Bu Blogda Ara

10 Mart 2022 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN ACILARINDAN ALMIŞTIM MUTLULUĞUMU

 Bir taşın gölgesine bıraktığım içme suyum aklıma geldi birden… Pamuk sularken hava çok ısınmış ve Güneşin tam tepede olduğu bir yaz günü gever değiştirmek için yürüdüğümde, orada duran sudan biraz içeyim diye yöneldim bir de baktım ki, boz bir yılan tam benim içme suyunun başında durmuş, sanki zehrini içine kusacak gibi bekliyor, nasıl kendisine hücum edeceğimi anlayınca çamur ve sudan daha çıkmamıştım ki, birden şimşek gibi benden tarafa atladı. Sudan çıkmamla kürekle üzerine saldırmam ani oldu hemen benden uzaklaştı. Buna benzer olaylar benim doğal yaşam ortamımdı çocukluğumda ve gençliğimde. O vahşi doğal ortamda yılanların zehrinin etkisinde kalmadım ama yaşam alanım insanlardan oluştuğu andan bu yana, insan olduğunu sandığım varlıkların zehriyle kuşatıldı. Bundan dolayı bir türlü kendime gelmeyi beceremiyorum. Birinin zehrini hafiflettim demeden peşinden bir başkasının zehri yetişiyor hemen…

Bir yaz günü temmuz ayında sıcaklık beynimi patlatacak gibi beni yakıp kavururken, birden baş dönmesi yaşamaya başlamıştım, sular kaynamış gibi, ovaya bakıyorum yollar çok uzuyor, gözlerimin önünden perde perde sıcak dalgalar geçiyor, köyle aramda nereden baksanız 3-4 km mesafe var, bağırsam kimseye sesim ulaşmaz. Ancak bana yakın yerde traktörün römorkunun altında gölgelenen tanıdıklarımdan bir iki kişi vardı, benim gibi pamuk sulamak için gelenlerden… O tarafa bir ıslık çaldım bu gün gibi hiç unutmuyorum, Lakabı ivez olan, Abdurrahman hocanın abisinin oğlu benim de o günden sonra arkadaş olduğum Bedir, sesimi duydu ve benden tarafa geldi. Bedir koluma girip beni römorkun gölgesine götürdü orada bir saat kadar dinlendim ve kendime gelince onun tüm ısrarlarına rağmen ben giderim sen zahmet etme diyerek köyün yolunu tuttum. Oysa traktörle beş dakikada beni köye ulaştırabilirdi, ancak ben tüm rahatsızlığıma rağmen bir başkasına zarar vermeyeyim diye o yolu göze aldım, zorla son takatimde eve vardım ve kendimi yere attım. O yıl lise 2. Sınıfa geçmiştim. Rahmetli babam beni o durumda görünce oğlum yılan sokmuş olamaz değil mi dedi, hayır baba suyun başında duruyordu ancak onun suya herhangi bir şey yaptığını görmedim ve ondan sonrada içmedim dedim, oysa ben önceden birkaç defa o sudan içmiştim. O ana kadar yılanın o suya bir şey yapabileceği hiç aklıma gelmemişti. Eve vardığım andan itibaren tam bir ay hiç kendime gelemedim, baş dönmesi mide bulantısı ve baş dönmesiyle yediğimi kusarak uzun bir zaman geçirmiştim. Doktor İzzettin İyiel beni muayene edip ilaçlar yazmıştı, geçer bir iki güne güneş çarpmış demişti. Bu gün düşündüğümde o günleri hatıralarım arasında yeniden canlı canlı o serüvenimi bu gün gibi yeniden yaşarken, şimdi anlıyorum ki, yılanın zehriyle zehirlenmiş olma ihtimalim çok yüksekmiş…

O gün yaşadığım o acılar bugün hayatımda bir anı olarak unutulmayacak eserlerim arasında yerini alırken, benim hayatım bir esere hala dönüşemedi. Yani, bahtımız acılar kaynağından beslenmek için var olmuş gibi, her yanımızdan acılar fışkırarak üzerimizde kümelenmekte… Acılarla başlayan çocukluğum, acılar içinde mutluyken, bugün mutluluklarım acılarla dans ederken hep kaybeden tarafta yerini aldı. Mutluluğuma tuzak kuran, acılarımı silmek için çırpınarak elde ettiğim, kazandığımda bahtiyar olacağımı sandığım, hayatımı benden çalan yaşamadığım hatıralarım…

Her yandan kuşatılmışım, mutluluk avına çıkan haramiler yolumu kesmiş, benimle onlar arasında kesişme ihtimali olmayan bir boşluk var, bu iki ucu birbirine ulayacak ulamacılar da kalmadı hayatımda! Eskiden ulema diye sarıldığım ancak ulanmışların beyanları ile hayatımı süslediğim, karanlık gecelerin ateş böceği biranda çekip gitti hayatımdan; ondan sonra mutsuzluklarımı huzura çevirebilmenin yollarını aramaya başladı yüreğim beni dinlemeden…

Ben unutulmuş diyarların hatırlandıkça mutluluğa ulaşan bahçesinden bir gül koklamıştım vakti zamanında, gül takılı kalmış yakamda, onun kokusu hala burnumun direğini sarsan… O kokular burnuma ve genzime nüfuz edince duramıyorum yerimde bir çağlayan gibi çağlayıp geliyor içimden gözyaşlarım, gözlerimin vanası bozuk olduğundan iyice berkittirmiştim bir tamirci çırağına ondan boşanmıyor gözlerimden yaşlar… Bu gözler nelere şahit oldu, hepsine şahitlik etmeye kalksa ömrüne bir ömür daha eklense, vallahi onlara ayıracak zamanı belki yakalayamaz.

Eskilerin meşhur bir sözü vardı, paran varsa kefil ol, zamanın varsa şahit ol diye! Ben bunların ikisine de mahrum kaldım ne zamanım kaldı şahit olacak ne param var fakir fukarayı gördüğümde onlara kefil olacak, ondan olsa gerek içimde bir alev yandıkça yanıyor, her yanım kapalı olduğundan dumanlar içimi kapladı, her tarafım duman, ey dostlar bunca dumanı üstüme salmanız insana reva mı, yakışır mı bunlar insan olana…

Bir yaz günü güneşin çata çat sıcağında suyuma zehrini bırakan yılan bana acı vermedi bu kadar… Neden bu kadar acıyı bir canlıya yaşatmaktan zevk alır, sizin o yürek sandığınız vicdan yoksunu oduna dönmüş ruhsuz bedenleriniz… Yoksa ben mi fark etmiyorum sizdeki acıma duygusunun saklandığı yeri? Ama bildiğim bir şey var hakikaten yılanların tümü, günümüzde acıma duygusunu kaybetmiş insan olduğunu sandığımız varlıkların vicdanlarına yuva kurmuşlar. Beni o gün zehirlediği için, içimde yer bulamıyor kendine yuva kurmaya, panzehri ile karşılaşınca girdiği gibi çıkıp gitmek zorunda kalıyor…

Gündem olmayı çok isteyen ama asla gündeme dönük bir mesajı olmayan ancak kendilerini insan sananlar! Sanıyor musunuz ki, vicdansızlıklarınızda yuva kurmuş yılanlar bu kadar insanı zehirlemeye ve yok etmeye yeter. Sizin yılanlarınız ancak sizi yok eder, herkes kendi yılanını içinde barındır, ancak başkasını sokacağını sanır. Yürekler ya gül kokar ya zakkum, bakın yüreklerinize neyin kokusu orada baskın olan… Bir gün olur yürekler hepten durulur, o gün kaynaktan akacak çağlayanlar kalmaz, herkes yürek coğrafyasında güzellikleri paylaşarak gülfidanları büyütmek ister, oysa gülfidanları, bülbüller o coğrafyayı terdekince onları çoktan unutmuşlar. Güllerin unuttuğu yüreklerde ancak zakkum ve yılanlara bir yatak kalır. Geç olmadan yılanlar sizin suya kusmadan, isterseniz temiz suları kendi ellerinizle saki olarak dağıtma fırsatını kaçırmayın…

Gecenin genlerinden, yüreğime gündüzün tohumları saçıladursun, ben geceleri unutursam, yılanlar suyuma yeniden zehrini kussun…

Çıkamaz mı sanıyorsunuz yoksa bu kadar basit karanlıklar, aydınlığa… Ben yolları hep karanlıkken geçmeyi severim, gündüz yollara çıkmam, gündüzleri yol yordam bilmeyenlerin ellerinden tutup tehlikeli bayırları geçirmeye çabalarım, geceleri kendime ayırır, kimsesiz olduğumu sandıklarında tırnaklarımla karanlıklardan bir gedik açarım. Güneşin aydınlığından ışık çalmaya çalışan kör kazmayla güneşin bağrına kazma sallayanlardanım, sizin karanlığınız bana ne yazar…                                       

Ben karanlıklara acıyarak bakan, aydınlığa özlem ve hasretle yanan, tutuşturulmuş bir çıra gibi her an aydınlık taşımayı isterdim, oysa ben karanlıklara gömülmüşüm…

Hangi karanlıklar senin için daha iyi, söyle de bilelim diyenler olabilir belki, ben aydınlığı karnında taşıyan, doğurmak için sancıların tavan yaptığı, zifiri karanlıklardan herkesin tedirgin olduğu, içinde umut, ışık hayat, yenilik güzellik ve gelecek taşıyanları isterim ve onlarla birlikte olmaktan çok mutluyum dokunmayın bana; bırakın ben bu karanlıkların tadını çıkarayım…

Çocukluğumun aydınlığından aldığım mutlu yıllarıma özlem duymayı çoktan unuttum, bugünün karanlıklarına gizlenmiş olan mutlulukları arıyorum ben… Bu karanlıkları birlikte imha ederek aydınlık yarınlara hep birlikte çıkmaya ne dersiniz? Bu benim belki tesellim sanılır, oysa ben kendini teselli eden bir aydınlık arayanlardan değilim, herkesin üzerine rahmet kapılarının açıldığı içinde bir kıvılcımda ben olduğum aydınlıkların hayranıyım, o günleri sabırla beklerken bu duygularımın dışarıya sızdığına şahit olunca, birileri bu nedir diye sormadan gelin birlikte bu yolda olalım demek için haykırışlarım… Ne yılanlar sokabilir beni ne yalanlar dolanır başımda, ben yalanlar ülkesinin bulutlarını yürek kanatlarıyla savurdum, yılanları serbest bıraktım onlar da kendi tabiatlarına göre yaşasınlar; biliyorum ki, ben beni bilirsem, benim sahibim beni bırakır mı başkasının zehrine…

Ey dostlar haydi ayağa kalkalım, toprağı yeniden karalım, pulluklar çıksın ortaya, atları koşalım, traktörler olmasa da olur, mazot olmuş olmamış ne çıkar, biz elleriyle toprağı karan, tırnaklarıyla yeri kazıyan, toprağa hayat kazandıran bir medeniyetin inşasından gelenler değil miyiz… Tüm medeniyetlerin karanlığa giriş yaptığı bu çağda, kendi karanlıklarımızı delerek aydınlığa gözlerimizi açmanın tam zamanı, doğrul ve kendine gel, bugün değilse ne zaman!

Çocukluğumdaki mutluluklarımı yakalamışçasına öyle bir hafifliyorum ki, sanki göğün yedinci katında ayaklarımda hiç çamur olmadan hızımı kesenlere aşk olsun der gibi uçuyorum; bu uçuş aydınlığın güzelliklerin huzurun mutluluğun kardeşliğin,sevincin,saygının sevginin harmanlandığı bir havayı solumak için…Yoksa bu kadar hızla bu yol nasıl gidilir, sanıyorum adaletin güneşinin doğduğu yere gidiyorum, ondan çok sevinçli ve coşkuluyum gelin bu coşkuma sizleri de ortak edeyim var mısın…

Erol KEKEÇ/09.03.2022/00.41

9 Mart 2022 Çarşamba

DEĞERLER EĞİTİMİ ALGISI ÜZERİNE AYKIRI BİR YAKLAŞIM

 Geçmişten kalan bakiyeyi yiyip tüketenler geleceğe borçlu girerler… Geleceğe borçlu girenler hangi alanlardan kar edelim de bu borçlardan bir an evvel kurtulalım diye çırpınırken, bir de bakarsınız sırtlarındaki borcun miktarını biraz daha kalınlaştırmışlar… Hayat böyle, bazen ummadığınız yerden sırtınıza yeni yükler vurmakta çok mahirdir, siz farkında olmadan iki ayağınızı bir pabuca sokar, bazen de ayakkabıları size ters giydirir, kafası yerde ayakları yukarıda sizi yürütürken doğru yaptığınıza sizi ikna eder.

İkna olunmayan bir düşünceyi eyleme geçirmekte zorlanabilirsiniz, ancak size öyle yaldızlı cümlelerle bunu anlatır ki, siz bunu bir an evvel pratiğe aktaralım diye yerinizde duramazsınız. Yıllardır dillerden düşmeyen ama yaşamda hiç iz bırakmayan bir ifade değerler eğitimi… Değer, olumlu olumsuz ölçülebilen, düşünsel ve eylemsel yaşama iz bırakan kazanımlardır. Bu kazanımlar bazen mutluluğumuza damga vurur, bazen estetik beğeni duygularımızı biçimlendir, bazen de entelektüel birikimlerimizi geliştirerek düşünsel ayrım yapabilme becerilerimizi canlandırır. Bunları yapamıyorsa o zaman değer değil, değersizlik yaşama damgasını vurmuş olur.

Son 15 yıl içinde özellikle ilahiyat camiasında değerler eğitimi diye gündemden düşmeyen, ancak daha öncesinde Rahmetli Ahmet Şişmanın çalışmalara bir ön ayak olmasıyla, çeşitli ellerle sistematik bir bilgi haline getirilerek, MEB’in programı içine alınmak istenen, zamanla bu öneriler kabul bularak; çeşitli okullarda pilot uygulamalarla yaygınlaştırılmasına karar verilen değerler eğitimi, bundan sonra ilkokuldan üniversiteye kadar okul müfredatlarına alınmasına karar verilmiş. İyi mi kötü mü oldu diye, o sorgulamalara girmeyeceğim, ancak benim zihnimde bir yer oluşturmayan bu açılımı, düşünsel olarak kritiğinin yapılmasına inandığım için, bu gün onu biraz sorgulamayı düşünüyorum…

Ahlak, bir değerdir, ahlakın kodlarıyla oynandığı bir çağda hangi değer sisteminin eğitimini vermeyi başarabilirsiniz? Batıda bu kavramların belki bir anlamı olabilir ve yeni bir algıymış gibi insanlara heyecan katabilir. Ancak Kendilerine Müslüman diyen toplumlarda bu kavramın çok da heyecan katacağına inananlardan biri değilim. Müslümanın hayatı baştan sona, tepeden tırnağa bir değer olmasına rağmen o değerler hayatınızın hiçbir noktasında karşılık bulmazken,  değerler eğitimi diye yeni bir algı oluşturuyormuş gibi, farklı isimlerle anlatılan reklam kokan çalışmaların hiçbirisi, bu tür toplumların tezgâhında karşılık bulmaz ve müşterisi de olmaz. Onun için kendisiyle barışık, inandıklarıyla hem hal olan yaşamlar anlamlı kılındığı zaman bunları dillendirmek bile Fuzuli olduğu anlaşılacaktır. Bizim toplum için sorguladığımız zaman, değerler eğitimi nasıl bir karşılık bulur dersiniz?

Sayın Cumhurbaşkanımızın çok güzel bir açıklaması vardı geçmişte, olumsuzluklar mesela hırsızlık babadan oğula geçer derdi. Yani çocuklar babalarına bir olumsuzluk aktarmaz, baba ne yapıyorsa çocuklar onları taklit ederler ve onların izinden giderler diyordu. Çok doğru ve yerinde bir açıklamaydı. Ancak yaşam alanlarımıza baktığımız zaman, öncekiler her türlü olumsuzluğu yaşarken, sonrakilere olumlu ve güzel yaşamların ne olduğu bir ders olarak anlatıldığında, çocuklar kitaplardan aktarılanlara mı uyacaklar, yoksa atalarının gittiği yoldan mı gidecekler? “Ön tekerlek nereden geçerse arka tekerlek oradan geçer, otu çek köküne bak ”gibi atasözleri, yaşam hakkında az da olsa bizlere bazı ipuçlarını vermesine rağmen, bunları hiç dikkate almadan değerler eğitimi diye tutturulup gidilen yol, sahiden ne kadar tutar dersiniz?

Oğlum kızım yalan söyleme, hırsızlık yapma, yerlere çöp atma, saygısızlık yapma vs. gibi öğütler dışarıdan bakıldığı zaman bir değer deposundan akan nasihatler gibi görülür. Oysa bunları bu şekilde ifade etmek doğrudan doğruya o nesilleri bunları yap diyerek onlara yol göstermek anlamı taşır. Çünkü bunları yapma diyenler neden bunların yapılmamasını öğütlerler, bunları yapanların hayatlarının ne kadar kötü kokuşmuş ve tutarsız olduklarına şahit olduklarından, olumsuzlamayla değerleri yerleştirmek isterler.

Oysa değerler, insanın yeteneklerinin geliştirilmesine ve yaşam alanlarında kendisinden başkalarına da katkı sunacak iyi-doğru ve güzel olan özellikleri içinde barındırmalıdır. Sevdiğinizi korumak kollamak ve ona bir zarar gelmesin diye hassasiyetle üzerine eğilirsiniz. Sevmediğiniz ve yaşamınızda hiçbir karşılığı olmayan devinimlerin yaşamınızdaki karşılığı ne kadar olabilir. İşte, değerler eğitimi diye getirilmek istenen eğitim anlayışına, bu çerçevede baktığımız zaman anlamsız içi boş sadece yıpranmışlıkların ve duyulan acıların dindirilmesi adına ne olduğu ve ne getireceği etraflıca tahlil edilmeden gündeme sokulmak istenen torik bir çaba olduğunu görüyorum.

Evinde küçük çocukla konuşmayan, onunla dertleşmeyen, ona söz hakkı vermeyen, onu bir fert olarak görüp onun görüşlerine saygı göstermeyen, doğru insanların öyküleriyle onları eğitmeyen, onlar gibi yaşayarak birlikte bir yolculuğu yapmayan, ne pahasına olursa olsun doğruluğa yaklaşmayan, imkânlarını başkalarıyla paylaşmayan, cimri malı yığdıkça yığan, başkalarının görüşlerine değer vermeyen onları ötekileştiren, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, kendisi tıka basa yerken başkalarının açlığından etkilenmeyen, ölçüyü tartıyı bozan, çifte standartlılıkta üstüne kimseyi tanımayan yaşamların, toplumsal hayatın omurgası haline geldiği toplumda, hangi değerler eğitimini ders olarak anlatmayı düşünüyorsunuz sahiden ben de merak ettim(!)

Ehli olmayan insanları toplumsal kurumlarda istediğiniz yere yerleştirerek, sonrasında çocuklara haktan hukuktan hakkaniyetten adaletten ehlillikten bahsedeceksiniz ne için ve ne adına… Ülkeyi soyan soyana, herkes kendi gemisini kurtarma derdinde iken, vatan millet sevgisini anlatacaksınız; nasıl ve kimleri ikna edeceksiniz? Televizyon ekranlarından Allah’ın Resulü şöyle aç kalırdı, böyle karnına taş bağlardı diye anlatacaksınız, âmâ siz ömrünüzde bir defa olsun onun çektiği acının havasını bile teneffüs etmekten kaçınacaksınız, peki hangi değer anlatılan sahiden… Estetikten bahsedeceksiniz, âmâ estetik olan ne kadar obje varsa hiçbirinin yaşamda bir karşılığını bırakmayacaksınız! Hakaretin iyi olmadığını anlatacaksınız ancak toplumda hakaret etmeden yaşayan bir ferde hasret kalacaksınız, sahiden bu anlatılan nerenin değeri demez mi bu nesiller sizce?

Bu örneklemeleri vermemdeki gayem, neyi niçin ve ne adına yapmak zorunda olduğumuzu bilmeden anlamadan; uygulama alanlarında örneklerine rastlanmazken böyle bir değirmende buğday öğütmenin nasıl un olacağını düşündük mü onu anlamak istiyorum… Geviş getirmeye alışmış olanlar, dışarıdan gıda almadan, sürekli gevişle kendilerini doyuracaklarını sanıyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olurlar. Geviş getirebilmek için, yemiş doymuş olmak gerekir ki, onu hazmedebilmek için o uğraş verilsin… Yani durup dururken hayvanlar bile geviş getirmezken, insanların tekerlemeler öğrenerek, büyüklerime saygı, küçüklerimi sevmek, milletimi özümden çok sevmektir diye ezberlettiğinizde; sahiden değer sahibi mi yapmış oluyorsunuz?

Değerler yaşamdan doğar. Yaşamda karşılığı olmayan bir değer olamaz. Konuşurken sizin dışınızda farklı düşünenlere tahammül edemiyorsanız, istediğiniz kadar hoşgörünün ne olduğunu okuyun… Bir pazara gittiğinizde pazarcının öne dizdiği gösterişli meyveleri değil de arkadaki çürükleri seçip poşetinize koyup sizi eve gönderdiğinde istediğiniz kadar dürüstlüğü anlatın… Çok güzel ses sanatçılarının o güzel deyişleri, sizin tarafın sözleri değilse, onu ıslıklattıranların ne kadar da sanatı sevdiğini söylemesi, sizlerin derste sanat ve sanatçı hakkında anlattıklarınızın ne kadar karşılık bulmasını sağlayabilir?

Onun için diyorum ki, değer sahibi insanları yaşamdan silerek değerler eğitimi dersi vermekle değerli insanlar oluşturamazsınız. Değerli ilkeli insan olmak demek herhangi bir inanç ve ideolojiye taraf olmak demek değildir. Sadece insan olmak ve insan olduğu için, kendi cinslerine de aynı hakları tanıyarak onlarla eşit olarak yaşamaktır. Değer yaşamın kendisi olmalıdır. Değer bir ders ve öğreti değil yaşam biçimidir. Muhammed-ül Emin olmak bir değerdir. Bunu teorik olarak istediğiniz kadar, istediğiniz dilde, istediğiniz yaldızlı kelimeleri seçerek anlatın, davranış olarak emin olunan bir anın karşılığı asla olamaz ve olamayacaktır. Değerler yukarıdan aşağıya doğru bir takip süreci izler. Balık baştan kokar dememiz ondandır. Yani büyük olan ne yaparsa geridekiler onun aynısını yaparlar… Kral halkın bahçesinden bir meyve koparırsa, adamları bahçeyi tarumar eder. Değerler eğitimi diye tutturulan anlayış aslında, pasifleştirme ve aktif zihni köreltme metodudur. Bunun yerine sorgulama, tanıma, tanımlama kritik yapabilme ve ayırıcı özelliklerle neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayabilecek, beyni mekanizmalarını çalışır duruma getirme; bana göre en iyi değer eğitimidir.

Eğer bu nesle yapılacak bir iyilik olacaksa, basmakalıp ezbere dayanan zihni körelten yanlış geleneklerin hamallığını yapan, insanları yaşamdan bıktıran, kurumsallaşmış eğitim mottolarının kıskacından kurtulmak gerekir. Yaşamda karşılığı olmayan ve uygulanmayan bir eğitim, eğitim olamaz. Eğitim, adı üzerinde öğrenmenin, yaşam alanında davranışlarla ifadesidir. Kalıcı ve sürekli davranış değişimleri içselleşerek yapılıyorsa bunun adı eğitimdir. Çünkü bilişsel bir öğrenmenin yaşam alanında kendisini ifade etmesidir. Şartlı uyaranlara gösterilen şartlı tepkilerle oluşan değişimler, insani bir kavrayış olamayacağı için, bunları şahsen ben eğitim sınırı içinde değerlendiremiyorum… Onun içindir ki, değerler eğitimi başlığı altında yaygınlaştırılmak istenen eğitimin içeriği, “bizim çocuk bina okur döner döner yine okur “ifadesinin basamak atlayarak eğitim kurumlarında ders olarak resmileşmesi olarak değerlendirilmesidir diye düşünüyorum…

Son olarak diyorum ki, Özellikle bizim gibi duygu kodları her an kıvılcımlanmaya hazır olan toplumlarda, eleştirel ve sistematik düşünme ve kritik yapabilme yetilerini ortaya çıkaran dersler konulmalı ve o derslerle çocuklarımız biraz beyinlerini çalıştırır duruma getirilmelidir. Bu dersler iyi kötü-doğru yanlış-güzel çirkin gibi değerleri birbirinden ayıklayacak ve seçecek donanıma ulaşırlar. Bunu kazandırabilmiş bir eğitim kurumu görevini başarıyla yerine getirmiş olur. Naçizane devletteki bu üst akla benim önerim, çocukları yeni bir dolambaçlı yola sokmadan, doğrudan insan olma melekelerini en iyi kullanacakları zeminlere taşımanın mücadelesini okullarda ön plana çıkarmanızdır…

Selam ve muhabbetlerimle…

Erol KEKEÇ/08.03.2022/01.25

8 Mart 2022 Salı

BASTIĞIN YERLERİ TOPRAK DİYEREK GEÇME TANI!

Ülkemizin yaşadığı bu trajik vakaları yıllar öncesinden ülkelerin gelişmişliklerini anlatırken ayrıntılarıyla kendi toplumumuzu örneklendirerek çok anlatmıştım. Hatta bazı konuları internet üzerinden kendi köşemde de defalarca izaha çalıştığım zamanlar olmuştur. Ülkemiz ve Milletimizin sorunlarını çözelim ve mutlu bir toplum olalım diye fikir üretirken kendi yaşamımızı devam ettirecek ekonomik imkânları kazanmakta da gecikmiş olduk.

Bir ülke düşünün ki, her yanı denizlerle çevrili içinden onlarca tatlı su ırmakları akıyor, toprakları verimli ve can eksen can bitecek durumda, ilkokul yıllarımda kırsal nüfusumuz ülke nüfusunun %80 ini oluşturuyordu, geldiğimiz an itibarıyla %5 kır köy nüfusu kalmış… Diğerleri büyük kentlerin sokaklarında başı kesik tavuk gibi yaşarken tarlalarımıza fare ve kargalar dadandı, tüm mahsullerimiz kayboldu. Topraklarımız boş kaldı, çünkü boş kalmasıyla kaybedilen bir şey olmuyor, âmâ ekimiyle kaybedilen çok şey oluyor…

Bir ülkenin yaşamıyla alakalı ürün çeşitliliğinin ekimine kendisi değil de bir başkası karar veriyor ve onların istekleri doğrultusunda ekim dikim yapılıyorsa ülkenin kendisi zaten sömürge kolonisidir. Sömürülen ülkeler kendi kaderlerini kendileri belirleme hakkına sahip olamazlar. Bizim ülke olarak kaderimizi karşı olduklarımız belirliyorsa, acaba bizi yönetenler bu başkalarıyla nasıl bir ilişki ağı içindedirler diye sormadan da edemiyoruz. Mesela bir örnek vereyim son günlerde dışarıdan buğday ithal etmek için alınan karara göre, alınacak buğday fiyatı, sanıyorum 6.200 krş. olarak belirlenmiş. Ancak kendi köylüsünden aldığı buğdaya verilen taban fiyatı.2.200 krş. civarı olduğu dikkate alınırsa, acaba ülkeyi yönetenler kendi çitçilerini ne kadar korumuş olurlar. Yoksa bir başkasının çiftçisinin malını getirerek kendi çiftçisini imha mı eder? Bu uygulamalar iktidarların değişmesiyle değişen bir durum olmuyor maalesef, her gelen aynı uygulamanın türevlerini yaparak kendi insanını yaşamdan bıktırır duruma getirmiştir.

1983 yılı ile başlayan renkli yaşamların cazibe haline getirilmesi, 1989 yılında, o dönemlerde, zirveye taşınmıştı. Renkli yaşamların çılgınlıkları köy yaşamını etkisi altına aldı ve köylerden ciddi bir kaçış başladı. Çünkü köylerde merkezden uzak insanların algı dünyasını yönetebilmek ve onlara istediğiniz bilgiyi istediğiniz hale getirip sunmak için, sizin kontrol alanınızda olması gerekirdi ve de öyle yapıldı. Merkezlerden uzak yerler merkezlere taşındı, kapitalizmin kıskacında can çekişen yaşamlar ideal hayatlar gibi sunuldu, ülkenin her insanı kayıtsız şartsız kapitalizmin iyi bir tüketicisi olduğunu kanıtlamak için, onların ürünlerine bir ömür boyu taksitle abonman oldu, aldıkça aldı, taksit sayısı azalınca bir başka taksitle, taksitler arasında boşluk bırakmadı. Yani şehre gelmiş olmanız sizi mutlu yapmadı, mutluluğunuzu elinizden aldı, mutlu olmak için elinize bir elmalı şeker verdi, yedikçe yiyesiniz geldi ama bir türlü haz doyum eşiğine sizi ulaştırmadı. Böylece hızlı bir trende giren yaşam serüveniniz, sizi bulunduğunuz ortamlara uyum sağlama zorunluluğuna soktu. Bu giriş o dalış sizi sizden aldı ve sizi mutlu edecek sizin dışınızda, size sizi tanıtacak unsurları aramaya sizi götürdü. Hala arıyorsunuz ama bir türlü kaybettiğiniz kendinizi bulamıyorsunuz. Şehrin en ücra köşelerinde, dar ve karanlık loş sokaklarda, bazen çok ışıklı geniş caddelerde, çoğu zaman şehirlere yolcu taşıyan otobüsten inenler arasında ararken kaybedilen sizi, sizin kendi içinizde olduğuna hiç ihtimal vermiyorsunuz, hep dışarıda kendinizi aradınız; onun içinde köyünün evlerinde seni sana hatırlatan baykuşlar yuva kurdu o viranelerde… Gelinen noktada Baykuşlara mı bırakacaksınız yoksa yasınızın tutulmasını…

Böyle başlayan şehirli olma sevdamız meğer yalanmış, biz köylü olmaktan hep mutluyduk ama birileri bize siz şehirlisiniz, maaşlarınız olacak, her eve para girecek eksik malzemelerinizi alacaksınız, yaşam hızlı bu hızlı yaşama sizler de katılmalısınız, hep köyde olmakta nereye kadar gibi sözlerle, bizi bizden çok düşünerek beynimize tecavüz edip, duygularımızla bizi savaştırdılar. Bilirsiniz duyguların savaşında taraftar toplamak çok kolay olduğu için, aklımız duygularımıza yenildi ve duygularımızın vermiş olduğu gazla, biz bu şehirlerin oksijensiz gaz kokularını soluyarak oksijen tedavileri görecek yaşamlara şükür(!) gelebildik…1995’li yıllara geldiğimizde bu süreç o kadar ilerlemişti ki, ondan geriye dönüş zillettir dercesine kendimizi kaptırmış, toplum olarak zıvanadan çıkmış, AB diyerek o yolda can vermeye hazırdık(!)…Şimdi verdiğimiz o canlarımızı arıyoruz ama bir türlü onlara tekrar kavuşamıyoruz.2000’li yıllara geldiğimizde artık düşlerimiz gerçek olmuş elimizdeki imkânlarımızı da hepten kaybetmiştik, ama ülkenin durumunun çok iyi olduğunu, bu günkü gibi söyleyenler vardı. Bir esnaf o kadar içine işlemiş ki, dönemin başbakanının önüne, sayın başbakanım ben bir esnafım, ben bir esnafım diyerek, yazar kasasını fırlatacak duruma gelmişti… İnsanların mutlu yaşamlarını şehrin kâbusuna kurban eder, köylerini boşaltırsanız, onun canhıraş yakınmalarına cevap verecek yüzünüz olmaz.

Bu yaşamlar, batıdan gelen acı reçetelerin uygulanmasıyla insanımızı yaşamından nefret ettirdi. Ve kendisiyle barışamaz duruma geldi. Kendisiyle barışması zor olan bu insanları, toplum olarak barışık yaşamaya hangi güçle ikna edebilirsiniz öyle bir marifetiniz varsa, uygulayın da görelim bakalım… Yani diyeceğim o ki geçmişten beri devam eden, öldürme süründür, canlı bırak yaşatma taktikleriyle bu millet canından nefret eder duruma getirildi. Son 20 yıl içinde çok hızlı bir döneme girdik, değer sistemlerinden tutun, yaşam dinamiklerine ve onların üzerinde şekillenen oluşumlara kadar her taraf batı kasırgalarının kapsam alanına girdi. Şimdi yaklaşana aşk olsun, dokunanı kavuruyor ve dokununca kendinizi ondan kurtaramıyorsunuz; yangın sizi içine çekiyor, ne tarafınızın yandığını bile anlamıyorsunuz. Sonuçta kömüre dönmüş bir kadavra olmanıza rağmen, hala yaşadığınıza da inandırılmış olmanız başka bir trajedi…

Devlet, kendi halkına doğruyu söylemekten kaçınır duruma gelebiliyor, bazı uygulamalarının altında yatan gerçek sebepleri gizleyerek, kendi insanının elindeki imkânların yok olmasını kendi eliyle yapabiliyor. Geçmişte bir kuş gribi vakası yaşanmıştı, dönemin malı-ye bakanının çocuğunun tavuk çitliği ile bir başkasının kümesleri sınır olmasına rağmen Malı-ye bakanının çocuğunun çiftliğine hiç uğramayan girip, yan ve bitişik komşunun tüm tavuklarını kuşattığı için hepsi devlet eliyle itlaf edilebiliyordu. İsrail’in ürettiği ebter olan tohumları çiftçiye vermek için, çiftçinin geçmişten günümüze gelen tohumları tescillenmediği için kullanımına yasak getirilebiliyordu, neden diye sormayın çünkü İsrail bu işlerin en iyisini üretmişti,(!) bir daha ekemiyorsunuz, sizin yorulmanıza gerek yok istiyorsunuz o size yolluyordu; yani her şey sizin için yapılıyordu… Tohumda planlama süreci başlamıştı modern tarım yapılacaktı, az masrafla çok fazla ürünler alınacaktı… Alındı belki doğru, ancak o tarım alanlarında çalışanlar şimdi şehirlerin uyuşturucu trafiğini yönlendirenlerin elinde bir kurban, ya da çok parası olanların masasında gece hayatlarının bir mezesi olarak tüketilmektedir. Şehirli olduk hayat değişti, eskiden bunlar var mıydı diyenler, bazen çıkabiliyor; hakikaten bunlara bu kadar şahit olmadık çok doğru söyleniyor… Çiftçiye tarım alanlarını boş bıraktırarak, onları destekleme adında dilenciliğe özendirmek ve bu dilencilikten memnun olanların da bir daha o tarım alanlarının içine girmeme isteği, sahiden nasıl oluştu sanıyorum bilenler vardır.

İç Ege ve Batı Akdeniz bölgesinde İsraillilere özel tohum üretme merkezleri için yerler vererek onların o alanlarda kontrollü GDO’lu tohumlar üretmesine müsaade eden devletimiz, aynen bu gün olduğu gibi ticari mekanizmaların kontrolünü yapmadığı ya da yeterli yapamadığı için, bu kuruluşlar milleti canından bıktırır duruma getirdi. O tohum üretme çiftlikleri adı altında kurulan İsrail laboratuvarları tohumları orada sadece deneyebilecekken, ne yazık ki, farklı bölgelerdeki seralara büyük paralar vererek onları kiralayıp, normal üretimmiş gibi, yasak olan o tohumlardan ürettiği ürünleri bu topluma satarak, insanlar onu yedikçe istekleri değişti, algıları değişti, menfaatperest bir topluma dönüştü… Geldiğimiz noktada üreten insan değil, edece bekleyen ve birilerinin kölesi olmaktan mutlu olan ve onun müsaade ettiği imkânları kullanmayı insan olmak sanan, bir toplum türevi ortaya çıktı. Dışarıdan gelip birisi onların tezgâhlarını işletmese kendisine yetecek üretimi yapmaktan kaçınan zavallı durumuna sokulan bir nesil inşa edildi… Bunların tümü, gıdamızın bozulmasına göz yuman, bizi korumak zorunda olanların destekleriyle başımıza geldi. Bunlar bir iddia değil, yaşam alanlarından elde ettiğim ve çoğuna şahit olduğum bulgulardan yola çıkarak yaptığım yorumlamalardır. Bu ülkenin buğdayı kendi insanına yetmiyorsa, sözlerin tükendiği yerde yaşıyoruz. Eskişehir Bölgesinin şeker pancarının şeker oranı %70’lerde olduğunu biliyorum yani rekoltesi en yüksek yer şeker için, peki buna rağmen neden Eskişehir bölgesinde şeker üretimi kotaya tabi… Bütün bu örnekler gösteriyor ki, biri bizi dikizliyor evinde yaşıyoruz, burada bizi düşünenler de o programın yapımcılarına hizmet eden elamanlar olmalılar ki, bu kadar kötülüğü bize reva görmüş olsunlar…

Kendi çiftçisini ve köylüsünü korumak isteyen ve üretim yapanları özendirmek ve teşvik etmek için onlara kolaylıklar yapılması gerekirken, sürekli önüne barikatlar kuran, hangi anlayış toplumsal kalkınma yaptığına bizi inandırabilir. Bir ülkenin teknolojik gelişmesinin önünde engel mi ki tarımsal üretim, sürekli patates soğan yok, neden sebze meyve bu kadar pahalı diyenlere karşı hemen söylenen söz, iha ve siha’lar önemsiz mi, siz bunları hala anlamadınız mı diye karşı çıkılır. Hakikaten ben anlamadım. Bir toplum fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz ve onunla ilgili gelişmişlik seviyesi yerlerde ise başka gelişmeleri anlatması bile abesle iştigaldir. Hiçbir şey birbiriyle kıyaslanmayacak kadar önemli ve değerlidir. Bu önemi anlayamayanlar saman mı, İHA’mı diye insanları birinden birine tercih yapmaya zorlayanlar var ya, işte onların ta kendisi olsa olsa bir çuval saman olur…

İnsanların açlıkla baş başa kaldığı bir yerde tabi ki önemli olan gıdadır. Âmâ kendilerini savunmak ve varlıklarını devam ettirmek için yapılan üretimlerin hiçbirisi değersiz değildir. Ancak bunları yapamadık veya bunda eksiğiz ama bakın biz İHA’lar yaptık demek yaşamla bir çelişki oluşturur. Biz bir tarım ve hayvancılık ülkesiyiz topraklarımız buna müsait. Bunları en güzel şekilde yapıp diğer ülkelere örnek olmak zorundayız. Ancak biz tarım alanlarımızı imara açarak, oralara bina dikerek insanları oraya taşıyıp oraları doldurup, sonra onların karınlarını nasıl doyuracağımızı bilmeyecek kadar da gerçeklikten uzak yaşayıp, en iyi bilenlerdeniz.(!)Ülkenin tüm verimli alanlarını ve zeytinliklerini imara açıp oraları önce kamulaştırıp, sonrasında imar verip satarak büyük rantlar elde ettiğimizde, bir üretim mi yapmış oluyoruz, yoksa yaşadığımız alanları göz göre göre imha ederek kendimize cehennem mi hazırlıyoruz. Doğayla savaşanlar hep kaybetti ve kaybetmeye mahkûmdur. Son ağaç kesildiğinde, son tarlaya binalar dikildiğinde, köydeki son ev şehre geldiğinde, uçan kuşlar bu toprakları terk ettiğinde; işte o gün hiçbir beşli çete kazandığı kâğıt parçalarının yenmediğini anlayacaktır.

Geçtiğim her yerde bir beton yığını görmekten nefret eder oldum… Bu beton yığınlarının olması için her gün yasalar çıkarıp arazileri onlara peşkeş çekenlere aynı nefreti taşımıyor değilim… Geçmişte Sarf edilen bir sözü bu günkü yazının içeriğine binaen, kullanmak istiyorum…”Biz ülkemizi pazarlıyoruz ”dendiği zaman çok sorgulamıştım kendi çapımda; baktım ki hakikaten ülkemiz pazarlanmış… Kimilerinin zehir yaymasına, kimilerinin beton çöplüğüne çevirmesine, kimilerinin kimyasal atıklarıyla mikroorganizmaların yok olmasına sebep olmasına, kültürel etkileşim ve küresel göçlerle değer sistemlerinin yerle bir olması için, her ortamdan gelenlere uygun bir zemin haline getirilen ülke toprakları hakikaten pazarlanmış oldu… Ülkenin tanıtımı anlamında bir pazarlama ağından söz edebilmemiz için, ülkenin ithalat ve ihracatı arasında çok ciddi uçurumların olması gerekir. Yani İhracatın yanında ithalatın lafının bile olmaması gerekir ki, o ülkenin hakikaten tanıtım anlamında pazarlanmış olduğuna inanalım… Oysa bizim ülkemiz bizim dışımızdakilerin rahat yaşayacağı ve rahatlıkla girip çıkabileceği cennet olurken, bizler için biyolojik yaşamın devamında bile zorluk çekilen bir üstü açık hapishaneye dönmüş oldu. Tüm bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin her karış toprağı şehit kanları ile sulanırken böylesi pervasızca bu topraklara yapılacak kötülükleri içim kaldırmıyor ve kalbim dayanmaz olduğu için yazıyorum…

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, düşün altında binlerce kefensiz yatanı… Her karış toprağı kan ile sulanmış bu vatanın, bir taşı öksüz ve yetim kaldığı zaman, yüreğime hançer saplanıyor gibi içten gelen acıların vermiş olduğu sarsıntıya dayanmak çok güç olduğundan, dışarıya aktarıyorum acılarımı ve sizlerle paylaşıyorum. Ülkemizin genetiği ile oynandı, insanlarımızın davranışlarına bakarsanız hırs ve ihtirasları o kadar hamuta kalkmış ki, onların bu coğrafyanın ürünü olmadığını anlarsınız. Her yanımız delik deşik neresinde köstebek, fare, kösnü ve kirpi yuva yapmış anlamaz olduk, güven ve eminlik bitti, her an nerden nasıl bir saldırıya uğrarız hesabıyla yolda yürür hale geldik, belli bölgelerde… Oysa biz köyümüzde evimizin kapısını hiç kapamamıştık, yaz günleri dışarda tahtın üzerinde yatardık, ama şimdi köyümüzde evin kapısını örtmeyi bırak, kilitleyerek yatıyoruz. Nerden nasıl bir tehlike gelecek acaba diye endişelerle yatıp farkında olmadan uykuya dalıyoruz. Çocukluğumda traktörün römorkunda yatar gökyüzünde yıldızları seyreder, kayan yıldızlardan hangisinin benim yıldız olduğunu hayal ederken tefekkür âlemine dalar; yaratıcının o gizemli sırrına vakıf olurken rahmetini iliklerime kadar hisseder pamuk tarlalarında kimse görmesin, belki ayıp olur diye gizli gizli namaz kılmaya giderdim… Oysa evde Babam annem namazlarını kılardı; ancak ben beş yaşında bir çocuk olarak o ibadetin büyüklere has bir davranış biçimi olduğunu sanırdım… Ne zamanki algılamaya başladık o zaman babam Rahmetli bize Kuran’ı Kerimden bazı küçük sureleri ezberletmeye başladı. İşte o zaman hayatın anlamı daha başka bir tatla ortaya çıkıyordu. Kış günü her taraf ekin tarlaları, çevre köylerden hayvanlar gelip onları yemesin diye kardeşimle ben hayvanları tarladan kovalamaya giderdik. Merhum babam bizi motive etmek için kim erken gelirse diğeri gelinceye kadar ona bir dua öğreteceğim derdi, biz o heyecanla ekin tarlalarında hiçbir şey bırakmazdık, günde en az onlarca seferimiz olurdu… Hatta hiç unutmam Sübhanekeyi, kardeşim bana yetişinceye kadar, ben erken gelip onu ezberlemiştim…

Geçmiş mutluluğumuzu köyümüzün çamurlu yollarında, dere kenarındaki söğüt ağaçları, sazlıklar ve kamışlar arasında bıraktık, gökyüzü biz onu unuttuğumuz için bize kırıldı gülmüyor artık yüzümüze… Ülkemizi pazarlayanlara sesleniyorum, Gökle yer arasını ayırırsanız gök ağlamaz, yer hasret çeker gözyaşları onu diriltmez ve hazan rüzgârı eser üstümüzden bir bakarsınız ülkemizin her taşında viranelerin yasını tutan baykuşlar öter olmuş… Bizim ocağımıza baykuşların yuva kurmasına müsamaha gösteren her kim varsa onların hepsini yaradana havale ediyorum ve sizlere olan muhabbetlerimle satırlarıma son verirken sizleri, en güzel günleri yaşayacağınız ülkemin topraklarında umutla ve huzurla yaşayacağınız günlere kavuşmanızı rabbimden temenni ediyorum… Aydınlık yarınlara hep birlikte kavuşmak aşkıyla…

Erol KEKEÇ/07.03.2022/01.03


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!