Bu Blogda Ara

4 Mart 2021 Perşembe

BİR TOPLUMUN EĞİTİM ALGISINA BAKIŞ!

 TÜM EĞİTİMCİLERİN OKUMASINI TAVSİYE EDERİM SABIRLA...

Öğrenme ile eğitim arasında doğrudan bir ilişki olduğu herkes tarafından kabul gören anlayıştır. Öğrenmenin kalıcı davranış değişimi olarak ifade edildiğini biliyoruz ancak burada asıl olanın tekrarlar ve eğitim yoluyla davranışların kalıcı olmasının öne çıkmasıdır. Eğitimde de esas, istendik davranışları kazandırma çabası olarak tanımlanır kısaca…Bu kısa tanımlamaları da dikkate alarak toplumumuzdaki eğitim algısı ve uygulamasını belli yönleriyle ele almakta fayda olacağını düşünüyorum.
Eğitim paradigması aslında bir toplumun yönetim şekli ile de doğrudan ilişkilidir. Eğer eğitime yaklaşım tarzınız insani ve kuşatıcı bir özelliğe sahip ayrıca insanların gizli yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlıyor ve bu yetenekler insanlık yararına olacak ortamlarda kullanılabilmesi için gelişme gösteriyorsa, buradaki yönetim de genellikle olumlu bir özellik gösterir…Yani eğitime bakış tarzı ile eğitimin yetiştirdiği insanların yönetimdeki etkileyici gücü arasında doğrudan belirleyicilik özellikleri vardır.
Bir toplumda eğitime bakış, egemen olan yönetim erglerinin ideolojik yaklaşımlarına göre asla biçimlenemez. Eğer böyle bir süreç başlatılırsa o zaman toplumdaki eğitim paradigması lakayt, insan yetiştirmekten uzak, yetenekleri imha eden, geleceğe bakışları karmakarışık, geleceklerinden endişe duyarak yaşayan, paranoyak yaşamların toplumsal gelenek olarak yaşandığı bir yaşam tarzı ortaya çıkar. Böylesi bir yaşamın toplumsal gereklilik gibi herkes tarafından içselleştirilerek bir kader gibi görülüp bulaşıcı hastalık olarak geçmiş ve geleceğe damgasını vurmasındaki en önemli etken, yönetimi ele geçirmek isteyenlerin keyfi ve fevri hareketleridir. Çünkü yönetime gelenlerin kendi ideolojik pencerelerinden topluma bakışları, toplumun her noktasını bu ideolojiye göre okumalarını sağlar ve her şeye bu pencereden bakarlar. Böylesi bir açmaz ve çıkmaz sokak, bütün bir toplumu geri dönüşü olmayan ucu belirsiz karanlık dehlize sürüklemek olur. Ne yazık ki eğitim anlayışımız yüzyıllardır geri dönüşü olmayan bu karanlık dehlizlerde, insanları kendi kaprislerine kurban eden yöneticilerin karanlık emellerine kurban edilerek şekillenmiştir. Peki soruyorum, mutlu huzurlu, üretken yaşamlarından tat alan birbirine güvenen ama aynı görüş ve anlayışta olmak zorunda olduklarına inanmayan ama başkasının hak ve hukukunu kendi hakkını koruduğu gibi koruyan, saygı, sevgi, umut ve güven veren bir neslin oluşturulmasından yönetici ergler neden rahatsızlık duyarlar ve eğitime ideolojik yaklaşırlar.
Bu hususları herhangi bir anlayışın aktaranı olarak değil, doğrudan insanın yaratılış fıtrat genlerini dikkate alarak iyi bir gelecek ve üretken ahlaklı özgür bir nesil nasıl yetiştirilir bakış açısından yola çıkarak konuları irdeleme ve kritize etme tarafındayım. Onun için son üç yüzyıllık tarihimizi de dikkate alarak ancak günümüzdeki patolojiyi anlayabileceğimizi düşünüyorum. Osmanlı’nın son iki yüz yılından bu yana eğitim hep yönetimin vagonu olarak gelmiştir. Yani yönetim hep yukarılarda olmuş eğitim bu yönetimlerin çıkar arzu istek ve beklentilerini karşılamak zorunda olan bir kışla olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla, kışlada bulunan talebeler de bu kışlanın eli sopalı eğitim çavuşlarınca rehabilite edilerek hep sistemi koruyucu bir asker olarak görülmüş ama bu askerler toplumun her kademesinde bulunabilecek tarzda ve formatta biçimlendirilmiştir. Böyle olunca neden bizim eğitim sistemimiz hiçbir dönemde önemli aşamalar kat edememiştir diye yakınmanın da bir anlamı yoktur. Çünkü yönetimin kendince biçimlendirdiği eğitim algısı, geleceği okuyan, münevver bir yaşam ortaya koymak ve yeryüzünün imaratına katkı sunan, tüm insanlık için bu dünya haritası üzerinde herkesin görebileceği bir noktayı belirgin bir şekilde albenisi olan cazip bir merkez haline getirmekten uzaklaşmıştır. Geçmiş dönemlerin bir sürü haline getirdiği nesillerin durumundan hiç ibret alınmamış olmalı ki, gelen her yönetici erg kendi ideolojik ve inanç temellerine dayanan bir eğitim anlayışını topluma dayatarak eğitimin kalitesini yükseltmeyi amaçlamıştır. Oysa ideolojik ve inanç bağına dayanan eğitim algısı ile eğitimin gelişim sürecindeki ilişki, sıfır ile rakamlar arasındaki çarpım ilişkisi gibidir. Hep yutar. Çünkü ideolojiler yutan elamandır. Eğitimin hiçbir aşamasında ideolojiler bir eğitim müfredatının içinde olamaz ve de olmamalıdır. İdeolojiler biçimlendirmek üzere varlar, oysa eğitimin kökeninde açığa çıkarma ve var olan bir parçanın fıtrat yazılımına göre nasıl çalışması ve işler hale gelmesinin gerekleri yerine getirilir ve insan bu uzuvları için fıtratta yazılı olan kullanım kılavuzunu doğru okuyarak hayata başlaması gereken noktadan başlar. Hayata böyle başlayan nesiller için yaygın örgün ve hayat boyu eğitim kavramlarının hiçbir ayrıcı yanı olmayacaktır. Çünkü insan bu yaşamı hayatın her noktasında yaşamasının bir insani duruş ve sorumluluk olduğunu idrak ederek sorumluluk bilinciyle hareket eder. Dolayısıyla bu özgür seçimlerinden dolayı da yapacağı her işten haz alarak mutluluk üzerine bir hayat kuracaktır.
Cumhuriyetten sonra belli bazı ideolojik yaklaşımlar eğitim müfredatlarının her kademesine konularak, yeni kurulan sisteme övgüler üzerine yazılan bir tarih kitabı olsa da derslerin ve eğitimin bütünlüğü dikkate alındığı zaman geldiğimiz noktadan baktığımızda o günkü eğitimin günümüzdeki eğitimin katkısından çok daha fazla, insan odaklı olduğu göze çarpmaktadır. Çünkü o günlerden gelen eğitimde insanın becerileri, yetenekleri ve başarılı olabileceği alanlar yaparak ve yaşayarak ortaya çıkmaktaydı. Ama günümüzde tamamıyla teorik ve insanın katılımı dikkate alınmadan bir olasılık üzerine şekillendiğini söylemek mümkündür. Böyle farklılıklar olsa da kısmi olarak, insan yetiştirme konusunda, insanı dikkate alarak insana yapacakları katkılarının olacağını söylemek çok zordur. Çünkü tamamıyla ideolojik bakışlar üzerinden biçimlenen bir eğitim anlayışı egemendir. MİLLÎ EĞİTİM dendiği zaman hemen herkesin zihninde beliren eğitim, doğrudan kendi ırksal geçmişimizi dikkate alan ve var olan sistemin şekillenmesindeki ideolojik düşünce birikimini yansıtan bir ifadedir. Bu tarz bir yaklaşımın MİLLİ EĞİTİM GİBİ, tüm nesillerimizin beynine kazınması, eğitime bakışta hastalıklı bir zihin yaratmış olmaktadır. Bu hastalıklı zihinlere her türlü ideolojik yaklaşımlar rahatlıkla kök salar ve her ideoloji kendisini benimseyen yeni nesiller oluşturur. Bu ideolojik yetişen nesillerden evrensel bakış ve insani değerlere göre yaşanacak bir hayat beklemek tam bir komedi olur. Onun için okullarımız ortak yaşam birliği kurmaktan uzak, geleceği dönüştürecek kolektif çalışmalara imza atacak ve dünyanın çehresini değiştirecek nitelikte beyin emekçilerini ortaya çıkaramayacaktır. En iyi yetiştireceği dimağ, duygusallığı ağır basan galeyana gelen, çok kolay proveka olan, sahip olduğu ve benimsediği ideolojinin fanatik taraftarı yıkıcı dökücü, kendisinden başkasının yaşam hakkı olduğuna kolay kolay inanmayan, ortak bir buluşma olacaksa mutlaka kendisine göre biçimlenmesini arzulayan ve doğrunun merkezinde sadece kendisi ve kendi ideolojisinin olduğuna inanan insanlar çoğalır. Yani bu tarz insanların yaşadığı ortamda hangi ideolojinin taraftarlarının sesi yüksek çıkıyorsa ona göre eğitim seviyesi çok yükselmiş hatta süper ligde oynamaktadır. Çünkü bu tarz yaklaşımların eğitimin seviyesinin yükselmesindeki temel kriterleri, kendisini benimseyen ve sindiren taraftarların kayıtsız şartsız inanmaya dayanan bir algıyla onları kabullenmiş olmasıdır. Bu anlattıklarım sizlere çok yabancı gelebilir ve kabullenmekte zorlanabilirsiniz, ancak kendimiz ve dayattığımız anlayışlarla şartsız yüzleşmek istediğimizde bunların bizleri ne kadar kötü karanlıklara taşıdığına hep birlikte şahit olacağız.
Eğiticilerini ideolojik bir kalıba sokmuş olan toplumlar ancak ideolojilerinin kendilerini taşıyabildiği yere kadar yolculuk yaparlar. Bu ideolojilerin gidebileceği yolun uzunluğu ise yönetenlerin iktidara ne kadar hükmedebildiği kadar olacaktır. Bu durum, ayrım gözetmeksizin tüm farklı ideolojik yaklaşımların hepsi için geçerlidir. Bu açıklamaları yapmamdaki amacım, ideolojik yaklaşımların nasıl bir eğitim anlayışı ile nesillerimizi gözü bağlı karanlığa taşıdıklarını gösterebilmektir.
Eğitimin referansları, tamamıyla insanın yaratılıştan gelen donatıları ve o donatıların doğru çalışması için ona yüklenen yazılımları bulup herhangi bir taraf gözetmeden ona uygun çalışarak ne kadar yol gidebileceğini ortaya koyabilmektir.
Yani eğitim biçimlendirme değil, toprağın altından çıkmak için mücadele eden bir tohumun üzerine düşen bir taşın baskısını onun üzerinden kaldırarak o tohumun rahat filizlenip tomurcuğa, çiçeğe ve meyveye döneceği ortamı ona sunmak gibidir. Eğitimde olması gereken özellik, destek ve suyun kendi yatağında akacağı ortamı sunmaktır. Suyun akışını engelleyen kanalda engelleyici unsurlar varsa bunları kanaldan dışarı çıkarmak ve suyun rahat akışına katkı sunarak ona destek olmaktır. Yani su akar yatağını bulur derken aslında eğitimdeki temel bakış açısı da burada anlatılmaktadır. Ancak biz eğitim dendiği zaman, kendimizi destekleyen ve bizim sunumlarımızı kayıtsız şartsız benimseyen taklitçi bir gelecek oluşturmayı anladık her zaman…Onun için de son dönemlerin en çok sesli dillendirilen konularının başında bu gençlik nereye gidiyor, nesillerimiz elimizden kayıp gitti; ne olacak bu işlerin sonu gibi tedirgin ve ürkek davranmamızın arkasındaki korkularımız gelmektedir. Bu korkular kendi ideolojik ve ne olduğu belirsiz temelsiz inanç sistemlerinin yok olması korkularına dayanmaktadır. Ama biz o gençliği kendi yörüngesi üzerinde Güneş sistemindeki gibi algılayarak o şekilde bir tavır geliştirseydik görecektik bu nesillerin nasıl bir gelecek tasavvuru ortaya koyduklarını ve koyacaklarını ama biz hem kendi dünyamızı daralttık hem de onların su akacak kanallarını işe yaramaz tüm molozlarla doldurduk ondan sonra sular neden akmıyor ya da neden o kanaldan gitmiyor da sular etrafa zarar veriyor diye avazımız çıktığı kadar bağırmaya başladık…Böylesi karanlık atmosferlerin üzerine yeni bir Güneşin doğmasını istiyorsak samimi olacağız bazıları güneşin çok parlak olmasından dolayı gözlerinin kamaşacağını anlatarak ortalığa veba salgınını yaymayacak, bazıları da bu güneşin ısısı böyle giderse bizi hepten yakıp kavuracak ve hepimiz bu sıcakta kuduz olacağız diye avazı çıktığı kadar bağırmayacak…Yani diyeceğim o ki, Önce adam olacağız yerleşik alışkanlıklarımızın bağımlılığından kurtulacağız ve sadece insan olarak yaşamak istiyoruz, bunun için bedel ne ise ödemeye hazırız diyerek ayağa kalkacağız ve ilk işimiz eğitim anlayışımızı sistemi yönetenlerin sürekli içine girerek istediği meyveyi koparıp istediğini söküp attığı bir bahçıvanın yetkisinde olan bahçe olmaktan çıkaracağız. Herkesin gelip oradaki güzelliklerle kendisini mutlu hissettiği albenisi yüksek bir cazibe merkezine dönüştüreceğiz. Bunun yolu Sistemi sahiplenen ve koruyan bilinç düzeyi düşük, korkak, yaratıcılıktan uzak, sadece kendisine verilenlerle geviş getiren bir neslin oluşumuna giden tüm kapıları şartsız kapamaktır; işte o zaman eğitim nasıl olacak diye sorulacak soruların hepsini gücümüz yettiğince izah etmek ve uygulanacak düzeyde ortaya koymak boynumuzun borcu olacaktır. Devam edecektir…
Erol KEKEÇ/03.03.2021/22.50
Bir doğa ve ağaç görseli olabilir


3 Mart 2021 Çarşamba

AMİPLERİN ONURLU YAŞAM ARAYIŞLARI(!)

 GECEYE BİR DİPNOT DÜŞÜYORUM!!!

Bu dünyayı parselleyen sistemlerin insaniyet adına sahiden yaptıklarını merak etmiyor değilim. Hatta bazen o kadar dalıyorum ki, iğneden ipliğe her şeyi merak ediyor ve bunların derinliklerine indiğim zaman öyle acınası tablolarla karşılaşıyorum ki bunları hangi istek ve şevkle paylaşayım diye de bazen nefesim daralmıyor değil…

Bizim gibi ülkelerde bunların en alalarına şahit olabiliyorsunuz…İktidar sevdalıları o makamlara gelmek için gariban insanlara vaat etmedikleri hiçbir şey kalmıyor, ama orayı işgal ettiklerinde de sanki onlarla hiç muhatap olmamışlar gibi davranmıyorlar mı, ben de o zaman dayanamayıp işte bu satırlarla kızgınlıklarımı attığımı sanıp içimdeki ateşi imha ederek kendi köşeme çekiliyorum…O köşeye çekilmeden önce hiç olmazsa bulduklarımı ve gördüklerimi insanların anlayacağı bir dille anlatayım da köşemde biraz dinleneyim istiyorum.
Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez diye özdeyişleşen bazı sözler var ki yaşadığımız ortam da, ilişkilerin ne kadar da çıkar ve menfaat temelleri üzerinde kurulmasının gerekli olduğunu anlatan… Yani tüm ilişkilerin temelinde neredeyse bu çıkar ve menfaat birliklerinin insanları birbirine yaklaştırdığına şahit olursunuz…Biri birini aradığında önce bir cilalama ve yağlama aşamasından sonra muhteşem kelimeler lügatten özenle seçilen sözcüklerle balon gibi şişirilir, ardından ayaklar yerden kesilipte şişen kişide tedirginlik ve korkular baş gösterdiğinde tüm istekler ve beklentiler sıralanır… Çünkü bu istekleri alabilmenin yolu böyle bir evrede ancak maya tutacağından bu koşulların oluşması için özel çabalar harcanır. Sonrasında ne olur dersiniz ne olmaz ki!
Bu tarz çıkar ilişkileri devlet yönetimi ile sivil sandığımız, aslında devletlerden beslenen asalak yaratıklar arasında olur. Bu asalak yaratıklar kendi başlarına bir iş kurup oranın zahmetine katlanarak bir ticareti asla hedeflemezler, çünkü onlar da arkalarında onları sürekli destekleyen bir güç olmayınca kilolarının kaça gideceğini çok iyi bilirler; onun için bu riskleri pek göze almazlar…Hatta dünya sıralamasında bizdeki risksiz para kazananlar dünya ilk sıralarda otururlar. Buna bir örnek vermek gerekirse, tüm dünya dikkate alındığı zaman devletten sürekli ihale alarak paralar kazanan bu varlıkların dünyadaki yeri, ilk onda bizim ülkeden tam beş yaratık bulunur, yani tüm kazançları devletin sırtından elde ettikleridir. İlk üç sırayı zaten kimseye vermiyoruz. Bu yaratıklar tüm dünyada devletten ihale alarak para kazanan asalaklar sıralamasında en çok kazananlar olarak dünya şampiyonluğunu da kimseye vermiyorlar. İşte bu şampiyonluğa bir övgü dizmesek olur mu diye, ben de bunların bazı maharetlerini anlatmayı bugün göze aldım…
Bunların devlete bir borcu olursa onlar için özel yasalar çıkarılır ve hemen o borçları hukuka uygun (!) olarak tertemiz edilir, bakarsınız bir hava alanında kazançları yani oturdukları yere gelen su miktarının debisi düşerse, devlet baba hemen el atar ve aman sen canını sıkma, ben hemen senin bu yıl için rahat rahat su taşıman için senden kanal ücreti almıyorum diyerek, bunları mutlu ve bahtiyar görmek ister. Neden mi? Meşhur özdeyişimiz var ya “kaz gelen yerden tavuk esirgenmez” diye! İşte bu çalışmaların temelinde bu veciz sözümüzün etkisinin olmadığını söylemek mümkün mü mümkün(!)çünkü her şey kuralına uygun yapılır biz de sanırız ki Allah’ın istediği gibi…Ne yazık ki kuralına uygunluktan kastın, yanlış yapanların yanlışlarından dolayı, ola ki başlarına bir şey gelebilir endişesiyle, tüm yolları kendi lehine çevirme hareketi olduğunu da bilmek gerekir.
İhaleleri bunların alabilmesi için sadece bunların özel bazı özelliklerinin de ihale şartnamelerine eklendiğini dipnotları karıştırırsanız bulursunuz. Neden bunlar neden bunlar diye insanlar yakınsa da bunlar bırakılıpta gariban çulsuzlara mı verilecek…Hiç mi aklınız çalışmıyor bu işlerin kanunu bu (!)
Devletleşmiş kurumlar da bu kurallara sıkı sıkıya bağlıdır. Özellikle bankalar bundan hiç taviz vermezler. Senin beyninin ürettiği projeler bir anlam taşımaz, âmâ getir götür işin varsa, sen baş tacı olursun, herkes önünde el pençe divan durur ve hatta sen hiç yorulma biz gelir orada imzanızı alırız diye önlerinde secdeye kapananlarını da bazen görürsünüz. İşte asalak olmanın neler kazandırdığına şahit olsanız da aman ha sakın asalak olmayın, kendi omurganızla kimseye eyvallah etmeden hayatınızı noktalayın…Hiçbir ömür yazılandan fazla değildir, hayatta onurunuzdan daha değerli değildir. Bunu bilerek yaşamak size mutluluk ve huzur kapılarını açar, kaybedeceklerinizin ancak sizden giden değerler olduğunu düşünerek yaşarsınız ve sahip olunanların ise değeri hiç olmayanlara bir değer katması için onların yanında olduğunu anlarsınız. Bu da sizleri asil bir insan kılar sonrasında asil insanlardan oluşan asil bir toplumun temelleri atılır ve böylece dalga dalga yayılarak tüm güç sandıklarınızın hiçbir güce sahip olmadıklarını görürsünüz…Yani anlayacağımız o ki, birileri kahramanlaştırılarak insanüstü özelliklerinin olduğu ve hangi taşı kaldırırsanız altından çıkıyor her olumsuzlukta da bir izi varsa biliniz ki, bunların tamamı bizim sırtımızda taşıdığımız sistemlerin kanlarını emerek asalak yaşayan yaratıklar sınıfıdır. Bu yaratıklar karşısında herkesten daha güçlü olan, kendisi olduğundan kendisinden kaynaklanan onuruyla varlık sahnesinde yer alan garibanlar, kendisi olmadıklarından bir değeri olmayan bu varlıkların asalak yaşamlarıyla elde ettiği kazanımlarıyla elde ettikleri değerleri karşısında asla ezilmemeleri gerekir. Çünkü onların bir değeri yoktur, nesneler onlara değer katıyor; oysa sen bir süjesin değerin de süje olmandan kaynaklanıyor.
Bu süreci daha fazla anlatarak sizlerin yatışmış olan haleti ruhiyenizi kaşıma derdinde değilim aslında…Ama bunları bilerek yaşamakta fayda vardır, diyeceğim o dur ki, insani olmayan hangi sistem ve anlayış hangi inanca ait olduğunu söylerse söylesin ezilenler ezilmeye mahkûm, asalaklar daha bir semirerek yaşamlarını sürdürecektir. Bu durumu Allah ondan razı olsun Hoca Nasreddin o kadar güzel özümsemiş ki şu fıkrasıyla bizlere ne güzel ders bıraktığı da orta da tabi bizler anlarsak gerekli tavrı da ona göre belirleriz…
Ramazan ayı içinde insanlar Nasreddin Hocanın yanına doluşurlar, “Hocam Allah aşkına söyle sen bu sene fitreni kime vereceksin derler…Hoca şöyle bir etrafa bakar ve düşünür ardından der ki bu fakirlere ben fitre veremem der. Olur mu hocam fakire vermeyeceksin de kime vereceksin derler. Hoca, ben köyün en zenginini bulup ona vereceğim der. Cemaat hocam siz şaşırdınız mı zengine fitre mi verilir dediklerinde, hoca onlara ders verecek sözü söyler, ben Allah’ın kanununa asla karşı çıkmam, o ne yapıyorsa ben de onu yaparım, bakın etrafınıza hiçbir fakire Allah mal mülk vermiş mi, hepsini zengine vermiş, ben de onun yaptığını yaparım der…”
Hoca bu kısa konuşmasıyla insanlara olağanüstü bir ders verir tabi ki anlayanlara…İnşallah bizim bu yazımız da çok az da olsa düşünmek isteyenlerde bir kan dolaşımı başlatır ve bir sirkülasyon yaşatır…Hayat çok kısa, hesap çok çetin, herkesin o günleri hesaba katarak yaşamasında fayda olacağını ümit ediyorum…Selam ve muhabbetlerimle herkesi huzur ve mutluluk deryasında çıkarsız bir iletişim kurmaya davet ediyorum geceniz hayır olsun!
Erol KEKEÇ/02.03.2021/22.10

2 Mart 2021 Salı

HER GELEN ANAYSAYLA GİTTİ(!)

 Hukuk toplumsal yaşamın olmazsa olmaz omurgasıdır. Bu omurgayı hiçe sayarak toplumsal yaşamı devam ettirme arzusu, bu arzuda olanların gizli emel ve beklentilerini de karşılamaktan uzaktır. Çünkü Hukuk arzusunda olanlar öncelikle, doğru ya da yanlış uygulamada olan kuralları herkesten daha çok içlerine sindirmedikleri sürece yeni arayışları sadece insanların zamanlarını alarak onları biraz daha oyalamanın ötesinde bir taktik olmayacağı muhakkaktır.

Yıl 1994 yerel seçimlerin yapıldığı dönem, seçim sonuçları açıklanırken Gaziantep  seçim kurulunda oylar sayılıpta,resmi olmayan sonuçlara göre durum ortaya çıkıp, Kahraman Emmioğlunun başkan olduğu anlaşılınca, refah partisine mensup tüm arkadaşlar davul ve zurnalarla o mekanı terk ettiler seçim kazanma sarhoşluğuyla…Ancak o süreç henüz kapanmamıştı, dönemin Adalet bakanı Mehmet Moğultay’dı sanıyorum, o gece vakti Gaziantep’e damladı ve ilçe seçim kurulundaki hakimler ve savcıları tehditle seçimin dönderilmesini istemişti ve de yeni sayım yapıldı sabaha karşı çok az bir farkla 500 gibiydi yanlış hatırlamıyorsam, Celal Doğan yeniden başkan seçildi. Bunun üzerine orayı terk etmemiş olan ülkücüler ortalığı birbirine kattı ve ciddi bir kavga oldu. Oysa Refah Partisi taraftarları ve görevlileri zafer sarhoşluğuyla davullu zurnalı halaylardan sonra gece uykusuna dalmışlardı…Sabah piyasaya çıktıklarında baktılar ki, Yeniden Celal Doğan başkan, kendilerini yırttılar ama sonuç değişmedi…

O gün Hukukun tarumar olduğunu gücü elinde bulunduranın kendi çıkarlarını korumak için hukuk dedikleri kuralları hiçe saydıklarını döne döne anlatarak zulmü telin etmiştik. Ancak aynı durum kendi tanıdığımız ve aynı düşüncede olduğumuzu sandığımız kişi grup ve partiler tarafından yapılmaya başlanınca bunları saklamak hatta koruyarak kimsenin duymaması için elimizden geleni yaptıktan sonra yeni bir de isim bulduk, kol kırılır yen içinde kalır diye…

Geçen zaman sürecinde geçmişteki olumsuzlukları ve hukuksuzlukları telin ettik, hatta onlarla alakalı destanlar yazmayı bile göze alıp meddahlara bu destanları belli günlerde okumasını bir ibadet aşkıyla yapması için uygun zeminler ve ortamlar oluşturduk…

Neden böyle olmasını istiyorduk çünkü o hukuksuzluklar bizlerin karşı olduğu düşüncelerini hiç tasvip etmediğimiz, din düşmanı dediklerimiz tarafından yapılıyordu onun için onları, ülkenin her yolu üzerine kamu spotları gibi göstermemiz bir farz hükmündeydi ve öyle de yaptık…

Belki doğru bir iş yapıyorduk veyahutta doğruların ortaya çıkması için bunlar gerekliydi ne bileyim öyle inanmıştık…Ancak şu anlayışa asla inanmamıştık,bizm dışımızda bizim düşünce ve inancımızı paylaşmayanların da doğruları olabilir ve o doğrunun yanında bir sütun gibi devrilmeden kıyam edeceklerini hiç aklımıza getirmemiştik…Rachel-Coley gibi bir İnsanın Filistinlilerin haklı davaları için kendisini tankların altına atarak şehit olduğu güne kadar…Öyle olsa da o günün için belki bizlerde bir düşünme alarmı başlattı gibi göründü ancak geldiğimiz noktadan baktığımızda sadece kendi çıkar ve menfaatlerini bayraklaştıran ve onun dışında başkalarının meşru olamayacağını düşünen oportünist ve Kapitalizmin kölesi olmuş yaşamlar ortaya çıktı. Bu yaşamlar da hukuka bakarken objektif herkes için insani bir yaşamın gerekliliği olarak hukukun gerekli anlayışından hareket etmedi…Hukuk sadece belli kişi ve lobileri zenginleştirmek için çıkarılan kurallar veya var olan statükonun yanlış ve doğrusunu sorgulamadan onun varlığını her ortamda daim kılabilmek için oluşturulan duvarların hukuk adamlarıyla meşruluğunu oluşturmak olarak anlaşıldı.

Hatta bu uygulamaların yanlış olup olmadığını insanların sorgulamasına fırsat tanımadan hemen geçmiş uygulamaların olumsuzlukları anlatılarak bu tarz anlayışlar servis edilerek kök salsın istendi. Aslında bu durumlar rastgele ve sıradan bir anlayış olmanın ötesinde, ciddi bir algı yönetiminin planlı ve programlı olarak hayata uygulanarak kendisine sağlam zeminler oluşturma sürecinin rahat bir şekilde kökleşmesiydi. Neden böyle söylediğimi ve iddia ettiğimi merak edenler olabilir ve sorgulayabilir tabi ki, sorgulanmazsa zaten biz doğruya ulaşamayız. Nice kuralların çıkarılma süreci ile uygulama aşaması orasında kimlere hizmet ettiğini ve ne amaçlı olduğuna yakinen şahit olmuş ve konular hakkında çok iddia eleştiri ve kritikler yaparak hakikate endekslenmemiş yaşamların hepsinin kendi kendisini yiyerek yaşamını noktalamak için  gün sayacaklarını anlatmıştım ve onda da hala iddialıyım…Son dönemlerde Boğaziçi Üniversitesine rektör atamasıyla ilgili herkes bir yorum yaparak aydın geçinenler de ortalığı biraz daha karartmak için yaşa padişahım sen çok yaşa davullarını çalmanın ötesinde bir söz edemediği gibi, Üniversitenin geçmiş tarihi ile ilişki kurularak oranın nasıl olduğu ve bunun, aslında orayı o şekilde devam ettirmek isteyen dış güçlerin etkisiyle elde tutmak için bir çırpınış olduğu anlatıldı durdu. Yani anlayacağımız aynı saz ekibi, solistler ve vokalistler hiç değişmeden farklı ortamlarda aynı müzik dillendirildi anlaşılmayan dilde ıslıklar çalınarak insanların beyni hep cimaklanmak istendi. Sahiden bu yapılan uygulamaların haklı gerekçesi olabilir miydi, yani devlet kendi halkı ile karşı karşıya gelerek inatlaşma gibi bir lükse sahip olabilir miydi, bunu kimse ne görmek istedi ne de bu konuda bir çift söyleyecek sözü oldu…Herkes ötekilere(!) bir söz söyleme ve küfürlerin havada uçuştuğu yarışta acaba ringde ipi göğüsleyebilir miyiz diye canhıraş şekilde koşturmaca içinde oldu…

Ancak rektörlük atamalarında belli kurallar gelenek olarak da olsa hala devam ediyordu…Bu kurallar benim isteğime uygun olmadığı için hemen bir hülle yaparak değiştiriyordum ve arkasından atamaları hızlı bir şekilde yaparak derin bir nefes alıp arkasından kuralların eski haline dönmesinde sakınca olmadığını düşünerek, tekrar kaldığımız yerden raydan çıkmış treni aynı raylarda yolculuk yapması için zorluyordum; peki bu mümkün olabilir miydi dersin? Neden olmasın ki çıkardık ama tekrar raya koyduk ne var bunda diyecek kadar da pişkin davranmakta bir sakınca görmüyorduk…Hukukçular atamak için, Hukukçular hep Fetocu çıktı onların yerine acilen Hakim ve savcılar atamalıyız diye iki ayağımızı bir pabuca koyarak, belli bir süre avukatlık yapmış olanları il ilçe ve mahalle teşkilatlarının öngörüleri doğrultusunda görevlendirdik, oysa bunların bazıları babasının dükkanını işletmekten aciz iken insanların sorunlarını çözmek için birer hukuk adamı olup çıktılar… Ancak ÖSYM’nin yaptığı yazılı sınavlarda 100 tam puan alanlar ve ilk yüze girenler mülakat denen ötekileştirme tekniğin kıskacından geçemedikleri için hep boşta kaldılar. Çünkü bizim yaptıklarımız bir erdemdi(!) Biz yapıyorduk yanlışta olsa biz yapıyorsak mutlaka anlamlı ve mantıki bir yönü vardı, bir sorun bakalım biz neden ilk yüze girenleri almadık onları mülakatta eleyerek neredeyse hiç puan alamamışları hukukçu yaptık…(!) Çünkü siz bizim bildiklerimizi bilmiyorsunuz bunlar devlet sırrı onlarda her yerde konuşulmaz bir gün anlayacaksınız dedik ve herkesin sesini kesmesine neden olduk. Hayır ben bunları anlamak istiyorum hukuk böyle olmamalı diyenleri de, elimizde hazır bekleyen terör ölçer olduğu için hemen kalp atışlarını kontrol ederek vatan hainliği damgası ile oldu yere oturtturduk…Bak bir daha bu sözleri sarf edersen sana bir Antep karası çalarım ki, “ne Alleben’in suyu ne de Arap’ın sabunu seni temizleyemez” diyerek beş kuruş etmeyenlerin kucağına bunları attık onlarda zaten görevleri belli olduğunda o aldı diğerine diğeri aldı o tekine bu insanların itibarını beş kuruşa satarak onları da imha ettik, sonuç kendi varlığımızın arkasındaki gizemli gücü korumak ve insanların gözünde hala efsanevi bir yanımızın olduğuna herkesi inandırmak için()!

Hatta öyle hallere girdik ki, bir anda sıradan bir Cumhuriyet savcısını başsavcı ardından Yargıtay ardından Anayasa Mahkemesi üyeliğine bir paraşütle atadık, ama kurallarda olan ve onların bu alanlarda yapmaları gereken mesleki yeterliliğine ve liyakatine hiç bakmadık, yani yarın benimle ilgili dediğimi yapar mı yapmaz mı diye bir değerlendirme kriterine göre tüm bunları yaptık, ama abana sorarsanız aslında hepsini sizin için yaptık…(!)

Hukuk dediğiniz ne ki, istediğiniz zaman alaşağı edilebilmeli, Mesela başörtüsü problemi çözüldü diyerek herkesin de rahatlıkla sindirildiği bir konuya da kısaca değinelim. İnsanların giyim kuşamları inançları yaşam alanları Anayasal güvenceyle bir devlette garanti altına alınır ve kimseye anayasal haklarından dolayı da ayrımcılık yapılmaz. Bu haklar güvence altına alınmış olsaydı hangi iktidar gelirse gelsin insanların bu haklarını çiğneme hakkı asla olamazdı. Ancak Bu dönemde böyle bir hukuki hak oluşturulmadı ve sadece yönetmeliklerle kurumlarda insanların bu eğilimlerinin sınırlandırılmaması ve rahat hareket etmeleri sağlandı ve insanlar da keyfinden horon tepmeye başladı…Peki bunu soruyorum şimdi, bu yasalar insanları koruyucu olmadığından yarın iktidar değişse bu yönetmelikleri kaldırsa insanların kılık kıyafeti yeniden sorun olmaya başlayacak…O halde neden bu insanlar bu sorunu kalıcı olarak ortadan kaldırmamış olabilirler bu kimin işine yarar, tabi ki bu değerler üzerinden seçim kazananlar, yarın yine ellerinde kullanacak bir seçim malzemesini kucaklarında bulacaklar bu da her dönemde kullanılacak değeri düşmeyen bir akçe olacak…İşte Hukuka bakışlar böyle çıkarları koruma adına olursa, hangi hukuku getirirseniz getiriniz hangi anayasayı değiştirirseniz değiştiriniz yaşanacak durum bunlardan daha iyi olmayacağına tüm kalbimle imza atarım…

18 yıl iktidarda kalmış olan ve istediği işleri yapabilecek meclis çoğunluğuna sahip olan bir iktidar her yönüyle kan kaybederken, ekonominin dibe indiği, toplumsal yaşamın kutuplaşarak herkesin birbirini kemirmek istediği, aile gençlik gibi toplumsal değerlerimizin taşıyıcısı olan bu özelliklerimizin imha olduğu,1+1  ya da 1+0 dairelerin bizzat devletin kendi kurumları eliyle yaygın hale getirilerek toplumda sınırsız ve kuralsız cinsel yaşamları teşvik ettiği ve o alanda zirve yaptığı hatta jübile yapmayı hiç düşünmediği, Aile mahkemelerinin boşanma davalarına bakmakta yetersiz kaldığı,devletin vatandaştan toplayarak elde ettiği gelirleri har vurup harman savurduğu, itibarda tasarrufun asla olmayacağı bir anlayışın övünülecek bir malzemeye dönüştüğü, devletin imkanlarını her türlü kullananlar ile kullanamayanlar arasında patlamaya hazır bir toplumsal çatışmanın her an alevlenmek için bir kıvılcım beklediği zamana gelmiş bir iktidar, anayasa değişikliğinden bahsediyorsa, bunun lügatlerde bir tanımı yapılamaz. Ben şahsen kendi adıma söylüyorum Tüm seçimlerde gözünü kırpmadan desteklediğim bir anlayışın gözümün içine baka baka hala beni ve değerlerimi ne hale getirdiğini sorgulama durumuna getirir beni…

Devlette Şahıslar ön plana çıkıyor ve onlar olmadan olmayacağız deniyorsa o zaman olsanız ne olur olmasanız ne olur demek içimden gelmiyor değil…Oysa devleti yaşatan ve devam ettiren Hukuktur. Hukuk öyle olmalı ki hangi inanıştan anlayıştan ve ideolojiden gelirse gelsin insanlar kendileri için faydalı olan bu hukukun uygulanacağına inanmış olması gerekir. Hukuk hiyerarşik mekanizmanın hareketini sağlamalı, bireyler sadece o kuralların aksamaması için manuel işler yapanlar olmalıdırlar. Oysa bizde kurallar anlamsız kişiler anlamlı bu da her dönemde herkesin çıkarlarını koruyan birileri gelir ve bunlar da sürekli el değiştirir…

Aydınlar, yeni bir algı yaratmak istiyorlarsa öncelikle feodalite mantıklarından kurtulmalı, kişileri değil, sistemi ve sistemin faydalarını öne çıkarmalı, bu sistemde insanları yaşatmak ve onları huzurlu ve mutlu etmek için çabalamalıdır. Sözleşmeye dayanan ve bu sözleşme maddelerinin herkesi bağlayacağı, evrensel insani değerleri dikkate alan bir sistem kurulmalı…Bu sistem içinde kimsenin ne bir ayrıcalığı ne aşağılanacak bir tarafı olmayacaktır. Özgürlük esas alınacak ve adalet yönetimin omurgasını oluşturacaktır. Kuralları, belli bir siyasi tarafın adamları değil, toplumun her kesimi oluşturacaktır. En çok sahiplendiğimiz bu iktidar döneminde herkesi kuşatan bir tane bana insani yasa gösterin hakikaten ayakta alkışlayacağım…Bakarsanız hep torbalarla yasalar çıkıyor, neden çünkü içine başkalarının istemediklerini de atıyorsunuz zaten okuyan yok herkes orada niçin bulunduğunu biliyor orada bulunma sebebinin dışında bu nedir diye soran olursa onlar da bir elin parmaklarını geçmiyor sahiden nasıl bir yasa olsun istersiniz…

Kendi sahiplendiklerinin hatalarına hata diyemeyenler, başkalarının hatalarını anlatırken aslında mangal kömürü gibi içerden yanarak dumanların dışarıya çıkamadığı için, çok yakında ağaç sandığımız o çatılan odunların bir kömür yığını haline geldiğine hep birlikte şahit olurlar.

 O halde yapmamız gereken hakkın ve doğrunun şahidi olarak herkes için hukuk, herkes için yaşam, herkes için Adalet, herkes kendi değerlerine göre yaşamalı ve kimse kimsenin hakkına tecavüz etmeden kurallar karşısında başına ne geleceğini bilerek kuralların yaptırımının ciddiyetini bilerek yaşayacağı ortama yolculuk yapmalıdır. Diğer yolculukların tümü raydan çıkmış trenin hangi tünelde kalacağını bekleyedursunlar…

Çıkar iskelesinde vapur bekleyenler için hangi vapurun geldiğinin önemi yoktur. Önemli olan o iskeleye kimin geldiğidir. Oysa biz hangi vapura niçin ve ne amaçla bindiğimizi bilerek hareket etmek zorundayız…Aydın aydınlatır, karşılığı kalemdardır. Yani üzerine yemin edilen bir kalem olarak kalemi kullanır. Oysa çıkar iskelesinde hangi vapurun geldiğinin önemi yoktur diyenler birer kalemşordur…Kalemşorlar kalemlerinden ancak şer akıtarak hakkı daha bir örterler. Hangi tarafın kalemşoru olursa olsunlar fark etmez hepsi kalemlerinden şer akıtır…

Kalemlerinden sadece Hakkın ve adaletin şahitliğini anlatan ve üzerine yemin edilen kalemlerden olmamız dileğiyle Rabbim yar ve yardımcımız olsun, herkesi gönülden selamlıyorum, merhametle saygı ve selamları gönderiyorum…

EROL KEKEÇ/02.03.2021


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!