanlışların odağında olmasına rağmen kendinde asla bir kusur bulamaz ve mutlak doğru olarak yeryüzüne kurtarıcı olarak geldiğine inanır. Bu inanış geniş kitlelerin de desteğiyle acıların altından kalkamaz duruma gelir büyük bir topluluk…

Hırslarının esiri olanlar hesap vermeyi değil, hesap görücü olarak kendilerine bir yer taktim ettiklerinden, attıkları her adım insanlığı biraz daha karanlıklara ve uçuruma yaklaştırır. Yarınlarda hesap var diyerek yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların, kendileri yeryüzünün her türlü imkânlarından faydalanırken yaratıcının her canlı için verdiği rızıkları ele geçirerek konforlarını artırırken, zavallı ve zayıf düşenlerin hayatları onları hiç etkilemiyorsa, bunlar asla yarın hesap var sözüne inanmamışlardır. Hesap, hesabı şaşırtır sizi daha ince ve ayık davranmaya götürür. Bir insan, aşağıladığı cinsleri kendisine bir değer vermediği zaman bir hiç olduğunu bildiği halde, neden kendisine değer vermesini istediği varlıklara acı çektirmekten zevk alır?

İnsan diye bildiğimiz varlık, kendi varlık gayesini ve varlığının donatılarını ve nelere sahip olacağını ve neleri elde edemeyeceğini anlamadığı sürece insan değil, ancak biyolojik bir canlı olup aklın ne işe yaradığını idrak edemeyen bir yaratık olur. Onun içindir ki insan olmak öyle kolay değildir. İnsan olmak, önce yaratılan olduğunu ve kendisi için çizilen sınırlar içinde, varlık gayesini anlayarak verimliliğin doruğunda tüm âleme faydalı olarak yaşamak demektir. Bunun için sahip olmaya çalışan bir yaratık değil, değeri kendisinden olan sorumlu bir varlık olarak yeryüzünü imar eder.

İmaratta yer almayan, tek hücreli canlılar gibi amip olarak yaşamak, insanlığın ne olduğunu idrak edememektir. İnsan, yeryüzündeki yaşamın düzene konulması için yaratıcının kendisine bahşettiği akılla, yeryüzü terazisini dengeye getirmek için mücadele eden ve adaletten asla ayrılmayan çifte standartçı olmayan, tüm canlılara yaşam hakkı tanıyan hepsine merhametle yaklaşan yeryüzünde yaratıcının tayin ettiği halifedir. Yeryüzünün hilafet görevini unutanlardan ancak yeryüzünde bir despot zalim ve haydut olur. Haydutların ilahlık yarışına girdiği dünyamızın yeniden aydınlanması ve tüm canlıların huzur içinde yaşaması için, insanı diriltelim ki, insanlık ortaya çıksın, yoksa hepten bizler yeryüzünü parselleyen yerel, bölgesel ve küresel zalimlerin oyuncağı olarak yok olmaya mahkûm olacağız. İnsanlık için geri sayım başladı. Bu sayı dizisinin sonunda insanlık, Yaratıcının tarafına geçip bizleri yönetmek isteyen haddini bilmeyen yaratıkların eliyle şeytanın karargâhında eğitim amaçlı kullanılan bir kadavra olarak tarihteki yerini alacaktır.

Bir coğrafyanın imkânları orada yaşayan tüm canlıların hakkıdır. Onların hepsinin rahat yaşaması gerekir, âmâ yeryüzü ilahları ve onların yakınında olup ilahlara her türlü desteği esirgemeyenlerce gasp edilen bu imkanlar, bunların dışındakilere hayatı yaşanmaz kılarken, onların mutlu olacaklarını sanması, sadece bir halüsinasyon görmedir.

İlahlık iddiasında olmadığını söyleyenlere, gerçek yaşamlarındaki ilahlık makamlarının onları götürdüğü çıkmazları gösterecek aydın kimlik ve kişilik sahibi şahsiyetli duruş ortaya koyan insanlara ihtiyaç vardır. Bunlar da ortalığa çıkmadığı zaman insanlık hepten yok olacağı günü bekleme sürecine girmiş demektir.

Zihin yürek ve yaşam üçgeninde ciddi sorgulamalar yaparak, geleceğin huzurlu ve mutlu nesillerine yeni bir dünya bırakmak isteyen tüm gönülleri selamlıyorum ve herkese selam dua ve muhabbetlerimi iletiyorum…

Erol KEKEÇ/11.03.2022/14.50

11 Mart 2022 Cuma

KORUMA GÜDÜSÜ BİR TUZAK MI?

 Şu ana kadar hiçbir canlıya tuzak kurup onlar için hainlik düşünmedim, ancak sesine hayran kaldığım bülbüllerim hariç… Ben onlar için gecelere kadar uyumazdım sabah şafakta kalkıp onların güzel nağmeleriyle günüme güzellikler katardım. Kış gelince uçup giderler diye, onların arkasında duygusal acılar çekmemek için onları göndermek istemedim…

Yaz mevsiminin sonuna yaklaşmıştık, artık kuzeyden poyraz, güneyden garbi yavaş yavaş esmeye başlamış, pamuk kozalakları patlamış, tarla başlarında pamuk toplamak için gelen işçilerin gaz lambaları karanlıkta uzaktan yere düşmüş bir yıldız gibi görünmeye başladığında, gönlümden gidenler ve onun yerine gelecek olanlar beni yanlış yapmaya itiyor olabilir miydi acaba…

Okulların açılma günleri yaklaşmış, ben gidince bahçeyi terk edecek bülbüllerin nağmeleri bir daha yankılanabilir miydi kim bilir? İşte, o heyecan ve duygu yüklü gözkapaklarım açılmadan, sabah erkenden onları bir tuzakla yakalamak geliyordu içimden… Önce çok güzel bir kafes yaptım, bülbülün yavrularını yuvasından alıp kafesin içine koydum. Kafesi aradan ikiye böldüm ama etrafı tamamıyla açık ve yavruların ötüşü annenin her türlü riski göze almasına neden olacak durumda, kapağı açık bıraktım, sert bir yayla içeri girince hemen kapanacak durumdaydı. Yavruların ötüşü annenin tehlikeyi göze almasına sebep oldu ve sabah bir saat mücadele sonunda kafese girdi, tak diye kapı hemen kapandı ve ben amacıma ulaşmıştım. Sıra babaya geldi onu da yakalarsam bir yaz sonunda okula gitmeden üç yavru ve anne baba toplam beş tane bülbülüm olacaktı. Onların gitmesini hiç istemiyordum ama ben gidecektim, 15 tatilde ancak okulumdan gelecektim tam beş ay onlarla görüşemeyecektim.

Ben onları yok etmek için değil, çok sevdiğim için, güzel seslerini her daim duyabilmek adına onları bir kafese hapsedecek kadar gözlerimi karartmıştım. Rahmetli babamın çok ısrarlarına rağmen bunlara olan aşkımdan vazgeçmedim ve son yirmi günümü hep onlarla geçirdim. Ancak ötüşleri değişti, her gün sabah saatlerce süren ötüşleri üç beş dakikayı geçmez oldu ve çok sönük ve dertli ötüyorlardı. Onların derdi beni de sardı acaba bir şey mi olacak diye onlara daha bir sarıldım. Sabah erkenden kalkıyorum yemlerini sularını hazırlıyorum, onların yiyeceği çekirgeleri yakalıyorum kuşluk vakti ama yine de istediğim nağmeli ötüşleri yakalayamıyorum. Babam oğlum çok yazık bunları bırak tekrar gelirler demesine rağmen, içim el vermiyor bırakmayı, ama okula gideceğim için içimde de bir acı, bunlar ne olacak diye hep sorguluyorum.

Nihayet okulların açılmasına iki gün kalınca babam, oğlum sen buradayken kendi ellerinle bırak, yazın yine gelirler demesine rağmen bırakmak hiç işime gelmiyordu, ama onlara bir şey olmasından da çok korkuyordum ve içimi hüzün kaplamıştı. Babam bir söz aldı benden, oğlum bak bunlar acı çeker ve kötü olacak olursa ben onları bırakırım tamam mı anlaştık mı dedi, ben gönlüm razı olmasa da tamam dedim dillerimle, babam da hem benim gönlümün olmasını üzülmememi, ayrıca onlarında acı çekmemesini istiyordu. O da böylece istediğini elde etmiş oldu. Yani benim bülbüller benden iki üç gün sonra doğanın içine salıverilmiş ve herkes onların güzel ötüşlerini yeniden dinlemeye başlamışlar… Kışın geldiğimde Rahmetli babacığım, evladım o hayvanlar öleceklerdi, çok acı çekiyorlardı ben de onları bıraktım, sen de zaten onların ölmesini istemezdin diyerek durumu bana anlatmaya çalıştı.

Ben bülbülleri çok sevdiğim için, onlara bir zararın gelmesini önlemek ve uzaklara gittiklerinde başlarına bir şey gelmesin diye kafese koyarak onların tabiatını imha etmiştim farkında olmadan… İnsan bazen severek imha edebiliyor farkında değilken… Bülbüllerim özgürlüğüne kavuştuktan sonra ben onların güzel nağmelerini hep dinledim. Ama onları oraya hapsedip sürekli orada koruma altına alsaydım ötmeyi bile unutacaklardı sanıyorum…

Yaşadığımız hayatın içindeki koruma duvarları bazen öyle acı veriyor ki, onları anlayıncaya kadar acılar acıları doğuruyor, sonrasında çözümü olmayan karanlıklarla karşılaşmak hayatımızın kanunu olup çıkıyor… Anne ve babalar benim bülbülleri korumamdan daha katı çocuklarını koruma altına alırlar ve onları bir kafeste büyütürler, kafesin dışına çıktıklarında yok olacaklarını sanırlar, onun için çocuklar 30’lu yaşlara gelinceye kadar hala kendi başlarına bir şey yapamazlar. Hep arkalarında onlara yol gösterecek anne ve babalarını gözlerler. İyi niyet ve sevgiyle başlayan koruma güdüsü, farkında olmadan koruduklarımızın yeteneklerinin yok olmasına ve ölümle yüz yüze gelip imha olmalarına sebep olabiliyor.

Doğal yaşamın kanunu insan yaşamında da aynen gözlenebilecek bir yaşam biçimi olmasına rağmen, bizler doğayla hayatımızı o kadar birbirinden ayırmışız ki, kendimize ait farklı yapay suni doğalar oluşturduk. Bu yapay doğalarımızda oluşturacağımız her tür yaşam biçimi, doğamızla alakası olmayan bir yaşam olup çıkıyor karşımıza, ama bizler hala doğal ortamımızda var olduğumuzu sanıp kendimizi avutma derdindeyiz.

Her canlı kendi doğal ortamın doğasıyla olduğu zaman yetilerini en güzel ortaya çıkarıyor, âmâ kendimiz oluşturduğumuz ortamların doğasında insanları yaşatıp, yeteneklerini ortaya çıkarmasını beklediğimiz müddetçe yetenekleri imha etmeye devam edeceğiz. Nesillerimizi kurban etmemek için, sevgimizin yerini aklımız almak zorundadır. Sevgi duygularımızın bir ürünüdür. Duygular gerçeklikle karşılaştığı zaman kendisinin olmasını isteyebilir, ancak aklımızı akılcı kullanmaktan kaçınmayalım ki, doğal yaşamı zulme çevirmeyelim.

Bizim babalarımız sorumsuz değillerdi, bizleri serbest bırakırlardı ancak bu serbestlik onların denetiminden çıktığımız anlamına gelmezdi. Bizim gönlümüzün olduğu davranışları ortaya koymamızı isterlerdi. Oysa biz çocuklarımızın doğallığını yok ederek onların ortaya koyacağı davranışların rotasını biz belirliyoruz ondan sonra sen özgürsün kendi davranışlarını kendin yapıyorsun diyerek sorumluluğu da onlara yükleyerek, kendi isteklerimizin olmasını arzuluyoruz ya da neden bizim dediklerimizin olmadığını sorguluyoruz. Bu tavırlarımız onların doğal ortamlarını yok ederek bir kafes içinde özgürce davranmalarını bekleyerek onların neden kötü gidiş ortaya koyduklarını anlatarak şikâyet etme hakkımızın olmadığına inanıyorum.

Benim babam benim babalığımdan daha iyi bir babalık yaptığına inanıyorum on tane çocuğu nasıl yetiştireceğini çok iyi biliyordu. Bir gariban köylü olduğu halde 8 tane çocuğunu uzak diyarlarda okutacak kadar da hayata yabancı olmayan onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışan bir babaydı. Oysa bizler çocuklarımızın bizlere bir şey öğreteceğini bırakın, onların bizim belirlediğimiz alan dışında öğreneceklerinin doğrulukla yakından uzaktan alakası olmayacağını düşünerek onlara hiç değer vermeyiz. Bunların arkasındaki temel etmen tamamıyla koruma güdüsünün bizleri doğrudan yanlışa yönlendirmesi olduğu muhakkaktır. Bu süreç devam ettiği müddetçe ya onları ölündürüp işe yaramaz hale getireceğiz, ya da elimizden kaçıracağız bir daha bize dönmek istemeyen, bulundukları coğrafyayı terk eden göçmen kuşlara benzeteceğiz.

Koruma güdüsü, yanlışlar ağının içindeki bir yuva gibi görülmelidir. Bu yuvanın doğru olma ihtimali çok az ama yanlış olma olasılığı çok yüksektir. Ondan dolayı kendi yaptığımız kafeslere hapsettiğimiz gençlerimizi o kafeslerden çıkaracak cesareti ortaya koymazsak, öyle bir gün gelecek ki, o kuşların kafesinin yanına yaklaşma cesaretimiz kalmayacaktır.

Kafeslerin kapılarını açalım nesillerimizi kendi doğal ortamlarında yaşayarak kendi ötüşleriyle doğaya renk katan bülbüller gibi hayatın içinde onları dinleyerek kendimizden geçelim ve onların eylemlerine bir değer verelim ki, ötüşleri daha güzel olan bülbüller gibi bunların da mücadele aşklarının devamını sağlayalım…

Çocukluğumda kurduğum o tuzakları bir daha kurmamak için yeminim vardı ama gençlerimizi aynı tuzaklara koyduğumuzu görünce, hep tuzak kuran ve kurduğu tuzak içinde bir yaşamı öğütleyen cani olarak kendimi tanımlamak geliyor içimden…”Bir İnsanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” Öldürmek sadece biyolojik olarak düşünülmesin, ruhen ölüm, bedenen ölümden daha etkilidir. Ruhen ölenlerin bedenen canlılığının hiçbir anlamı yoktur uzayda yer kaplaması dışında…

Gençlerimizin kendi vatanlarından uzaklaşmak istemeleri bir kafese konulan bülbülden hiç de farklı olmadığına inanıyorum. Kafesin dışında istediğiniz bir yaşam varken, kafesin içi sınırları ve doğal olamayan ötüşlerle bülbülün öttüğünü iddia ettiğimiz bir yer olduğu belli, buranın o bülbüle çekici olması nasıl ki mümkün değilse, vatanlarının bir kafes gibi ruhlarını daralttığı gençlerimiz için de vatan çekiciliğini kaybetmeye başlamıştır. Bu ruhen daralmaya neden olan anlayış, davranış ve düşünceler değişmediği sürece bu ötüşlere hasret kalacağımız toprakları, vatan olarak bağrımıza basacağımız unutulmamalıdır.

Her yetenek mesleğinde kendi becerisini ortaya koymak ister. Bu becerilerin belli kalıplara sokularak o kalıplardan çıkması istenmemelidir. Şayet yetenekler belli kalıplardan çıkarılması gereken fabrika ürünü gibi görülmek isteniyorsa, orada hayat fabrikasyon olmaya çok yakın demektir. Son günlerde doktorların sürekli başka ülkelere göç etmesi de böyle bir kafes mantığından doğan sonuçlar olduğuna inanıyorum. Mesleki doyum olmadığı zaman sizin vereceğiniz parasal karşılıklar bir anlam ifade etmeyebilir. Onun içindir ki, insanların yeteneklerini en iyi şekilde rahatça insanlık yararına kullandıkları ortamlar oluşturmak gerekir. Bu, doğal tabii ortamları yaygınlaştırmakla alakalıdır.” İşiniz eğlenceniz olsun…”anlayışı içinde bir doğal yaşam alanı oluşturamıyorsak, yaptığımız ve inşa edeceğimiz her yer bir kafes hükmündedir. Kafeslerden nağmeli seven çekici ötüşler bekleyemezsiniz. Orada birbirini yiyecek duruma gelmiş olanlarla karşılaşırsınız.

Hayatımızı bir kafeste geçirmemizi isteyenler bilerek böyle bir kafese koymadıklarını sanabilirler, benim bülbülleri korumak için onları hapsettiğim gibi, ancak onları ölümle yüz yüze bıraktığımı görünce büyük bir ihanet içinde olduğumu fark ettim. Aslında koruma güdüsüyle yola çıkan ben, bir canlıyı imha edecekken bilge rahmetli babamın beni uyandırmasıyla hatamı fark edip kendime geldim… Hata insan içindir, hatayı görmek ve ondan dönüş yapmak insan olmaktır. Rabbim, nesillerimizi imha etmeden kendimize gelmeyi ve hatalarımızı görüp basiretle ondan uzaklaşıp doğruya yönelip hakikati yaşayanlardan eylesin bizleri… Göçmen kuşların transit geçiş güzergâhı olmasın diye onlara dokunmadığımız gibi, nesillerimizin transit geçiş güzergâhı olmasını istemiyorsak, vatanımızı herkesin yeteneklerinin büyük ekranlarda görüntülendiği bir sinema perdesi haline getirip renklendirelim… Yoksa renksizlik hayatımızın belirleyeni olacak…

Koruma güdüsüyle imha ettiklerimizi, doğal yaşam alanlarında, işiniz eğlenceniz olsun düsturuna göre yaşayacakları doğal ortamlara taşımak olmalı görevimiz…

Selam ve dualarımla,

Erol KEKEÇ/11.03.2022/01.20

10 Mart 2022 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN ACILARINDAN ALMIŞTIM MUTLULUĞUMU

 Bir taşın gölgesine bıraktığım içme suyum aklıma geldi birden… Pamuk sularken hava çok ısınmış ve Güneşin tam tepede olduğu bir yaz günü gever değiştirmek için yürüdüğümde, orada duran sudan biraz içeyim diye yöneldim bir de baktım ki, boz bir yılan tam benim içme suyunun başında durmuş, sanki zehrini içine kusacak gibi bekliyor, nasıl kendisine hücum edeceğimi anlayınca çamur ve sudan daha çıkmamıştım ki, birden şimşek gibi benden tarafa atladı. Sudan çıkmamla kürekle üzerine saldırmam ani oldu hemen benden uzaklaştı. Buna benzer olaylar benim doğal yaşam ortamımdı çocukluğumda ve gençliğimde. O vahşi doğal ortamda yılanların zehrinin etkisinde kalmadım ama yaşam alanım insanlardan oluştuğu andan bu yana, insan olduğunu sandığım varlıkların zehriyle kuşatıldı. Bundan dolayı bir türlü kendime gelmeyi beceremiyorum. Birinin zehrini hafiflettim demeden peşinden bir başkasının zehri yetişiyor hemen…

Bir yaz günü temmuz ayında sıcaklık beynimi patlatacak gibi beni yakıp kavururken, birden baş dönmesi yaşamaya başlamıştım, sular kaynamış gibi, ovaya bakıyorum yollar çok uzuyor, gözlerimin önünden perde perde sıcak dalgalar geçiyor, köyle aramda nereden baksanız 3-4 km mesafe var, bağırsam kimseye sesim ulaşmaz. Ancak bana yakın yerde traktörün römorkunun altında gölgelenen tanıdıklarımdan bir iki kişi vardı, benim gibi pamuk sulamak için gelenlerden… O tarafa bir ıslık çaldım bu gün gibi hiç unutmuyorum, Lakabı ivez olan, Abdurrahman hocanın abisinin oğlu benim de o günden sonra arkadaş olduğum Bedir, sesimi duydu ve benden tarafa geldi. Bedir koluma girip beni römorkun gölgesine götürdü orada bir saat kadar dinlendim ve kendime gelince onun tüm ısrarlarına rağmen ben giderim sen zahmet etme diyerek köyün yolunu tuttum. Oysa traktörle beş dakikada beni köye ulaştırabilirdi, ancak ben tüm rahatsızlığıma rağmen bir başkasına zarar vermeyeyim diye o yolu göze aldım, zorla son takatimde eve vardım ve kendimi yere attım. O yıl lise 2. Sınıfa geçmiştim. Rahmetli babam beni o durumda görünce oğlum yılan sokmuş olamaz değil mi dedi, hayır baba suyun başında duruyordu ancak onun suya herhangi bir şey yaptığını görmedim ve ondan sonrada içmedim dedim, oysa ben önceden birkaç defa o sudan içmiştim. O ana kadar yılanın o suya bir şey yapabileceği hiç aklıma gelmemişti. Eve vardığım andan itibaren tam bir ay hiç kendime gelemedim, baş dönmesi mide bulantısı ve baş dönmesiyle yediğimi kusarak uzun bir zaman geçirmiştim. Doktor İzzettin İyiel beni muayene edip ilaçlar yazmıştı, geçer bir iki güne güneş çarpmış demişti. Bu gün düşündüğümde o günleri hatıralarım arasında yeniden canlı canlı o serüvenimi bu gün gibi yeniden yaşarken, şimdi anlıyorum ki, yılanın zehriyle zehirlenmiş olma ihtimalim çok yüksekmiş…

O gün yaşadığım o acılar bugün hayatımda bir anı olarak unutulmayacak eserlerim arasında yerini alırken, benim hayatım bir esere hala dönüşemedi. Yani, bahtımız acılar kaynağından beslenmek için var olmuş gibi, her yanımızdan acılar fışkırarak üzerimizde kümelenmekte… Acılarla başlayan çocukluğum, acılar içinde mutluyken, bugün mutluluklarım acılarla dans ederken hep kaybeden tarafta yerini aldı. Mutluluğuma tuzak kuran, acılarımı silmek için çırpınarak elde ettiğim, kazandığımda bahtiyar olacağımı sandığım, hayatımı benden çalan yaşamadığım hatıralarım…

Her yandan kuşatılmışım, mutluluk avına çıkan haramiler yolumu kesmiş, benimle onlar arasında kesişme ihtimali olmayan bir boşluk var, bu iki ucu birbirine ulayacak ulamacılar da kalmadı hayatımda! Eskiden ulema diye sarıldığım ancak ulanmışların beyanları ile hayatımı süslediğim, karanlık gecelerin ateş böceği biranda çekip gitti hayatımdan; ondan sonra mutsuzluklarımı huzura çevirebilmenin yollarını aramaya başladı yüreğim beni dinlemeden…

Ben unutulmuş diyarların hatırlandıkça mutluluğa ulaşan bahçesinden bir gül koklamıştım vakti zamanında, gül takılı kalmış yakamda, onun kokusu hala burnumun direğini sarsan… O kokular burnuma ve genzime nüfuz edince duramıyorum yerimde bir çağlayan gibi çağlayıp geliyor içimden gözyaşlarım, gözlerimin vanası bozuk olduğundan iyice berkittirmiştim bir tamirci çırağına ondan boşanmıyor gözlerimden yaşlar… Bu gözler nelere şahit oldu, hepsine şahitlik etmeye kalksa ömrüne bir ömür daha eklense, vallahi onlara ayıracak zamanı belki yakalayamaz.

Eskilerin meşhur bir sözü vardı, paran varsa kefil ol, zamanın varsa şahit ol diye! Ben bunların ikisine de mahrum kaldım ne zamanım kaldı şahit olacak ne param var fakir fukarayı gördüğümde onlara kefil olacak, ondan olsa gerek içimde bir alev yandıkça yanıyor, her yanım kapalı olduğundan dumanlar içimi kapladı, her tarafım duman, ey dostlar bunca dumanı üstüme salmanız insana reva mı, yakışır mı bunlar insan olana…

Bir yaz günü güneşin çata çat sıcağında suyuma zehrini bırakan yılan bana acı vermedi bu kadar… Neden bu kadar acıyı bir canlıya yaşatmaktan zevk alır, sizin o yürek sandığınız vicdan yoksunu oduna dönmüş ruhsuz bedenleriniz… Yoksa ben mi fark etmiyorum sizdeki acıma duygusunun saklandığı yeri? Ama bildiğim bir şey var hakikaten yılanların tümü, günümüzde acıma duygusunu kaybetmiş insan olduğunu sandığımız varlıkların vicdanlarına yuva kurmuşlar. Beni o gün zehirlediği için, içimde yer bulamıyor kendine yuva kurmaya, panzehri ile karşılaşınca girdiği gibi çıkıp gitmek zorunda kalıyor…

Gündem olmayı çok isteyen ama asla gündeme dönük bir mesajı olmayan ancak kendilerini insan sananlar! Sanıyor musunuz ki, vicdansızlıklarınızda yuva kurmuş yılanlar bu kadar insanı zehirlemeye ve yok etmeye yeter. Sizin yılanlarınız ancak sizi yok eder, herkes kendi yılanını içinde barındır, ancak başkasını sokacağını sanır. Yürekler ya gül kokar ya zakkum, bakın yüreklerinize neyin kokusu orada baskın olan… Bir gün olur yürekler hepten durulur, o gün kaynaktan akacak çağlayanlar kalmaz, herkes yürek coğrafyasında güzellikleri paylaşarak gülfidanları büyütmek ister, oysa gülfidanları, bülbüller o coğrafyayı terdekince onları çoktan unutmuşlar. Güllerin unuttuğu yüreklerde ancak zakkum ve yılanlara bir yatak kalır. Geç olmadan yılanlar sizin suya kusmadan, isterseniz temiz suları kendi ellerinizle saki olarak dağıtma fırsatını kaçırmayın…

Gecenin genlerinden, yüreğime gündüzün tohumları saçıladursun, ben geceleri unutursam, yılanlar suyuma yeniden zehrini kussun…

Çıkamaz mı sanıyorsunuz yoksa bu kadar basit karanlıklar, aydınlığa… Ben yolları hep karanlıkken geçmeyi severim, gündüz yollara çıkmam, gündüzleri yol yordam bilmeyenlerin ellerinden tutup tehlikeli bayırları geçirmeye çabalarım, geceleri kendime ayırır, kimsesiz olduğumu sandıklarında tırnaklarımla karanlıklardan bir gedik açarım. Güneşin aydınlığından ışık çalmaya çalışan kör kazmayla güneşin bağrına kazma sallayanlardanım, sizin karanlığınız bana ne yazar…                                       

Ben karanlıklara acıyarak bakan, aydınlığa özlem ve hasretle yanan, tutuşturulmuş bir çıra gibi her an aydınlık taşımayı isterdim, oysa ben karanlıklara gömülmüşüm…

Hangi karanlıklar senin için daha iyi, söyle de bilelim diyenler olabilir belki, ben aydınlığı karnında taşıyan, doğurmak için sancıların tavan yaptığı, zifiri karanlıklardan herkesin tedirgin olduğu, içinde umut, ışık hayat, yenilik güzellik ve gelecek taşıyanları isterim ve onlarla birlikte olmaktan çok mutluyum dokunmayın bana; bırakın ben bu karanlıkların tadını çıkarayım…

Çocukluğumun aydınlığından aldığım mutlu yıllarıma özlem duymayı çoktan unuttum, bugünün karanlıklarına gizlenmiş olan mutlulukları arıyorum ben… Bu karanlıkları birlikte imha ederek aydınlık yarınlara hep birlikte çıkmaya ne dersiniz? Bu benim belki tesellim sanılır, oysa ben kendini teselli eden bir aydınlık arayanlardan değilim, herkesin üzerine rahmet kapılarının açıldığı içinde bir kıvılcımda ben olduğum aydınlıkların hayranıyım, o günleri sabırla beklerken bu duygularımın dışarıya sızdığına şahit olunca, birileri bu nedir diye sormadan gelin birlikte bu yolda olalım demek için haykırışlarım… Ne yılanlar sokabilir beni ne yalanlar dolanır başımda, ben yalanlar ülkesinin bulutlarını yürek kanatlarıyla savurdum, yılanları serbest bıraktım onlar da kendi tabiatlarına göre yaşasınlar; biliyorum ki, ben beni bilirsem, benim sahibim beni bırakır mı başkasının zehrine…

Ey dostlar haydi ayağa kalkalım, toprağı yeniden karalım, pulluklar çıksın ortaya, atları koşalım, traktörler olmasa da olur, mazot olmuş olmamış ne çıkar, biz elleriyle toprağı karan, tırnaklarıyla yeri kazıyan, toprağa hayat kazandıran bir medeniyetin inşasından gelenler değil miyiz… Tüm medeniyetlerin karanlığa giriş yaptığı bu çağda, kendi karanlıklarımızı delerek aydınlığa gözlerimizi açmanın tam zamanı, doğrul ve kendine gel, bugün değilse ne zaman!

Çocukluğumdaki mutluluklarımı yakalamışçasına öyle bir hafifliyorum ki, sanki göğün yedinci katında ayaklarımda hiç çamur olmadan hızımı kesenlere aşk olsun der gibi uçuyorum; bu uçuş aydınlığın güzelliklerin huzurun mutluluğun kardeşliğin,sevincin,saygının sevginin harmanlandığı bir havayı solumak için…Yoksa bu kadar hızla bu yol nasıl gidilir, sanıyorum adaletin güneşinin doğduğu yere gidiyorum, ondan çok sevinçli ve coşkuluyum gelin bu coşkuma sizleri de ortak edeyim var mısın…

Erol KEKEÇ/09.03.2022/00.41

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!