Bu Blogda Ara

1 Mart 2022 Salı

POLİTİK CAMBAZLAR SİYASETE GÖNÜL VEREMEZ


Siyaset bir toplumda, inançlar ve insanların zaaflarının açığa çıkacağı duygusallıklar üzerinden yapılıyorsa, orada siyaset yapılmıyor demektir. Bir siyasi lider hiçbir zaman, insanların doğal yaşam alanlarıyla ilgili sorumluluklarını yerine getirdiği zaman, onlar için ayrıcalıklı bir ortam oluşturduğu vehmine kapılmamalıdır. Siyasetin temel amacı, toplumsal yaşamı en üst düzeyde nasıl yaşanabilir, onların yollarıyla ilgili çalışmalar yapmak, toplumsal birlik, kaynaşma, toplumsal süreklilik ve toplumsal yaşamın işleyiş kurallarını, herkese aynı yakınlıkta olmak kaydıyla doğru uygulamaktır.

Siyasetçi, kendi görev alanını ve görevinin amacını doğru algılarsa, kendisini toplum içinde farklı bir yerde görmemesi gerektiğini çok iyi anlar. Toplumdan ayrı bir yere çıktığını düşünen ve çıktığı yerden topluma bakarak, toplum için bir takım lütuflarda bulunuyormuş gibi davranırsa, o siyasetçi olma kimliğini kaybetmiş demektir. Siyasetçi, içinde yaşadığı toplumun bir aynasıdır. Aynı zamanda toplum da, siyasetçilerin hem terazisi hem de aynasıdır. Siyasetçi toplumsal yaşam içindeki yaşamdan etkilenmiyorsa hiç kendisini tartmıyor demektir. Hayatında bir değişim düzeltme ve yenileme yapmıyor dediğim dedik çaldığım düdük diyorsa, hiçbir zaman aynanın karşısına çıkmıyor demektir ki, aynada kendisini görmezse ancak böyle davranabilir.

Siyaset, Boşta kalmış insanların kanunlara dayanan gücün arkasına sığınarak güç sayesinde yaşam koşullarını erişilmez kılmak ve kanunların tanımış olduğu kanuni imkânları kendi çıkarlarını korumak ve çoğaltmak için kullanmakta değildir. Siyaset, toplumsal yaşamı kucaklamaktır. Toplumdaki insanları ideolojik, etnik köken ve inançlara göre sınıflandırıp ötekileştirerek kendisine yakın bulduklarını kollamak diğerlerini düşman bilmek hiç değildir. Siyaset, İdealizmin reel yaşama aktarılmasıdır. İdealleri olmayanların siyasete girmesiyle siyaset kirlenir. Gördükleri ve sahip olduklarının, hayatını anlamlı kıldığını düşünen ve onunla mutlu olup kimliğini sahip oldukları ile tanımlayanlar, siyasete girdikleri zaman siyasetin çıtasını çok aşağıya çekerler. Siyasetin çıtası ideallerle yukarı çekilir, reel toplumsal yaşam ile doğal yaşamın kanunlarına uygun davranmakta, siyaseti sürekli hale getirir ve devamlılık ortaya çıkar.

Medeni diyebileceğimiz düzeyde kanunları insani olan toplumlarda siyaset daha çok hukuk çerçevesinde devam eder. Bu hukukta siyasetçilerin belirlediği kurallardan oluşmaz, o alanda uzun soluklu çalışma yapmış bilim adamlarının birçok kez denemeleri neticesinde oluşmuş, sonuçlarının etkisinin herkese dokunduğu ya da kimseye olumsuz iz bırakmadığı kurallardan oluşur. Buna göre hareket etmek medeni toplumlardaki siyasetçilerin temel görevidir. Siyasetçiler birlikte yaşadığı toplumun savunma ihtiyacını yerine getirmek, yaşam kalitesini arttıracak ortamlar açmak, Fırsat eşitliğinin çeşitliliğini çoğaltarak dezavantajlı kimse bırakmadan, imkânları herkese sunmaya çaba sarf etmek, Kucaklayıcı davranarak, kendisini seçip seçmemesine bakmaksızın herkese hizmeti ve hoşgörüyü esas alarak toplumsal birliği korumakla görevlidir. Bunları görev tanımı içinde doğru algılamayan siyasetçiler, siyasetçi değil, sadece politik cambazlık peşinde koşarak kendi menfaatlerini toplumun genel menfaatleri gibi sunarak, onları arkasına alıp rahat hareket etme derdindedir.

Medenileşememiş toplumlarda kanunlar gücü ele geçirmiş iktidar sahiplerini korumak ve toplumla aralarındaki ayrışmanın aşılmaması için kullanılır. Toplumdan ayrılması onu yücelttiğini düşünüyor olmalılar ki, kendini seçenlerden kendisini korumak için kanunlar ve güvenlik birimleri oluşturarak farklı bir yaşam tarzını oluşturup, onu korumaya çalıştıklarını da bilmezler. Onlara sorsan her şey Millet içindir, kendileri için yapıyorlarsa namertler, ne hikmetse kendileri erişilmez fildişi kulelerinde yaşamaya başlarken, içinden çıkıp geldikleri toplum yerlerde sürünürken onlara dua etmekte de asla bir tereddütte düşmezler, hatta yedi canlı olsalar, altısını yöneticilerine verirken biriyle sürünerek yaşamayı göze alırlar… Çünkü onlar için önemli olan onları temsil edenin güllük gülistanlık bir hayatı olursa onlar da ondan kendilerine bir pay çıkarabilirler… Ama yönetenler pejmürde bir ortamda yaşarlarsa, bu onlara hiç yakışmaz çünkü yöneten her türlü haklara sahiptir. Onlar, Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görülür ve o gölgeye dokunanı ateşe atmak imanİ ve ibadi bir görev haline gelir. Bunu yapmak için kanun hukuk gerekmez herkes kendince bu hakkı yerine getirebilecek meşru haklarının olduğuna inanır. Dolayısıyla böylesi ortamlarda her an bir başkasının yaşam hakkının elinden alınabileceği göze alınmalıdır.

Politik oyun kurucularını siyasetçi olarak gören toplumlar başlarına gelene katlanmak zorundadırlar. Politikanın içinde çok kişiliklilik de barınır, dolayısıyla sizin içinizde iken farklı vaatlerde bulunan, sizin içinizden makama geçtiği zaman farklı davranıyorsa, buna gücenme hakkınız olamaz; çünkü birçok kişilik ve kimliğinden, bulunduğu yere en uygun olanını oynamak zorundadır politikacı… Politikacı uzun soluklu bir bilimsel raporun uygulayanı değildir. Günlük tıkandığı yeri nasıl aşarım diye düşünür, günlük ve anlık düşünceleri toplumsal yaşamın uzun soluklu koruyucu kuralları haline getirmeyi de bir marifet bilir. Sonrasında buna itiraz edenler de kamu düzenini yıpratmakla suçlanarak ötekileştirilip, toplumsal yaşam içinde kuduz mikrobu taşıyan biri gibi dışlanarak aforoz edilir. Bu toplumlar medeniyetten yoksun oldukları gibi, bunları yöneten politikacıların da buraya medeniyet getirmesi mümkün değildir. Bu politikacıların olduğu yerde medeniyet olmaz, medeniyet varsa, oradaki yöneticiler, siyaset bilen insanlardan oluşur. Siyasetin toplum yaşamını cendereye alma yeri olmadığını anlamayanlar, toplumsal hayatı cehenneme çevirirler.

Üçüncü dünya ülkelerindeki yöneticiler tamamıyla çıkarlarını korumak üzere şartlı olarak yönetime gelmiş ve gözleri onun dışında başka bir şey görmeyen cambazlardan oluşur. Cambazlar ile cambazları seyretmek için gelen izleyiciler arasında nasıl bir ilişki var ise, bu toplumlardaki politikacılar ile yönetilen halk arasında da öyle bir ilişki vardır. Sirkte bulunan cambaz nasıl özel bir yapıya sahip ise, orada kimsenin o işi yapma beceresi nasıl yoksa bu toplumlarda yöneticilere de öyle bakılır ve onların dışında bir başkası bu işe yöneldiği zaman seyirciler tarafından imha süreci, kanuni güce gerek kalmadan hemen devreye girer. Her şey Vatan Millet ve devlet adına yapılır, çünkü devlet ile yönetimde olan politikacı aynı anlamı taşır. Onlara göre devlet yöneten, yöneten de devlettir. Dolayısıyla devlete karşı yapılacak saldırılar da kanuni olarak cezalandırılacak bir gerekçeye sahip olduğundan hemen devlete asi olarak adlandırılıp katli meşru hale getirilebilir. Bu toplumların karakterini, Hz. Yusuf dönemindeki halk çok iyi ortaya koyuyor. Önce Yusuf’a inanmakta zorlanan ve onu dışlayan halk, ne zaman ki ona uyduğunu söyledi ve onu gözlerinde yücelttiler, ondan sonra başka birinin onun yerini almasının mümkün olmadığına inandılar. Hatta Yusuf (as)’dan sonra, Allah kesinlikle bir başkasını göndermez diye yemin ederek, sapıklıklarında zirve yaptılar.

Üçüncü dünya ülkelerinin kaderi, siyaset adıyla politikacıların kurbanı olmak olmuştur. Bu toplumlarda insanların yaşam kalitesini yükseltecek çalışmalar olmaz, varsa yoksa yöneticilerinin hayatının kalitesinin yüksek olması önemlidir. Çünkü onlar zaten kendilerini yönetenleriyle özdeşleştirerek, ha sen yemişsin ha ben diyerek kendileri acından ölse de, yönetenleri işkembesini şiirmiş ise onlar da tok olduklarına inanır. Çünkü kimlik kişisel olmaktan çıkmış, toplumsal bir hüviyet kazanmıştır. Burada akılcı tutum ve davranışlar neredeyse yok gibidir. Duygular şaha kalkar, aşırı gerilim olur, bakışmalar bile insanlar arasındaki refleksleri hareke geçirmek için yeterli olabilir. Dolayısıyla insanların yaşamını düzenleyen kurallar objektiflik esasından uzak, ortama kişilere ve yönetimi ele geçiren politik anlayışa göre şekillenir. Ondan dolayı da herkes birbirine kuşkuyla bakar, toplumsal bağlayıcılık ve mana etrafında kaynaşma yok denecek kadar pısırık olur. “Gemisini kurtaran kaptan” deyimi toplumsal algının ne boyutta olduğunu ortaya koyması açısından çokça kullanılan bir söz olduğuna şahit olabilirsiniz. Bal tutan parmağını yalar gibi veciz sözler, insanları bağlayıcı bir hukukun olmadığını, herkesin sahip olduğu mevki ve makamın kazandıracağı imkânlardan rahatlıkla istifade edeceği meşru bir hak haline gelir. Oysa medeni toplumlarda İnsanlar bulundukları makamdaki rollerini oynayarak oradan elde ettiği kazancı ile başka taraftan ihtiyaçlarını karşılar ya da oradan karşılayacağı bir şey varsa herkesin sahip olduğu şartlarda istifade eder. Burada bal tutan parmağını yalayamaz, o parmağı hukuk kırar. Hukukun kıramayacağı bir parmak varsa, orada icrayı idare edemeyen bir siyasetçi var, ya da kırılacak parmağa gerekli cezai müeyyideyi uygulayacak hukuk sistemi işlevini yerine getiremiyordur veyahut ta işlevini kaybetmiş yeniden yapılanması gerekecektir.

Tüm bu açıklamaları yapmamdaki amacım, politik kurnazlıklarla toplumsal idareyi ele geçirmiş olanlar, kendilerini siyasetçi olarak tanımlıyor olsalar da siyaset ile politik algılar birbiriyle çok farklıdır. Siyaset, seyisten gelir. Bir atın tımarı nasıl yapılır, onu rahatsız etmeden ve kimseye tekme atıp başkasına zarar vermeden nasıl rahatlatılır; onu çok iyi bilmek ve uygulamak kaçınılmazdır. Bir atı tımar edemeyenler toplumsal yaşamı nasıl rehabilite edebilirler ki! Atları birbirine düşüren seyis nasıl ki seyislik görevini yerine getiremiyorsa, toplumsal barış, kardeşlik, toplumsal hukuk, toplumsal paylaşımcılık, toplumsal hedef birliği, yaşam kalitesinin getirdiği toplumsal mutluluk vs. yoksa orada yönetici siyasi bir yönetimi icra edemiyor demektir.

Bir yönetici, eğer toplumun bir kısmının sahip olduğu inançlar ve düşünceler üzerinden siyaset yapıyorsa bunun adı siyaset olamaz. Çünkü siyaset toplumdaki tüm insanları avantajlı duruma getirebilme sanatıdır. Toplumdaki grupları birbirine karşı avantajlı duruma getiren bir yönetici siyasetçi değil, olsa olsa politik kurnazlıklarıyla kendi ikbalinin kökleşmesini sağlamaya çalışıyor demektir. Buna en güzel örnek te firavundur. Firavun kendi halkını parçalara böldü, Kıptiler avantajlı duruma geldiler, İsrail oğulları ise avantajlı değildi. Hatta çoğu zaman öldürülüyor, öyle bir zaman geldi ki erkek çocukları ve erkekleri toptan öldürüldü. Firavunun buradaki temel amacı kendi bekasını sağlamlaştırmak için halkı fırkalara bölerek onlar birbiriyle uğraşırken kendisinin hedef olmaktan çıkarılmasını sağladı. Üçüncü dünya ülkelerinde ki yönetimlerin istisnasız hepsinin içinde firavunluk geni taşındığı için bakın hep insanlar birbiriyle uğraşır kimse yönetimin onları ne hale getirdiğini bilmez. Bu durum onların sömürülme katsayılarının artmasına neden olduğu gibi, yöneticilerinin de ömürlerine ömür katar. Bu zulmü sonlandırmanın tek yolu var, farkındalık bilinçlenme, toplumsal barış kaynaşma ve hedef birliği oluşturmaktır.

Siyaset, yöneticilerini seçerken ideal ve reel yaşamı kaynaştırarak, hukuk çerçevesinde bir yaşamı devamlı kılmak ve herkesi yönetimin şemsiyesinde gölgelendirecek, gücü ele geçirince menfaatlerini korumak için değil, adaleti tesis etmek için kullanacak yöneticileri belirlemeye, dikkat eder. Tarafsız olması çok önemlidir. Bir yönetici her tür inanç ve ideolojiden olabilir ancak onun uygulamaları bundan bağımsız olmak zorundadır. Yöneticilerin uymaları gereken yasalar daha önceden bilimsel ahlaki ve insani kriterlere göre objektif olarak oluşturulması gerekir ki, keyfi uygulamaların faturası kabarmasın. Yasama yürütme ve yargı birbirinden bağımsız olmadığı zaman kimsenin hakkı garanti altında değil demektir. Yasalar, tüm inanç ve yaşam tarzlarını dikkate alarak yapılmalıdır. Yasaların temeli ve üst çatısı insan, aradaki bölümlerde, yaşam tarzları ve inançlar yer alır. Âmâ hiçbir inancın bağlayıcılığı, bir başkasına baskı kurma hakkına sahip değildir. Bunu sağlayacak olan siyaset kurumudur. Siyasi olanlar kendi toplumunda ötekileştirici bir politika takip ederse, o politik anlayışa sahip olanlar gücün getirmiş olduğu rahatlıkla kendi dışında kalanların yaşam hakkının olmadığına bile inanabilir. Onun için siyasiler her ortamda söylemlerini iyi seçmek ve uygulamalarına dikkat etmek zorundadırlar. Padişah bir başkasının bahçesinden bir meyve koparırsa habersiz, adamları bahçeyi yağmalarlar sözünün gerçek olmaması için, siyaseti bilmek ve siyasi davranmak gerekir. Bunun yolu kuşatıcılık kucaklayıcılık doğallık, adalet ve etik değerlere dikkat ederek ne olursan ol yine gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil, ister Yahudi, ister Mecusi ister putperest ol ne olursan ol yine gel diyerek herkesi kucaklayan siyasetçiler hukuka göre davranıyorlarsa bilin ki, o ortama medeniyet gelmiştir.

Medeniyetin kuşatıcılığında yönetilen bir halk ve yönetimi medeni esaslar üzerine kuran hukuk, toplumun aynası olup adaleti omurga bilen, yöneticilerin yönettiği devlete hasret kalmışlar olarak, o güne kavuşmak ümidiyle, herkese mutlu gelecekte yaşamanın nasip olmasını diliyorum…

Selam ve sağlık dileklerimle…

Bahadır Hataylı/01.03.2022/00.40

28 Şubat 2022 Pazartesi

YAŞARKEN ÖĞRENDİM ÇOCUKLUĞUMA ÖZLEM DUYMAYI

İlkokulda dersliklerimizin hemen arkasında güllük diye isimlendirdiğimiz bir alan vardı, bahar geldiğinde sınıflarımızın penceresini açtığımızda gül kokularından içimiz gülerdi… Sıcaklar bastırdığında güllük ile bina arasında yol gibi küçük bir alan vardı, orada beş taş oynaya dalardık hatta oradan başka serin yer olmadığı için oralarda saatlerce uykuya dalardık… O günkü çocukluğumu düşündüğümde başımda ne stres ne ekonomi, ne savaş ne acı ne zalim hiçbir şey kalmıyor, ondan olsa gerek bugün onları düşünürken dalıp gittim kendimden…

Çocukluğumun baş döndüren mutluluklarını bugünden geriye dönüp özlesem de getiremiyorum ne gelir elden… O kadar dokunmuş ki içime sınıf arkadaşlarımın neredeyse hepsini okul numaralarıyla görüntülerini gözlerimin önüne getiriyorum; okulun bahçesinde coşkulu şekilde koşup oynarken buluyorum kendimi, biraz zaman geçince oturmuşuz bir banka sohbet ediyoruz, düşüncelerimiz farklı olsa da, birbirimizin bazen dizine, bazen omzuna kafamızı koyup kendimizden geçmişiz kötülük nedir bilmiyoruz, hiç yanımıza uğramamış… Yatılı okulumuz, bizim için sevginin, saygının paylaşımın kardeşliğin, candan geçmişliğin vatan millet sevgisinin yüreğimizi kavurduğu ve coşup kendimizden geçtiğimiz yerin adı olmuştu…23 Nisan günü Okuldan çıkıp Bayram günü ilçeye tören alanına yürürken, “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı, “diye başlayan Eskişehir marşı ile yollara düşerdik, orman ve dereden seslerimiz yankılanır ve biz göğüslerimiz kabararak 20 yaşında genç delikanlılar gibi rap rap diye yolları aşındırarak yürürdük…

Hayatımız o kadar güzel ve mutluluk gülücükleriyle doluydu ki anlatamam, her konuşmamızdan ve birbirimize koşmamızdan güzel tomurcuk güller patlardı. Hiçbirimiz birbirimizi tanımadan o kapalı ortamda bir araya gelmiştik, ama orası bizim için bir kaynaşma ortamı olmuştu… Çocukluğumuzu hayallerimizi umutlarımızı sevgilerimizi kardeşliğimizi orada bırakarak çıktık oradan; ondan sonra gittiğimiz ortamlarda onlara bir daha ulaşamadık…

Ortaokul ve lisede orada kazandığımız kazanımlarımızı harcayarak kendi kişiliğimizi oluşturmaya çalıştık, sonradan aldığımız bilgilerin dışında hayat ve karakterimizi biçimlendirecek hiçbir güzellik bulamadık… Yani diyeceğim o ki, biz karakterimizin ve kişiliğimizin biçimlenmesini sağlayan değerleri ilkokul öğretmenlerimizden aldık; diğerleri sadece bizim bu kazanımlarımızı ya genişlettiler ya da törpüleyerek yok edip bizi erozyona uğrattılar…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, belki bizimkisi bir şanstı, yatılı okula ben 6 yaşında gittim yani yedi yaşıma varmak üzereydim. Her şeyini kendin yapıyorsun. Yatağını topluyorsun, çoraplarını her gün yıkıyorsun, önlüğünü kendin giyersin, yemekhaneye sırayla gidiyorsun çıkan yemeklere itiraz etme hakkın yok, ya yersin ya aç kalır hastalanırsın… Köylerden gelmek o kadar kolay değil, zaten her çocuğun ailesinden biri anca ziyarete gelebilir, geldiği zaman gider başına toplanırız bizim yakınımız gelmiş gibi onları tanımasak ta onlarla biz de hasret gideririz… Sabah erkenden ezandan biraz sonra kalkarız hazırlanırız, sınıflara gider etüt yaparız etütten sonra bir çevre temizliği yapılır, ondan sonra yemekhanenin önünde sınıf sınıf sıraya geçeriz, lavabolarda ellerimizi yıkayarak kahvaltı için masalara geçeriz yaşımız yedi… O yaşlarda başladık hayatın yükünü sırtımıza vurmaya, o gündür bu gündür o sorumluluğumuz bizleri her ortamda heder etti ve acı çektirdi. Küçücük çocukken sırtımıza vurulan o ağır yük, sanki taşınmayacak, bir yerde bırakılacakmış gibi, hep o yükün nerde olduğunu merak ederek onu kaldırmak için bir gücümüz olacaksa, çaba harcamayı asıl göreviz bilerek yaşıyoruz…

Bizim okulumuz bir taneydi, başkası onun yerini asla tutamazdı, bazı Azrail gibi hocalarımız olsa da onlardan yediğimiz dayaklara bu günden baktığımızda belki onların çok aşırı fevri hareketleri dışındakiler olmasaydı, biz bu sağlam karakterleri oluşturabilir miydik diye de bazen sormuyor değilim… Siz yedi yaşında kendi banyonuzu yaptığınız oldu mu, bizim sırtımıza anamızın kesesi yedi yaşından sonra nerdeyse değmedi, yani kendi sırtımızı hep kendimiz keseledik kimseden bir medet ummadan karanlıkları delip aydınlık yolları hayal ettik… Güneşin her gün nereden doğacağını merak eder, erkenden çamlık dibine gider güneşin doğacağı anı beklerdik… Ama Güneşin batmasını hiç istemezdik çünkü zorunlu bir yatış başlar, çekilmez yatakhanedeki yerimizi alır, bir anda uykuya dalmayı isterdik ama nafile, her kafadan bir ses hindi yavruları gibi nereden geldiği belli olmayan bir uğultu kaplardı yatakhanelerimizi… Arada gizli gizli nöbetçi öğretmenlerimizin, lambaları yakıp içeriye girdiğini görünce hemen battaniyeyi kafamıza çeker nefes almayı bırakır, öğretmenimizin koğuştan çıktığını ayakkabılarından gelen sesin kesilmesinden anlardık...

Hayatımıza katılan o günkü düzenlilik ve sistematiklik, her zaman hayatımızın öyle gideceğine bizleri inandırmıştı. Oysa 50’li yaşlara geldiğimizde gördük ki onlar sadece kazandırılmış ideallermiş, hayat bambaşkaymış, alışılmış yanlış geleneklerin tuzağından çıkarak o düzenli yaşamı arzulamak her insanın harcı değilmiş, bunu da anladık… Yaşamları küçükken biçimlenmeyenlerin sonradan yaşamlarının biçimleneceğini bekleyerek, onlar üzerine bir yaşam düşlediğiniz zaman düşleriniz gerçeğe dönmeden sadece kendinizi avutarak yaşamınızı noktalıyorsunuz…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, bize hep ağaç yaşken eğilir diye öğretilen bir deyim vardı, oysa ağaç yaşken düzeltilir diye bunu öğrenmiş olsaydık belki bu gün dosdoğru yaşamlara imza atan nesillerimiz olurdu. Ancak her öğretici kendisini eğitici olarak görüp yaş olan fidanlarımızı eğriltme derdine düştüğü için doğrulmanın nasıl gerçekleşeceğini hiç düşünemedi. Ondan olsa gerek bu gün yaşadığımız toplumda eğitilmiş ama doğrulmamış her tarafı yamuk, eğilen eğilene… Bir delikten geçebilmek için ne kadar eğilmeniz gerekiyorsa o kadar eğilmeyi göze alıyorsunuz hatta kırılmaya bile razı oluyorsunuz yeter ki geçebilesiniz…

Psikanalist anlayışta, kişilik 0-5 yaş arasında şekillenir,5-12 arasında biçinlenir,12-16 yaş arasında gelişime açık olur,16-23 yaş arasında da olumlu ya da olumsuz bir kalıba girer… Evet, bizler biçimlenme sürecinde hakikaten öğretmenler eliyle biçim aldık… O dönemde öğretmenlerimizin ideolojik düşünceleri vardı biz bunları biliyorduk, ancak onların öğretmenliği her zaman onların çok üzerindeydi, onları bizimle ilgilenmeye iten güç aldıkları para değil, mesleklerine olan aşklarıydı. Aşk bir yaşamdır. O yaşamı elde ederseniz âşık olduğunuza en güzel değerleri sunarsınız… Biz öğretmenlerimizin canının bir parçasıydık ve onları da canımızdan bir parça görürdük, ama asla saygıda kusur etmezdik, çünkü onlar bizi şekillendirip biçim kazandıran bizleri doğrultan bir heykeltıraş gibiydi. Onlardan kazandığımız değerleri aynısıyla uygulayarak ve üzerine de katarak daha renkli bir öğretmenlik yapmak nasip oldu… Öğrencilerimizi hep sevdik hep doğru olanı yapmaya çalıştık, not için bir öğrencimi asla kırmadım ve onlara not vermek için görev vermedim, sorumluluk bilinciyle yapmaları gerektiğine inanarak yapmalarının gerekliliğini kavratmaya çalıştım… Herkesin üstün ve eksik yanlarının olacağını, ama bunların bir ayrıcalık değil tamamlayıcı unsurlar olduğunu ancak insanlık için yapacağımız fedakârlıkların bizleri üstün kılacağını, yüreklere kazımaya gayret ettim… Bu ideal yaşamlarla öğrencilerimi buluşturduğumda, onların da o değerleri içselleştirdiğini gördüğüm zaman, beni hayatla tanıştıran ilkokul öğretmenime şükranlarımı bir borç bilip ona rahmet diliyordum…

Hayat böyle bir şey, devraldığınız güzellikleri üzerine daha fazla güzellik katarak gelecek nesillere aktararak iyilikleri ve güzellikleri bir gelenek haline getirip sürekliliğini sağlayabiliyorsanız anlam kazanıyor, aksi durumda sadece heder olup yok oluyorsunuz… Geldiğimiz süreç öğretmenliğin anlamsızlaştığı ve çocukların isteklerini okşayan ve onların taleplerine göre bir şeyler öğreten öğretici olmanın ötesine taşınmadığı için, okullar eğitim kurumu olma özelliğini kaybederek, görsel medyanın öğrettiklerini, yazılı olarak zihinlere nakşetme kuruluşları haline gelmiştir. Yani eğitim olmaktan çıkmış bir öğretim alanı olmuştur. Ondan dolayıdır ki, şuan şekil verip biçimlendirecek, eğriyi doğrultacak ortamlar gitmiş, tamamıyla akademik bilginin aktarıldığı yerlerin ilk temeli haline gelmiş ilkokullarımız… Böylesi ortamlarda öğretmenin istek ve motivasyonu yok olmuş, kendisi ışık olan olmaktan çıkmış, gelen mumları toplayarak çocuklara mumdan nasıl ışık aktarılabileceğini öğretmeye çalışan bir organizatör olmuştur. Öğretmenin asıl görevi yeniden tanımlanmalı, öğretmene göstermelik değer değil, hakikaten” bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen Hz. Alinin verdiği önem ve değer verilmelidir. Öğretmenlik mesleği bir aydınlatıcı memba olduğu yeniden tanımlanmalı, öğretmenin emeğinin karşılığı herhangi bir parayla ölçülemeyeceği anlaşılmalı ve onun fedakârlığının bedelinin dünya ölçeğinde bir karşılığının olmayacağı idrak edilmelidir. Bu sorumluluğu alacak öğretmenler yetiştirmek temel ilke olmalıdır. Bu olmadığı zaman ne öğrenciliğimizden, ne öğrendiklerimizden, ne okullarımızdan, ne de öğretmenlerimiz, yaptıkları işlerinden zevk alarak öğretmenliklerini yaparlar… Doldur boşalt, belli saatlerde çocukların okullarda bulunduğu diğer zamanlarda kontrolsüz bir güç haline gelip, kim tarafından nasıl nerede beyinlerinin işgal edildiği bir nesil ise okullarımızdan çıkanlar, o zaman vay ki bizim başımıza geleceklere vay!

Bana çocukluğumu hatırlatan okulum, hayatıma anlam katan öğretmenlerim ve hayatlarına anlam katmaya çalıştığım öğrencilerimi hatırladıkça, böyle duygusal kalbi yıpranmışlıkları yaşamamak elde mi? İşte, ben yaşamışlıklarım ile yaşayamadıklarım arasındaki çatışmaların kaynağında, hep hayatımın ideallere göre biçimlenen yanını gördüğümde tedirginlik, kaygı ve gerilimlerden kendimi alamıyorum… Kaygıyla yaşayan ben, yeni nesillerin hayatındaki bu kaygıların gelecek kaygısı haline geldiğini görünce, sorumluluklarının farkına varamamış, kişilikleri, şekillenmesi gereken yaş aralığında boşa geçmiş, daha sonradan kaldıramayacakları bir yükle muhatap olduklarında, bu yükün altından zorla kaçtıklarını gördüğümden, hem bu nesle yapılanın bir zulme dönüştüğünü hem de geçen zaman emek ve imkânların heder olduğunu düşündüğümden rahatsızlıklarım tavan yapıyor, beynim dönüyor, ondan dolayı çocukluğumu hatırlayarak biraz rahatlamak istiyorum…

Ben çocukken sorumlu duyarlı, coşkulu neşeli ve umutlu yaşadım, hayallerim dünyanın yörüngesinin dışına uzanıyordu. Şimdi hayallerimi benden önce mezara gömmek için bildiklerimi unutayım diye çabalıyorum olmuyor, onları unutmak kendimden kaçmak ve beni yok saymak olduğu için ben de varım, var olan beni nasıl yok sayacağım diye düşünürken birden kendimi yine başka bir hayal dünyasının başrol kahramanı olarak buluyorum yine yorulmayan bir dağcı ve usanmayan bir savaşçı olarak gece gündüz demeden hep düşünmek ve üretmek hayatımın kâbusu olup çıkıyor…(!)

Anlayacağınız alışkanlıklarımı terk edemiyorum, birde bunlar içinize kemik gibi işler ve sizin ruhunuzun bir parçası kalbinizin atışları ile paralel gidiş geliş yaparsa işte o zaman haliniz çok zor, bu hastalıktan kurtulamazsınız ancak sizi mezar paklar onun için de kaderiniz ne ise onu bekleyeceksiniz… Beklemek mi yakışmaz, kalkıp yürüyeceksiniz, yürümeyi belki unutup koşacaksınız, ama asla ve asla yerinize çakılıp kalmayacaksınız, hayat devam ediyor, nesillerin doğurtulması ancak ağaç yaşken olur, bunu biliyoruz o halde beklersek nesilleri kırar ve imha ederiz…

Ben başladığımda yürümeye turnalar çoktan göğümden uçmuştu, âmâ ben turnaların vurulmasını yasaklayan eğitmenlerin elimden tutmasıyla bu günlere geldim… Bu günleri yarınlara taşıyacak yürek sahibi öğretmenlerin eliyle, bu nesli aydınlatalım onlar ışığa çok muhtaçlar, karanlıklara bırakmayalım yarınların karanlığını kaldıracak eğitmenleri bulma imkânımız olmayabilir… Hep birlikte el ele gönül gönülle bu yola baş koyarak çocuklarımızı aydınlık ufuklara taşımaya ne dersiniz. Bana çocukluğumu unutturacak ve o günlerden ileriye götürecek öğretmenler arıyor gözlerim, onlar içinde bulunup, hayatın bu karanlık günlerinde çay molası vermeye hazırım ve hemen gelirim…

Çiçekler solmasın tomurcuklar patlamasın, biz güllerimiz solunca ölürüz, güllerimizi soldurmayalım, tomurcuklarımızı patlatmayalım, Çiçeklerimizi küstürmeyelim, bahçıvanı bıktırmayalım… Çocukluluğumdaki okuluma hayranlık kaldı içimde, okullarımızı hayran duyulan mekânlar yapalım… O öğretmenleri merceklere arıyorum hepsini bağrıma basıp selam vereceğim…

Selam ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/27.02.2022/23.47

25 Şubat 2022 Cuma

EY İNSAN KERİM OLAN RABBİNE KARŞI SENİ ALDATAN NEDİR?

 Bir günah borsası açılmış ki, sormayın gitsin ne ararsan var içinde, haramzadeler kapış kapış haram seçmekte yarışa tutulmuşlar. Dünyanın yörüngesini değiştirmeyi hesap edenleri hesapsız harama daldıkları zaman görseydin, dilin tutulur lal olurdun, kulakların alışkın olmayan çılgın sesleri duyunca, sitemin artardı belki kendine, kim bilir...

Dünyadan göbek bağı ile beslenen günah borsasının satıcıları alışkın olmadığımız tipler olduğu için, onlarla karakter uyumu içinde olmakta hayli zor olduğundan müşterileri de özel ve seçmece… Bu borsanın günah borsası değil de sanki günah çıkarma borsası olduğuna insanlar inanmış olmalı ki, gelen belirsiz gideni göremezsiniz… Dalan bir daha çıkmak istemiyor, çıksa da geldiği yerden çıktığına şahit olanları görenlere helal olsun…

Zavallı fakirlere gerçek dünya hayatında bir karış toprağı çok görenler, hayal dünyasında olanları onlara reva görürken, kendileri borsa kurup içinde at koşturmadalar. Hatta geçek yaşamlarında bir metre toprak vermedikleri için olur ki cennette toprağı olmayabilir diye sanal âlemde de çiftlikler kurarak yine fakirlere satmayı beceriyorlar… Ne hikmetse fakirlere elle dokunamayacağı ama onun hayaliyle yaşayacağı en güzel yerler pazarlanıyor, kendileri ise elle dokunulan gözle görülen her yeri ele geçirip içinde öyle bir borsa kurmuşlar ki, görende insanlar tövbe kapısından girip sanki gavslarından (!) tövbe alıyor sanır…

Günah borsasının sınırları gözlenebilen ve elle dokunulan duyusal bir sınıra sahipti, oysa şimdi sınırları o kadar genişledi ki, borsanın müşterileri imkânı olmayıp ta, olabilir mi acaba umuduyla yaşayan insanlardan oluşurken, borsanın cambazları, günah çıkarma seanslarında sırayı kimseye vermeyenler, her akşamdan sonra bir manevi haz almak için tövbe kapısına yönelmeden, borsaya girişi görülen ama nereden çıktığı bilinmeyen günahsız haramzadelerdir.

Günah borsasının masumluğunu onaylayıp onu meşru zemine çeken, kalkan olduğu her şeyi, yaşayacağından daha fazla yaşatacak bir özelliği olan dinsel yaşam iksiridir. Bu iksiri gözünü kırpmadan içen herkes yaşamına yaşam katıyor… Nereden nasıl aldığınızı ya da hangi günah borsasında hangi ihaleyi katakulliye getirip aldığınız hiç önemli değil, eğer bu iksirden bir yudum içmişseniz, hemen üzerindeki tüm kir ve paslar yok olur, tertemiz bir servet olur ve servetinize servet katar, yani ki din sizin yaşamınızın emniyet spobu olur… Nerden kazandığınızın hiç önemi yoktur borsaya uğramış olan malların tamamı zaten meşruiyetini kazandığı için tövbe kapısından içeriye sorgusuz sualsiz girer…(!)

Onun bunun malını mülkünü gasp eder, gerekirse hayatını ortadan kaldırır tüm malına konarsınız, bir ibadethane yaptığınız zaman hemen o haramzadelik yerinizi, bey efendiliğe ve adamlığa bırakırsınız… Bir de yaptığınız ibadethanenin kapısına isminizi de verdiğiniz de bulunduğunuz bölgenin eşrafından hayırsever fakir babası olup çıkarsınız, cennetteki yeriniz garanti olur, zaten buradaki yerin cennet olması nasıl garanti ise, orada da senden başkasının hakkı değil ki cennet(!)

Günah borsasının, hayatın ortasına attığı yeni ticari kavramlardan birisi, biz yemeyelim de onlar mı yesin, bizimkiler almasın da onlar mı alsın, biz bunları almasak zaten onlar geldiğinde götürecekler, hiç olmazsa bizim kullanacağımız yerler hep hayır işleri… İnsan haram üzerine ev kurar mı sorusunun karşılığı, öncekileri hiç gören yoktur, o zaman bunlar yok muydu hatta öyle vardı ki hiçbir şey yapılmıyordu, hiç olmazsa biz günah borsası kurduk, insanların günah işleme özgürlüğü var, en azından borsaya gelir günahını işler tekrar arka kapıdan çıkar gavsa gider tövbe alır cennete gönül huzuruyla gider…(!) Günah borsasında dini literatürdeki gerçek anlamlar, borsanın işleyiş kurallarını dikkate alarak açılım yapar, yoksa din de meşruiyetini kaybedebilir. Borsa da önemli bir ilke, yakınından başlayacaksın, akrabanı eşini dostunu gözeteceksin hak onlarındır, onları korumuyorsan bu nasıl borsaya üye olmak olabilir diye, borsadan aforoz olabiliyorsun… Hatta dini gerekçeleri de zaten oluşturulmuş olur, “Allah demiyor mu yakın akrabaları gözetin kollayın diye…”Evet borsa içinde bir üye olup orada satış yapabilmenin en önemli koşulu Dini kavramları borsanın işleyiş koşullarına uygun hale getirip yumuşatmaktır. Yumuşatmadığınız takdirde siz yumuşamış olursunuz ve borsayla ilişkileriniz kesilir…(!)

Yanlış anlamayın günah borsası dediysem, yani günün her gün ah çektiği(!) borsa var ya, ondan söz ediyorum. Günün bir daha doğmak istemeyip ah çektiği borsayı anlatıyorum… Sebebi ise, her gün doğan günün sırtına tüm günahlarını yükleyerek, kendileri masum ve elleri tertemiz toplum içine çıktıklarında parmakla gösterilecek bir iş adamı, fakir fukara babası, vergi rekortmeni, ülke sevdalısı, gençlerin ağabeyi, uyuşturucu trafiğinin uzaktan kumandası, denetleme sitemlerinin radarlarını işlevsiz kılan görünmez manyetik dalga sistemi, yani ne kadar olunması gereken varsa her şeyi olmuş, ama adam olmayı zül kabul edip borsa kurmuş haramzadeler olmalarıdır…

Gün bile, bunların cambazlıklarını gördüğü zaman Güneşe ricada bulunup gelmek istemediğini beyan ettiği için, gün ah çekerek güne başladığından bu günün başlamasıyla açılan borsaya Gün-ah Borsası dedik…

Günah borsasının devamını sağlayan dini yumuşatarak onun yumuşak yanından güzel bir fetva devşirmekten geçiyor olsa gerek… Eğer bir yerde işlenen haramlar sizin için yapılıyorsa, ona kim haram derse iki gözü önüne aksın(!)zaten insan sadece kendisi için koca bir günah borsasının açılışını neden istesin ki, öyle bir oluşum ancak başkalarını düşündüğünüz zaman her yolu size meşru ve mubah kılar…

Günah borsasında her dönem ve zamanda geçerli olan ana ilke, vicdani sorumluluk asla duymayacaksın, vicdansızca haz almaya bakacaksın… Bunu yapmazsan iki günde kafayı sıyırır tımarhaneye yolculuk yaparsın…

Kolu nerede kırdıysan orada bırakacaksın hatta kırıldığını bile hiç çaktırmayacaksın… Sorarlarsa üzerime salça döktüm onun kırmızılığıdır deyip geçeceksin…

Hiçbir açık kapı bırakmayacaksın ki, günah borsasında ihaleyi herkes görmesin. Şayet yanlış düşünüp üstüne gelenler olursa herkesten çok bağıracak ve kanıtla diye direteceksin…(!)Nasıl olsa montaj çağında yaşıyoruz, çok zorda kalırsan bu montaj, kesinlikle öyle bir şeyin olması mümkün değil, bakabilirsin diyerek görüntüyü yok etmeye çalışacaksın, gerekirse o anda bile görüntünün bozulmasını sağlayacaksın…

Günah borsasının devamını engelleyici güçler çıkarsa, mutlaka onların hain işbirlikçileri olduğunu bileceksin, tek amaçlarının ezanımızın okunmasını ve bayrağımızın dalgalanmasını engellemek için bunu yaptıklarını önüne gelen herkese anlatacaksın ve onu rezil rüsvay edeceksin gerekirse, çok zorda kalırsan ajanlık damgasını vurmakta bir beis görmeyeceksin… Nasıl olsa Tövbe kapısından girip gavsun elinden tövbe alacaksın, bazen aşırı gitsen de üzülmeyeceksin bu bir muharebedir, harpte yalanda olur aldatmakta… Yoksa borsanın battığına şahit olursun…

Savunmada asla olmayacaksınız, çünkü savunma yenilginin kendisidir, her zaman baskın ve saldırı halinde olacaksınız… Saldırmak haklılık halidir(!).

Günah borsasında değerler o kadar artıyor ki, her geçen gün değer kazanıyor, dolayısıyla kimse borsa dışında kalıp bekleyen müşteri olmayı düşünmüyor… Ondan dolayı tüm değer sistemleri alabildiğine değer kaybederken günah borsasında her türeden senet ve tahviller alabildiğine çıkışa geçiyor…

Bu borsanın ne kadar değer kazandığını uluslararası borsalarda yakından takip ediyor… Biz yine de elimizdeki imkânların burada bir değer kazanmasındansa, kökten kaybetmeyi göze alarak haramzadeler arasında yer almamak için, her dönemde adam olduğumuzu kanıtlamak ve kendi adımlarımızla kendi inimizde inzivaya çekilmeyi tercih ediyoruz…

Son dönemde meteorolojiden aldığımız bilgilere göre, günah borsası üzerinde yönü belli olmayan ama gökyüzünden yere doğru hızla esen gök gürültülü ve şiddetli taş ve çamur getiren karabulutların kuşattığı haberlerini alıyor gibiyiz… Bu bulutlar öyle bir yüksek basınçtan geliyor ki, alçak basınç alanında kalan günah borsasını ah çeken günle birlikte yok etmeye ahdetmiş gibi görünüyor… Biz yine de alışverişlerimizi yaptığımız yerin içinde günah borsasından bir rüzgâr esip esmediğine dikkat ederek ince eleyip sık dokursak lehimize olacağı kanaatindeyim…

“Rabbim içimizde sadece zulmedenlere erişecek olmayan o azabından bizleri koru…”Rabbim içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eyleme, günah borsasının haramzadelerinden bizleri beri kıl… Nefislerimizi temize çıkarmak değil derdimiz nefislerimizi temizle bizleri Salih kulların arasına kat, huzuruna çağırdığında sana karşı bizleri mucup eyleme, âmâ bizleri sana dost eyle ey rabbimiz…

Rabbim bizler eksik zayıf cahil ve unutkan kullarız… Bizlere doğru ile yanlışı ayıracak kabiliyeti ver ve günahlarını severek onlarla hem hal eyleme bizleri… Rabbimiz kalplerimizi düzelt içimizde müminlere karşı bir kin bırakma, unuttuysak yanıldıysak bizi mesul tutma, bilerek sana asi olmaktan bizi uzak eyle, sehven yaptığımız hatalarımızı affeyle… Rabbimiz bizim senden başka kimimiz kimsemiz yoktur, bizi her türlü ayak oyunlarından beri kıl, hakkı batıla karıştırarak hakmış gibi yaşayanlardan eyleme…

Merhametlilerin en merhametlisi biz kendi nefsimize zulmettik, dünya ve içindekilerin başımıza bela olmasıyla senin sevgin kalbimizden çıkıp gitti, bir kadavraya döndük; Allah’ım günahlarımızın affını diliyoruz, sensiz yeryüzünde yaşamanın mümkün olmadığını bildiğimiz için, bizi senin sevgin merhametin ve şefkatinden uzak tutma sen bize acımazsan biz ebediyen senin cehennemine gark oluruz Allah’ım…

“Kim Rahmanı hatırlamaktan ve her ortamda onun zikri ile yaşamaktan uzaklaşırsa, biz ona yanından hiç ayrılmayacağı bir şeytanı musallat ederiz. O da onunla arkadaş olup ona kabuk gibi yapışır, onu doğru yoldan uzaklaştır… Bize geldiği zaman arkadaşına sen ne kötü bir dostmuşsun keşke seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar mesafe olsaydı…”diye hatırlattığın buyruğuna karşı biz gaflete daldık, rabbim bizleri affeyle geldiğimiz makamlar bizi bizden aldı…

“Allah’ı unutup da Allah’ın da kendisini kendisine unutturduğu kimseler gibi olmayın ”dediğin hatırlatmaları biz yaşar olduk rabbim hesapları karıştırdık bir kara bulut bizleri kuşattı bizi aydınlığa ancak sen çıkarırsın “biz senden gelecek her hayra muhtacız Allah’ım…”

Sevgiyle sağlıkla kalın merhametlilerin en merhametlisine emanet olunuz…

 

Erol KEKEÇ/25.02.2022/01.40

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!