Bu Blogda Ara

15 Haziran 2008 Pazar

KORKAKLARLA OLMAZ İŞİMİZ

      

  Böcekler bir öküzün üstünde bir araya gelirlerse, birkaç adımdan fazla uçamazlar; fakat hızlı bir ata yapışmışlarsa sırf yapıştıkları şeyin üstünlüğünden dolayı rüzgârla yarışır ve Güneşe doğru koşarlar. Canlılar âleminde insanda da durum böyledir.
İnsan nerde ne amaçla bulunduğunu bilmelidir. Amaçları çok yüce olan insanlar mevzilenme şeklini iyi oluşturamazlarsa, hedefledikleri amaçlarına bir türlü varamazlar. Kürenin nimetlerinden yararlanan bu insanların anlayış algılayış ve kavrayış farklılıkları da gün geçtikçe daha bir artmaktadır. İşte bu çeşitlilikler ortamında insanın olmak istediği yeri belirlerken çok dikkatli olması gerekir. Her şeyi ince eleyip sık dokumalı, on eleyip bir yapmalıdır. Yoksa bir öküzün sırtına yapışan böcekten farksız olur hayatı. Öküzlerin manevra gücü ve görüş menzili nedir ki, sırtına yapışıp ondan yararlanmayı uman böceği götürebileceği alanda çok uzaklarda olsun…
            Cüssesi çok küçük ya da büyük olsun fark etmez, ancak hayalleri ve idealleri çok büyük olan insanlar, o hedeflerini yakalamak için iyi mevzilenmeleri gerekir. Yoksa mevzilendikleri yerde silah geriye tepip kendilerini vurabilir. Böylesi bir intihara neden kalkışmalı ozaman, intiharlardan uzak ruhu dar kalıplardan gökyüzüne taşıyacak kadar geniş bir atmosferde, bir turnanın kanatlarının üzerinde ya da bir atın sırtında rüzgâra karşı yarışmak varken…
Sonsuz uzay boşluğunda olunmazlıklara göz dikip, onları reel hayata aktarmayı hedefleyenler kulaklarını gözlerini ve kalplerini iyi açsınlar! Bunları her yerde söylemeyeceğim, fırsat treni kaçtıktan sonra yaya kalabilirsiniz. O halde söyleyeceklerim hayatınıza bir değişim ve dönüşümü taşımalı aksi takdirde tek hücreli amipsel yaratıklardan farkınız kalmayacaktır. Amipler bir başka canlının sırtında hayat boyu yaşamaya alışmıştır, manevra kabiliyeti yoktur. Bulunduğu yere sünger gibi yapışır, yapıştığı canlı neredeyse o da oradadır. Ama hedefi olan insan bir amip gibi yaşamaktan nefret eder, çünkü o tırnaklarıyla Güneşten ışık çalmak, yüreğiyle rüzgârdan hız almak için çıkar yollara. Parmak değil onların varmak istedikleri nokta, hedefleri konaklamak parmağın gösterdiği yıldızlarda… Durum böyle olunca, yakışmaz manevradan yoksun ve görüş menzili olmayan öküzün sırtında konaklamak onlara…
         Dörtnala giden atlar var tökezlemeden, vahşi tabiatta esen rüzgâra karşı özgürce koşan Atların sırtında ya da rüzgârı yararak açtığı yolda gidilirse korkmadan, okyanuslar selamlar insanı karşıdan. Okyanuslarun o haşin dalgalarına göğüs gerilirse aldırmadan, yüzmeyi öğrenir onlardan insan. Zaten insanın derin sularda boğulmamasının yolu da dalgalara karşı kulaç atmasında yatar. Yüzmeyi öğrenmek istiyorsanız, dalgalardan yoksun, mandaların sıcakta serinlemek için girdikleri bataklık sulardan çıkıp, görüş menzili olmayan manevradan yoksun öküzlerin sırtından inip, vahşi tabiatta rüzgâra karşı korkusuzca özgürce dörtnala giden atın açtığı yollarda bir yürek olmalısınız. Ancak o zaman rahatça yüzebilecek bir okyanusa varacaksınız.
Okyanusa varan sizlerin parolası, arkamızda düşman önümüzde deniz, geriye dönmeyi zilletten biliriz ya oluruz ya ölürüz diyerek yürümek olmalıdır. Zaten yaşamak için ölmeyi bilmek gerekir. Ölmeyi bilmeyenler, her an ölecek gibi korkak ve ürkek yaşarlar. Korkaklarla olmaz işimiz, biz ölmeyi bilenlerle ancak yola çıkarız!
(E.KEKEÇ)
Kadıköy/İST

13 Haziran 2008 Cuma

TECRÜBELER PAYLAŞILMAK İÇİN

Yaşadığım hayattan öğrendiğim şu üç önemli hakikati, hayatımın temel felsefesi kılmaya karar verdim. Bu felsefi temellere oturan hayatların, çok isabetli yaşayacakları kanısındayım. Birinci hakikat, yapılacak şeyler çok olduğu zaman korkmayacaksın, ikincisi, yapılacak hiçbir şey olmadığı zaman aceleci olmayacaksın, üçüncüsü ise, doğru ve yanlış üzerine düşüncelerinden, insanlara söz etmeyeceksin.
Yaşanmamış düşüncelerden yola çıkan bizler, şiddetli çatışmaları yaşadıktan sonra, yaşamdan edindiğimiz tecrübelerle, hayatımızı devam ettirmeye karar verdik. Bu kararımızdaki olumlu yönleri başkalarıyla da paylaşmak için, sadece biraz sesli düşünüyoruz hepsi o kadar.
Yapılacak işler çoğaldıkça insanın azmi ve kararlılığı da artmalıdır. Ne kadar çok sorumluluk olursa, o kadar cesaret ve uyanıklık olmalı ve hatta daha da ileriye gitmelidir. Yapılacak şeyler çoğaldığı zaman, bunları yapmak için en az şu kadar zaman, şu kadar da insan olmalı ki, bunun altından kalkabilesin diye düşünenler, eyleme geçmediklerinden hiçbir şey yapamazlar. Oysa bir ucundan tutmak gerekir deyip ayağa kalktığında, o büyük işleri düzenler ve birde bakarsın korktuğu işin sonucuna varmak üzeredir. Gözde büyüterek korku nöbetlerini yaşayanlar öze inemezler. Her işin özüne inebilmek için tüm korkuları yenmek gerekir. Çünkü cevizin kabuğunu kırıp, cevizin özüne inmeyenler cevizin tamamını kabuk zanneder; ancak cevizin kabuğunu kırdığında, cevizin özüne iner ve korku dolu efsaneyide böylece yener. Efsaneler ve sihirli tabular korkunun yoldaşı, cesaretin düşmanıdır. Cesaretin olduğu yerde, tüm sihirli tabular Güneşin görünmesiyle eriyen buz dağları gibi teker teker eriyecek ve bir daha da kimseye büyüklüğünü yutturamayacaktır. Hayat, zorluk duvarına balyoz sallamaktan korkmayan insanların cesaretiyle yeniden düzene girecek ve insana içinde patlamamış çok önemli yanardağların olduğunu da öğretecektir.
Yapılacak işler çoğaldığı zaman, insan kurtuluş ümidi olarak, bahane bulmalara sarılırda, tüm başarısızlıklarının ardında mutlaka bunların varlığına inanmaya başlarsa, orada başarı merdivenlerinin tüm basamakları sökülecektir. Basamaksız bir merdivende, insanın atlayışları, hedefe varmada ne kadar isabetli olabilir. O halde bizim edindiğimiz bu tecrübeler insanlara birer örnek olmalıdır. Kocaman dağlar küçücük kum taneciklerinden oluştular, onları parçalayarak sonuca gitmek için, korkuyu yenmek ve daima taarruzda olmak hayatın ilk hedefi olmalıdır.
Yapılacak hiçbir şey olmadığında endişe ve kaygılardan kurtulmak gerek; aceleyle giyilen bir ayakkabı bile ters giyilebilir. Acelecilik, sağlıklı, istikrarlı ve isabetli kararlar almanın en büyük düşmanıdır. Seri ve hızlı olmakla acelecilik birbirinden ayrılmalıdır. Acelecilik, ne oldu, ne olacak, çok geç, bir an önce vs.gibi çırpınışlarla başlayan bir devinimdir. Bunların motivasyonuyla başlayan bir eylem, kesinlikle birçok yapılacak doğru işlerin temeline dinamit kor. Hayatın anlamsız, boş uyarıcıların isteği doğrultusunda dinamitlenmesini istemiyorsak, mutalaka sabır mekanizmasının denetimi altında, her eylemi ince eleyip sık dokuduktan sonra tabii gelişimine fırsat tanımalıyız. Yoksa çok kötü bir sonla karşılaşabiliriz. Bu durum, ansızın bastıran bir kışla, köylülerin olgunlaşmamış ham meyveleri koparıp evde bekleterek olgunlaştırırz, yoksa soğuktan donacaklar, başka yapacak şeyimiz yoktur deyipte, tüm meyveleri toplayıp çürütmesi gibidir. Evet, acelecilik hiçbir işte, yöntem olarak kullanılmamalıdır. Acelecilik sadece düzeni bozmaktan başka bir işe yaramaz. F.Bacon’un deyimiyle, düzgün doğru yolda giden bir topal yoldan çıkmış hızlı bir koşucuyu daima geçer. Acelecilik yoldan çıkmış bir koşucunun yürüyüşünden farksızdır. Hedefe varmayı bırak, ilerledikçe hedeften uzaklaşacaktır. Aceleyle başlayan bir düşünce eyleme dönüştüğü zaman dönüşü olmayan bir yola girilmiş olur. Dönüşü olmayan bir yolda yürümektense, sabır ve metanetle bekleyip isabetli kararlar verip, doğru adımlar atmak her zaman en iyisidir. Gecikilmişte olsa, isabetli adımlar atmayı, aceleciliğe her zaman tercih ederiz. Bu yaşadığımız hayatın bizlere bir armağanıdır.
Doğru ve yanlış üzerinde de hiç konuşmayacaksın, bu bizim temel dokumuza ters olsada, yaşadığımız hayattan öğrendiğimiz üçüncü hakikat oldu. Yanlışı görüp, ona müdahale etmeyen bir insan düşünemiyoruz. Ancak insani değerleri ihtiva eden tüm değerlerin parçalandığı bir çağda buna müdahale etmeyi bir ahmaklık olarak görmekteyiz. Yani bu açıklamayı yaparken, iç çelişkileri yaşadığımızı da rahatlıkla söylemem gerek. İnsanca yaşamaktan kastımız, doğruluk, dürüstlük, ahlaklılık, kendini bilmek saygılı olmak, eleştiriyi hoşgörüyle karşılamak gibi değerlerin yaşanmasını vurgulamaktayız. Bu değerlerin içinin boşaltıldığı, ancak kavram olarak herkesin bunların arkasına sığındığı bir ortamda, dönek ve çok kişilikli insanlar çoğunlukta olduğundan, fazla enayi yerine konmayı düşünmediğimiz için böyle bir felsefeyi benimsedik. Bu felsefe, bizim isabetli kararlar almamız ve dönek insanların sermayelerini bitirmek açısından önemlidir.
Evet, çok zor olan bir kararı aldık, gözlemci ve tahlilci yönümüzü yaşatarak, doğru ve yanlış konusunda, yargıda bulunmadan herkese aynı bakıp, bildiğimizi kendi dünyamızda yaşayacağız. Doğrulara layık bir insanlık türediğinde o zaman paylaşım kapılarını açacağız. İdealist insanların mutlaka bir yanda olduğunu biliyoruz. Bu yanda doğrular yanıdır. Ancak orta yolcu, ne şiş ne kebab mantığıyla yaşanılan bir dünyada, insanın düşüncelerini açıklamadan yaşaması gerektiğini savunuyoruz. Düşünceler sesli ifade edilirse, mantıklar ve kararlar zaman zaman dış etkilerin tesiri altında kalıp isabetli davranmayabilir. Onun için bizler sessiz düşünüp doğrular ortaya çıkıncaya kadar, yaşam serüveninin böyle tamamlanmasını öneriyoruz. Bu hakikatler bizim açımızdan bir değer taşımaktadır, umarız insanlarda yaşamlarında bu değerlere önem vererek mantıklı hareket ederler.
Yıl:02.04.2004
Saat:09.10—10.50 Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E. KEKEÇ)

12 Haziran 2008 Perşembe

YARGININ GÖREVİ SORUN ÜRETMEK Mİ?

11.06.2008
Ahmet KEKEÇ - STAR
Her şeye muhalefet edenler (AB’ye, demokratikleşmeye, uzlaşmaya, özgürlüklere, hukuk devletine, serbest piyasa ekonomisine, köprüye, baraja, otoyola, limana, her şeye...) Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde TBMM’ye kontenjan tanınmasına da muhalefet ediyorlar.
Ne beklenirdi ki?
İdeolojik asabiyetle kalkışan Ahmet Necdet Sezer, ‘Solda Katılım Partisi’ Genel Başkanı Serruh Kaleli’yi ‘üye’ olarak atayabiliyor, ama ‘irade-i milliye’nin tecelli ettiği kurum olan TBMM ‘çeyrek üye’ bile atayamıyor.
Dikkatinizi çekerim; kurtuluş savaşını gerçekleştiren, Cumhuriyet’i kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçen Meclis’ten söz ediyorum.
TBMM’ye kontenjan tanınmasına karşı çıkanlar (CHP ve bürokratik elit), Anayasa Mahkemesi’nin ‘bağımsız’ bir kuruluş olduğunu, birincil karakteri bağımsızlık olan kuruluşlara siyaset(çi) müdahalesinin yargıyı, özelde Anayasa Mahkemesi’ni siyasallaştıracağını öne sürüyorlardı.
Görünüşte doğru ve haklı bir gerekçe...
Bakalım öyle mi?
Anayasa yargısı organları, ‘mahkeme’ biçiminde örgütlenmişlerdir ama, bildiğimiz anlamda mahkeme değillerdir. Bu kurumlar, devlet tahakkümünü sınırlamanın meşru araçlarıdır; yani kazanılmış hakları ve hukuk devleti güvencelerini devletin (ve kimi zaman çoğunluk iktidarının) muhtemel tecavüzlerinden korurlar; korumaları gerekir.
Demek ki, Anayasa Mahkemesi, yapısı ve işlevi gereği basbayağı ‘politik’ bir
kurummuş.
Peki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının ‘hukuk devleti güvenceleri’ karşısındaki pozisyonu nedir?
Tartışmamız gereken asıl konu bu bence.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, bizdeki gibi, olağanüstü yetkilerle donatılmış ve kafasına göre kural ihdas eden yargı kurumlarına rastlayamazsınız.
Nerden bakarsanız bakın, karşımızda, kuruluşuyla, varlığıyla, kimilerine göre aldığı stratejik ve politik kararlarla (parti kapatma davalarını, 367’yi, anayasa değişikliğinin esastan görüşülmesini buna örnek gösterebiliriz) spekülatif ve bazen de ‘sorun üreten’ bir kurum var.
Mustafa Erdoğan hocamın da belirttiği gibi, Türkiye’de hukuk fikri/nosyonu yeterli olmadığı, hukukun ‘haklarla olan bağlantısı unutulduğu ya da yok sayıldığı için, Anayasa Mahkemesi, ‘hukuk devleti güvenceleri’ni hiçe saymak pahasına, kendisinde ‘kural ihdas etme hakkı’ görebilmektedir.
Mesela, bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı (Ahmet Necdet Sezer) öncelikle ‘haklarla ilgili olması gereken başörtüsü meselesinin, Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararlarına göre çözüme kavuştuğunu söylüyordu.
Bu konuda artık düzenleme yapılamazmış.
Demek ki Anayasa Mahkemesi’nin kararları yerine göre ‘dogma’ hüviyeti de taşıyabiliyormuş.
Bir şeyin (üstelik hukuk devleti güvenceleri kapsamında olması gereken bir şeyin) Anayasa’yla bağdaşıp bağdaşmadığını belirleyecek olan Anayasa Mahkemesi’nin ‘değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ kuralları mıdır?
Bir anayasa yargısı organı, kendisini ‘yasama organı’ yerine koyup kural ihdas edebilir mi? Bu kuralı ‘yerleşik’leştirebilir mi?
Nasıl bir hukuk mantığıdır bu?
Demek ki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının hukuk devleti güvenceleri karşısındaki pozisyonu hiç de iç açıcı değilmiş...
Peki, TBMM’nin seçim sürecine dâhil edilmesi bu sorunu çözer mi?
İşin ‘halk iradesi’ boyutunu tartışmayı zül addediyorum.
Elbette üye seçiminde TBMM’ye de kontenjan tanınmalıdır...
Hemen. Şimdi. Hiç vakit geçirmeden!

Ahmet kekeç
star gazetesi

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!