Umut saçacak bir geleceğe!
Sömürge istasyonu,sömürülenleri taşıyan trenlerin konakladıkları yerlerdir.Sömürge istasyonunun düşüncesinin lokal seviyedeki kıvılcımlanış ve göverme yerleri,iki kişilik akitlerle oluşturulup,toplumların oluşmasını sağlayacak ailelerde ortaya çıkar.Sömürgeci zihniyetin istasyonlarına bir daha trenlerin uğramaması için,sömürülenlerin akıbetini hatırlatarak,akıllarını ipotek ettirmekten kurtardığımız zaman,bu sürecin çığırını başlatmış olacağız.
"Yüzleri ateşte çevrildiği gün,keşke Allah'a itaat etseydik,keşke peygambere itaat etseydik derler.Rabbimiz biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik,fakat onlar bizleri yoldan saptırdılar.Rabbimiz onlara iki kat azab ver,onları büyük bir lanete uğrat".(Ahzab:66-68)
Akıl ve beyinlerini korku çığlarına feda eden dimağlar(insanlar)ve iradelerini heva heves ve şehvetlerinin kurtarıcılığına terk etmiş zavallılar,sömürüldüklerini ancak hayatlarının sonuna kavuştuklarında anlayabilmekteler.Ama böyle bir anda kendilerine kurtuluş ümidi vaat etmeyen gerçekleri anlamalarının herhangi bir önemi yoktur.İşte biz, insanlar bu sona varmadan önce,onları iradenin ve hakikatın kuşatıcılığına açılan bir atmosferin içinde rollerini oynamaya davet ediyoruz.insanaları davet ettiğimiz ekranların senaryolarını bizzat onların bilmesini, tanımasını ve sonra da iradeleriyle kararlarını verdikten sonra oyuncu olmalarını istediğimiz ekranlardır davet ettiğimiz ekranlar...
Sömürge istasyonunun pencerelerinin hangi yöne açıldığının fazlaca öneminin olmadığını belirterek,bombanın istasyonun tam ortasına konarak bu tür şekilsel yapıların yok edilmesi gerektiğine inanıyorum.sevgilerin bile çoğunun dokusunda,sömürmek, faydalanmak anlayışlarının barındığı muhakkaktır.sömürgeci bir sevginin,faydalanmanın ötesinde bir başka yönünün olmadığı,sevgililerin birbirine kavuşmasıyla daha bir ortaya çıkar.Düşüncelere ,insanlara ve toplumlara sahip olmanın dışında herhangi bir sevginin olmadığı anlayışlar,tamamıyla sömürge anlayışının barınaklığını yapmaktadır.Bunlar için herhangi bir değer ve ilke diye bir hakikat sözkonusu değildir.Birilerinde görmek istediklerini bulamadıkları zaman,ne kadar o birilerini sevdiklerini söyleselerde,sevdiklerini söyledikleri o insanları,bir yumurtalarını haşlamak için ateşe vermekten çekinmezler.
Hayatı,sömürmek olarak algılamadığımı haykırmak isterim,kokusunun baygınları sarhoşluktan kurtaracağı solmayan güllere!Sömürülmenin bir yazgı olmadığını en içten düşüncelerimle belirtmeliyim.Sömürmeninde insiyatifi elde bulundurmak olmadığı bilinmelidir.Biz sağ yanağımıza bir tokat vuranlara sol yanağımızı yaklaştırmanın,aşağılık, küstahlık dalkavukluk ve bukalemunluk olduğuna inanan insanlarız.Hakikat endeksine hayatımızı endekslemenin kaçınılmazlığını biliriz.Şunu da hatırlatmadan yolumuza devam edemeyiz.Hakikat yolunun hakikat savaşçıları ancak;sömürge istasyonunu bombalayacak dinamizme ve enerjiye sahiptir.
Saat tamam, vakit durma vakti değil,anlaşılmayan bir kaderin yeniden tarif edileceği bir zamandır,içinde yaşadığımız çağ.Bir toplumu, bir hayatı,bir geleneği ve bir düşünceyi yozlaştırmak istiyorsanız,öncelikle onların asıl olan değerlerinin hangi tarifle açıklanması gerektiğini değiştirin yeter,sonrası çorap söküğü gibi kendiliğinden gelir.İşte bizim kavram ve değerlerimizin uğradığı dejenerasyon süreci,bizleri ister istemez sömürgecinin kucağına bırakmıştır.Anlaşılmayan bir kaderin kurbanları mı olacağız biz hep.Anlaşılmayan bir kaderin gözü bağlı kurbanları olamayız biz.Sömürge istasyonunu param parça edip, hakikate önderlik etmek için ayağa kalkmış adaylar olduğumuzu ve olacağımızı,Hakikat geleneğini mikro seviyede yaşayarak ortaya koyacağız.
Kadim bir geleneğe tanık olmaya,aday olacaklarına dair Allah'a söz vermiş sebatkar ve vefakar insanlara!...Bireysel ferdi bilinçlenmenin eylemsel boyutu,kollektif davranışa dönüştüğü zaman,sömürge istasyonunun ışıkları hemen birden sönüverir.Kollektif bilinçlenmenin kollektif davranışa dönüşmesi için de bireysel bilinçlenmenin motivasyonu şarttır.Ferdi bilinçlenmeyi sağlayan güdülerin kollektif motivasyona dönüşmemesi için sömürgeciler her türlü cambazlığı güpegündüz oynamaktan çekinmezler.Onların oynadıkları bu oyunların sayıları bizlerin hafızasına sığmayacak kadar fazladır.Biz onların oyunlarından bir tanesini irdeleyeceğiz.
İnsanlık hayatını bir kuşun iki kanadına benzeterek açıklarsak,bir kanat erkek cinsiyetini diğer kanat ise dişi cinsiyetini ifade etmektedir.Bu iki kanadın fonksiyonlarında tahrifatların meydana gelmesi,sömürgeci zihniyetin şahlanmasını sağlamıştır.İnsanlığın mesajının taşıyıcılığını yapan kuşlar,tek kanatlı olamazlar,mutlaka iki kanada sahip olması gerekir.Bu iki kanat dengeli bir mücadele sonrasında kuşun uçmasını sağlar.İnsansanlığın zürriyetinin taşıyıcılığını yapan bu iki kanadın hiçbir zaman birbirine üstünlükleri olamaz.Bir kanat herhangi bir nedenden dolayı kıpırdama işlemini gerçekleştirmezse kuş uçmayacaktır.İnsanlığın onurunun taşıyıcısı olan dimağlardan herhangi birinde buna benzer sebepler ortaya çıkarsa,hayat durur.Hayatın durduğu yerde de yöneticiler ve yönlendiriciler hep başkalrı olmuşlardır.
Sözü dinleyip en güzeline uymayı hayatı boyunca şiar edinecek insan!Sömürgeci zihniyetin virüsleri,kanadı kırık kuşların,kırık kanatlarının yaralarının içinde ,tarihten günümüze kadar taşınagelmiştir.Bundandır işte ,varlıklarını devam ettiren yuvalarının çoğalması için mücadelelerine her gün yeni bir boyut kazandırarak,parçalayıcı dişlerinin ivmelerini hızlandırmaktadırlar.
Ey yarının doğacak güneşi!biz başları dik,onurumuzu zedelemeyecek kadar haysiyetli insanlar olduğumuzdan,kendi gerçeğimizin tarifini başkalarına bırakmadan kendimiz açıklamamızın gerekliliğine inanırız.Sözlerimizin her kelimesini, kanlarımızla yazmış gibi,değerli ve kutsi bildiğimizden,onlar uğruna mücadelemizin devamlılığını sağlayan savaşımızın durmasını istemeyiz.
Zeynebi yiğitlikte tavırları,yezidi canilere yaşamıyla anlatacak yiğitler!İnanan gönülleri bu savaşın içinde bir nefer olmaya çağırıyoruz.Bu savaş,insanlığın kirletilen onurunun ve zedelenen ruhunun temizleme savaşıdır.Kirlenen onurlarını ve zedelenen ruhlarını temizlemek isteyen herkes bu savaşa gözünü kırpmadan katılmalıdır.Onuru kirletilen bir toplumun,yanlış geleneğinin taşıyıcısı olmaktan kurtularak,hiç kimsenin hayatını görüntülemek istemediği ekranlarda kendimizi göstermeye çalışacağız.Bu ekranlar ne bir tv ekranı ne de toplumsal yığınların sahip olma mücadelesi verdikleri rol savaşı ve statü(makam) arzuları ekranlarıdır.Bizim görüntülenmemmizi istediğimiz ekranlar,İbrahim'in(as)oğlu İsmail'i ve hanımı Hacer'i terk ettiği bir çölün hareret ekranıdır,Ali'nin kızı Ali'nin dili,Zeyneb'in;Yezidin zulmünü sarayında suratına haykırarak,yarınlarda doğacak Güneşin yaklaştığının haberini verdiği mücadelenin ekranı olacaktır.İnşaALLAH...
Karar anı bizim elimizde şimdi diyerek,ortaya çıkamsını istemediğimiz olumsuz kararlara son noktayı koyup, tarihi bir dönüşümü başlatmada cesaretiyle örnek olacak kahraman savaşçı! Ali ve Fatıma'nın olduğu yerde sömürgeciler kaçacak delik arayacaklardır.Ali ve Fatıma'dan herhangi birinin özelliklerini kaybederek varoldukları veyahutta birinin diğerinin bütünlüğünde yok edildiği yerde sömürgeciler kaçmayacaklardır.Sömürgecilerin karargahlarının kurulduğu yerler böylesi yerler olmuştur zaten.Ali Ali'dir dostlar,Fatıma da Fatıma'dır.Bir başkası değildir onlar,Elma ağacının armut olduğunu iddia etmenin mantıksızlık olduğu gibi,bir bütünü başka bir bütün içinde görmekte aynı şekilde mantıksızlık ve saçmalık olacaktır.İşte sömürgecilerin tuzakları ve ağları hep böylesi alanlara,yani bütünlüklerini başka bir bütün içinde ifade etmeye çalışan ortamlara kurulmuş ve onları da rahatlıkla kapana düşürebilmeyi de becerebilmişlerdir.
İslam toplumları olarak bilinen Doğu toplumları,yanlış bir geleneğin ve kurutulması gerekli bir bataklığın içinde battıkça batmaktadırlar.Biz bu bataklıklara başkaları tarafından bırakıldık,gerçeklik,hakikat ve şifa adına.Ne olduğunu anlamayan bizler,kurtuluş ümidi olarak sarıldık,sonrada kendimizi toplumsal hayatın dışında bulduk.Böylece yönetim ve yönlendirim rejonlarını da başkalarına bırakmış olduk O halde sömürülmek ve emilmek böylesi bizlerin hakkı değilde kimlerin olacak...
Musa'nın Rabbim bileğimi kardeşim Harun'la kuvvetlendir.Yani Harun'un ve benim gücümü bir nehire akıt ki,nehirin yatağı sel olup taşsın ve Fravunun sarayını denizlere batırsın,dercesine bir haykırıştan başka bir gerçeği canlandırmıyor Musa.Evet Musa bir bütün,Harun da bir başka bütün,ikisinin de bütünlüklerini ayrı ayrı ortaya koyarak hakikat cetveline endekslemeleri,yeni bir hayat,anlayış ve kuvvet ortaya çıkaracaktır.Musa'nın yanlışlarının taşıyıcısı Harun olmayacak,Harunu'un yanlışlarının tasdik merciide Musa olmayacaktır.Musa'nın diliyle:"Ey anamın oğlu!,bunlara benden sonra buzağıyı ilah edinmelerini yoksa sen mi söyledin?Allah'a yemin ederim ki onlar kendi nefislerini ilah edindiler."
Burada üzerinde dikkatlice durulması gereken bir gerçek var,o da bütünlüklerin bir cismin ve objenin bütünlüğüne değil,Hakkın rotasına endekslenmiş olmasıdır.Birbirlerine hakkı emreden ve münkerden de nehyedeceklerine dair,Allah'a söz veren bir kuşun iki kanadı!Özellikle kadın ve erkek iki cins üzerinde durmamızın sebebi,sömürgeciliğin döllenme merkezinin burası olmasından kaynaklanıyor.Mikrop taşıyıcı canlılar,hastalık virüslerini canlılığın kaybolduğu,hareketliliğin yitirildiği ortamlara bırakırlar.Aile kurumlarında da tek boyutlu bir emir komuta zincirinin yaşandığı yerde,ölü ruhlar çoğunluktadır.Ölü ruhların hareketsizliğinden kimsenin kuşkusu olmaz.işte hastalık virüslerinin yaşamak için tercih ettiği bünyeler böyle bünyelerdir.Bu tür dimagların ileri sürecekleri mazeretlerinin geçersizliğini Alemlerin Rabbi şöyle dile getiriyor:"Yüzleri ateşte çevrildiği gün;keşke Allah'a itaat etseydik,keşke peygambere itaat etseydik derler.Rabbimiz biz yönecilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik,fakat onlar bizi yoldan saptırdılar.Rabbimiz onlara iki kat azab ver ve onları büyük bir lanete uğrat derler."
Ey bacı !ey kardeş!tarihin karanlıklarından çıkarak,ayın üzerinde adımlayarak,zamanın sömürgeci zihniyetini telin eden,zalim yöneticilere başkaldıran,Ali'nin dili,Hüseynin atan kalbi,Muhammed(A.S)ın sevgili torunu Zeyneb'i tanır mısınız? O sadece Zeyneb'ti Fatımanın kızı Zeyneb'ti.Kerbela çölünün kızgın kumlarının derinliklerine gömülen,Hüsynin kanını dünyanın dört bir yanına taşıyan ,serinleten,rahatlatan bir rüzgardır Zeyneb.Tarihin cinayet şebekesinin caniliğine tanıklık yapacak neferlerin kalblerine, mesajını kanla kaydeden fedakar hattatların divitlerine mürekkep olan kırmızı bir güldür Zeyneb.Koklamakla solmaz,yazmakla tükenmez O...
Günün batımına küskün,Güneşin doğumunu sabırsızlıkla bekleyen yiğitler!Varlıklarını benliklerini,Zeyneb gibi ortaya koyacak zamanın dilleri,sömürge istasyonunun treninin raylarını sökecekler.Hüseyin gibi yiğit savaşçılar da birer bomba olarak,sömürge istasyonlarını havaya uçuracaklardır.Böylece ne sömürgecilerin treni yürüyecek ne de konaklayacakları birer istasyonları olacak,Hüseyinler ve Zeynebler varolduğu sürece...Güneşin doğumu çok yakın,çabuk olalım haremiler su başında...
22.02.1995 Elazığ
( E.KEKEÇ)
Bu Blogda Ara
23 Nisan 2008 Çarşamba
20 Nisan 2008 Pazar
DİN DEVLET VE DİYANET
ALİ BULAÇ
Din, devlet ve diyanet
4 Mayıs 1920'de kurulan Şer'iye ve Evkaf Vekaleti, 3 Mart 1924'te lağvedildi, yerine Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. 20 Nisan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu "Türkiye Devleti'nin dini vardır ve bu dinin ahkamını tenfiz etme devletin vazifesidir" diyordu.
10 Mayıs 1928'de Anayasa'dan "Devletin resmî dini İslam'dır" maddesi çıkartıldı, 1937'deki düzenleme ile 'laiklik' Anayasa'ya dahil edildi. Özetle, 1924'te kurulmuş bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), sistem içindeki yerini muhafaza etmeye devam ederken, devletin dini olmadığı (1928) ve 'laik' olduğu (1937) açıkça belirtilir. Bir başka ifadeyle laik devletin dini yoktur, ama 'diyanet' işlerine bakan devasa bir bürokratik kurumu (DİB) vardır.
1961 Anayasası'nın 154. ve 1982'nin 136. maddesiyle DİB anayasal kurumlar arasında ve genel idare içinde yer almış, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmesi öngörülmüştür. 22 Haziran 1965'te çıkarılan 633 sayılı kanunla da yeni bir statüye kavuşturulmuştur.
Bir küçük not daha: Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "dinî bir teşkilat olmadığı", aksine "idarî bir kuruluş olduğu" hususu resmen belirtilmiştir (Resmi Gazete, 15 Haziran 1972; no: 14216.)
İdare ve hukuk tekniği açısından bu kombinezonda bir çelişki olduğu ortadadır. Devlet, hem laiktir ve dini yoktur hem de "diyanet işleri"ne bakan idarî bir teşkilatı vardır, üstelik bu teşkilat 'dinî' değildir. Dini olmayan devlet dini kontrol ediyor, "diyanet"e ilişkin işleri yürütüyor. Üstü kapalı fiiliyatta "İslam dini" ile ilgili anlam haritası (hüküm ve pratikler bütünü) "din" ve "diyanet" olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmış bulunmaktadır ki, bu üstü kapalı fakat fiilen "İslam içinde reform"dur.
Bir önceki yazıda (Üç Tutum, 16 Nisan) Hıristiyan tecrübesinin "Tanrı-Sezar" ikilemi üzerinden üç ayrı model ürettiğini yazmıştım: Teokrasi, yani Katoliklik; Bizantinizm, yani Ortodoksluk ve Laiklik, yani Protestanlık. Bizim tarihimizde "Allah ve Sezar ikilemi" yoktur, dolayısıyla iman-akıl, din-bilim, ruh-beden, din-devlet çatışması da yaşanmamıştır. Nasıl Hıristiyanlık tarihi "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin" cümlesinin bir açılımı ise bizim tarihimizin de açılımı Kelime-i Tevhid'dir. Bu çerçevede devlet ve din iki ayrı ontolojik cevher, iki ayrı özerk alan, iki ayrı hakikat değildirler, rekabet etmezler, çatışmazlar. Din "asl", devlet "fer"dir; "din-ü devlet" çifte gerçekliğe işaret etmez. Ve biz, teokrasiye düşmeden; inancı ve dini ne olursa olsun herkesin din ve vicdan özgürlüğünü, kamusal alanda ifade ve görünürlülük hakkını teminat altına alarak modern bir pratik geliştirebiliriz.
Mevcut hiyerarşide devlet en üstte, din alt bir kademede yer almış bulunmaktadır. (Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Şaşırtan rapor, Zaman, 17 Mayıs 2004.) Bu bağlamda devlet önceliklidir, din bağımsız bir değer değildir, devletin öngörülerine, proje ve politikalarına göre arkadan gelmektedir. Bu da ister istemez Bizantinist modelde olduğu üzere dinin araçsallaştırılmasına, devletin politikalarını meşrulaştırma işinde kullanılmasına imkan vermektedir. Asıl din istismarını mü'minleri değil, devlet yapmaktadır. (Örnek: 1992 yılında Diyanet, Nevruz'un 'haram' olduğunu ilan etmişti, şimdi kutlanması gereken bir 'kardeşlik bayramı' olduğunu söylüyor.)
Din işlerinin devlet tarafından yürütülmesi, din ve vicdan özgürlüğü bakımından da sorunludur, çünkü burada söz konusu olan "resmî din"dir. Bu durumda farklı dinî kanaat, yorum, içtihat, tefsir ve dinî pratikler zorlaşır. "Dini olmayan laik devlet"in dinî kurumu DİB, 'din şûrası' toplar, 'dinî meseleler"i tartıştırır, tefsir-meal yazdırır, sivil İslamî etkinlikleri yargılar, Hacc organizasyonları yapar, icraatını eleştirenleri cezalandırır vs... Bu sayede dinî çoğulculuk hukuk üzerinden yasaklanmış olur. Dahası, "diyanet"e ilişkin her faaliyet sivil olması gerekirken, bu uygulama ile din sivil olmaktan çıkar, resmîleşir. Böylelikle din belli bir siyaset ve ideoloji eşliğinde yürütülmüş olur. AB üyelik sürecinde bu konu tartışılmalıdır.
Din, devlet ve diyanet
4 Mayıs 1920'de kurulan Şer'iye ve Evkaf Vekaleti, 3 Mart 1924'te lağvedildi, yerine Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. 20 Nisan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu "Türkiye Devleti'nin dini vardır ve bu dinin ahkamını tenfiz etme devletin vazifesidir" diyordu.
10 Mayıs 1928'de Anayasa'dan "Devletin resmî dini İslam'dır" maddesi çıkartıldı, 1937'deki düzenleme ile 'laiklik' Anayasa'ya dahil edildi. Özetle, 1924'te kurulmuş bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), sistem içindeki yerini muhafaza etmeye devam ederken, devletin dini olmadığı (1928) ve 'laik' olduğu (1937) açıkça belirtilir. Bir başka ifadeyle laik devletin dini yoktur, ama 'diyanet' işlerine bakan devasa bir bürokratik kurumu (DİB) vardır.
1961 Anayasası'nın 154. ve 1982'nin 136. maddesiyle DİB anayasal kurumlar arasında ve genel idare içinde yer almış, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmesi öngörülmüştür. 22 Haziran 1965'te çıkarılan 633 sayılı kanunla da yeni bir statüye kavuşturulmuştur.
Bir küçük not daha: Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "dinî bir teşkilat olmadığı", aksine "idarî bir kuruluş olduğu" hususu resmen belirtilmiştir (Resmi Gazete, 15 Haziran 1972; no: 14216.)
İdare ve hukuk tekniği açısından bu kombinezonda bir çelişki olduğu ortadadır. Devlet, hem laiktir ve dini yoktur hem de "diyanet işleri"ne bakan idarî bir teşkilatı vardır, üstelik bu teşkilat 'dinî' değildir. Dini olmayan devlet dini kontrol ediyor, "diyanet"e ilişkin işleri yürütüyor. Üstü kapalı fiiliyatta "İslam dini" ile ilgili anlam haritası (hüküm ve pratikler bütünü) "din" ve "diyanet" olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmış bulunmaktadır ki, bu üstü kapalı fakat fiilen "İslam içinde reform"dur.
Bir önceki yazıda (Üç Tutum, 16 Nisan) Hıristiyan tecrübesinin "Tanrı-Sezar" ikilemi üzerinden üç ayrı model ürettiğini yazmıştım: Teokrasi, yani Katoliklik; Bizantinizm, yani Ortodoksluk ve Laiklik, yani Protestanlık. Bizim tarihimizde "Allah ve Sezar ikilemi" yoktur, dolayısıyla iman-akıl, din-bilim, ruh-beden, din-devlet çatışması da yaşanmamıştır. Nasıl Hıristiyanlık tarihi "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin" cümlesinin bir açılımı ise bizim tarihimizin de açılımı Kelime-i Tevhid'dir. Bu çerçevede devlet ve din iki ayrı ontolojik cevher, iki ayrı özerk alan, iki ayrı hakikat değildirler, rekabet etmezler, çatışmazlar. Din "asl", devlet "fer"dir; "din-ü devlet" çifte gerçekliğe işaret etmez. Ve biz, teokrasiye düşmeden; inancı ve dini ne olursa olsun herkesin din ve vicdan özgürlüğünü, kamusal alanda ifade ve görünürlülük hakkını teminat altına alarak modern bir pratik geliştirebiliriz.
Mevcut hiyerarşide devlet en üstte, din alt bir kademede yer almış bulunmaktadır. (Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Şaşırtan rapor, Zaman, 17 Mayıs 2004.) Bu bağlamda devlet önceliklidir, din bağımsız bir değer değildir, devletin öngörülerine, proje ve politikalarına göre arkadan gelmektedir. Bu da ister istemez Bizantinist modelde olduğu üzere dinin araçsallaştırılmasına, devletin politikalarını meşrulaştırma işinde kullanılmasına imkan vermektedir. Asıl din istismarını mü'minleri değil, devlet yapmaktadır. (Örnek: 1992 yılında Diyanet, Nevruz'un 'haram' olduğunu ilan etmişti, şimdi kutlanması gereken bir 'kardeşlik bayramı' olduğunu söylüyor.)
Din işlerinin devlet tarafından yürütülmesi, din ve vicdan özgürlüğü bakımından da sorunludur, çünkü burada söz konusu olan "resmî din"dir. Bu durumda farklı dinî kanaat, yorum, içtihat, tefsir ve dinî pratikler zorlaşır. "Dini olmayan laik devlet"in dinî kurumu DİB, 'din şûrası' toplar, 'dinî meseleler"i tartıştırır, tefsir-meal yazdırır, sivil İslamî etkinlikleri yargılar, Hacc organizasyonları yapar, icraatını eleştirenleri cezalandırır vs... Bu sayede dinî çoğulculuk hukuk üzerinden yasaklanmış olur. Dahası, "diyanet"e ilişkin her faaliyet sivil olması gerekirken, bu uygulama ile din sivil olmaktan çıkar, resmîleşir. Böylelikle din belli bir siyaset ve ideoloji eşliğinde yürütülmüş olur. AB üyelik sürecinde bu konu tartışılmalıdır.
18 Nisan 2008 Cuma
ÜÇ TUTUM
Batı'nın yaşadığı din-devlet ilişkisi İnciller'de yer alan bir cümlenin tarihteki açılımından ibarettir. Cümle şu: 'Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin.'
Hz. İsa (as)'ya atfedilen tarihî cümlenin ortaya çıkmasına sebep olan olay şöyle cereyan eder: 'İsa'yı kendi sözüyle tuzağa düşürmek amacıyla, Ferisiler'le Herodesçiler'den bazılarını O'nun yanına gönderdiler. Adamlar O'na gelip, 'Ey Öğretmen!' dediler, 'Senin gerçek olduğunu biliyoruz, hiç kimseden çekindiğin de yok. Çünkü kayırıcılık yapan biri değilsin. Tersine, Tanrı yolunu doğrulukla öğretiyorsun. Sezar'a vergi ödemek yasal mı, yoksa değil mi? Ödeyelim mi, ödemeyelim mi?' Hz İsa onların ikiyüzlülüğünü bildiğinden, 'Neden beni denemeye kalkışıyorsunuz?' dedi, 'Bana bir dinar getirin de göreyim.' Getirdiler. İsa sordu: 'Bu gördüğünüz yüz ve yazı kimindir?' Onlar, 'Sezar'ın' dediler. Bunun üzerine İsa, 'Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin' dedi. O'nun bu yanıtına şaşakaldılar.' (Markos, 12: 13-17.)
Cümlenin tarihî açılımı şöyle gerçekleşmiştir:
1) Teokrasi: Bir yerde eğer Tanrı, Sezar'a hakim ise, orada Kilise, kilisenin başı papa ve nizami din adamları sınıfı (ruhban) cismani iktidar, yani devlet üzerinde üstünlük kurmuşlardır. Teokratik kabule göre, ruhun bedene üstün olması gibi ruhani iktidar cismani iktidardan üstündür. Krallar "Tanrı'nın yeryüzündeki serfleridir". Tanrı Hıristiyanlığı savunmak üzere papaya iki kılıç vermiştir; papa bunlardan birini elinde tutmakta, diğerini Hıristiyanlığı savunmak üzere imparatora vermiştir. Unutmamak lazım ki, imparatora kılıcı veren, Petrus'un (kaya) mezarı üzerinde kurulmuş bulunan ve aynı zamanda İsa'nın kendisinde bedenlendiğine inanılan Kilise'nin başı olan papadır. Papa Tanrı ve din adına konuşur. Bu yüzden devlet Kilise'ye itaat etmek durumundadır. İşte bu tamı tamına teokrasi olup tarihte Katolik Kilise'sinin tecrübesini ifade eder.
2) Bizantinizm: Bir yerde eğer Sezar Tanrı'ya hakim ise, orada devlet Kilise'ye üstündür. Bu modelde Kilise devlete bağlı olarak faaliyet gösterir. Din devlet içinde örgütlenmiştir. Dini temsil eden Patrik imparatora bağlıdır. Patrik kendi başına özerk veya bağımsız bir kurumun başı değildir. Hatta Sezar kim ise ona bağlılık gösterir. Fatih, İstanbul'u fethettiğinde Sezar olmuştur. Bu da Bizans tarihi tecrübesidir ki, buna kısaca Bizantinizm veya Bizantinist model diyebiliriz. Patriğin veya devlete bağlı en üst dinî makamın görevi imparatorun politikalarını desteklemek ve teyit etmektir. Buna mukabil imparator da Patriğin başında olduğu kilisenin (resmi dinin) dogmalarını ve öğretilerini referans alır, bunlara aykırı dinî görüşler baş gösterdiğinde bastırmayı taahhüt eder. Ortodoks tarihî tecrübesi buna dayanır.
3) Laiklik: Bir yerde eğer Tanrı ve Sezar birbirlerinden ayrılmışsa, devlet ve Kilise iki ayrı gerçeklik olarak kendi alanlarına çekilmiş bulunmaktadır. Ne devlet din/kilise üzerinde, ne din/kilise devlet üzerinde hakimiyet, imtiyaz veya üstünlük kurma iddialarında bulunmaya kalkışır. Buna tamı tamına laiklik denir ki, Protestanlık bu ayrılığa dayanmaktadır.
"Tanrı-Sezar ikiliği"nin tarihteki bu açılımı üç ayrı Hıristiyan mezhebinin tecrübelerini ifade eder. İslam bakış açısından durum bambaşka mecrada gelişmiştir. Fatih, Bizans'taki din-devlet ilişkisinden önemli etkiler aldı ve bugünkü vahim duruma yol açıcı iktibaslar olmasa bile, Şeyhülislamlığı esas itibarıyla Bizans modeline göre uyarladı. Bunun tarihte hangi düzeylerde iyi veya kötü sonuçlar verdiği ayrı bir konu. Gerçek olan şu ki, modern zamanlarda Türkiye'deki din-devlet ilişkisi ve Diyanet'in sistem içindeki konumu Bizantinizm'e uygun düşmektedir ki, bir türlü din-devlet ilişkisini ve laikliği kabul edilebilir bir zemine oturtamamasının en önemli sebeplerinden biri budur. Bu model, değerlerin kaynağı olarak "din"in sosyo-politik hayattaki yeri ve 'diyanet'e ait işlerin sivil karakteri dolayısıyla işlemez haldedir. Bu açıdan AB'nin bunun farkında değilmiş gibi Diyanet'i resmi muhatap alması ilginçtir.ALİ BULAÇ
Hz. İsa (as)'ya atfedilen tarihî cümlenin ortaya çıkmasına sebep olan olay şöyle cereyan eder: 'İsa'yı kendi sözüyle tuzağa düşürmek amacıyla, Ferisiler'le Herodesçiler'den bazılarını O'nun yanına gönderdiler. Adamlar O'na gelip, 'Ey Öğretmen!' dediler, 'Senin gerçek olduğunu biliyoruz, hiç kimseden çekindiğin de yok. Çünkü kayırıcılık yapan biri değilsin. Tersine, Tanrı yolunu doğrulukla öğretiyorsun. Sezar'a vergi ödemek yasal mı, yoksa değil mi? Ödeyelim mi, ödemeyelim mi?' Hz İsa onların ikiyüzlülüğünü bildiğinden, 'Neden beni denemeye kalkışıyorsunuz?' dedi, 'Bana bir dinar getirin de göreyim.' Getirdiler. İsa sordu: 'Bu gördüğünüz yüz ve yazı kimindir?' Onlar, 'Sezar'ın' dediler. Bunun üzerine İsa, 'Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin' dedi. O'nun bu yanıtına şaşakaldılar.' (Markos, 12: 13-17.)
Cümlenin tarihî açılımı şöyle gerçekleşmiştir:
1) Teokrasi: Bir yerde eğer Tanrı, Sezar'a hakim ise, orada Kilise, kilisenin başı papa ve nizami din adamları sınıfı (ruhban) cismani iktidar, yani devlet üzerinde üstünlük kurmuşlardır. Teokratik kabule göre, ruhun bedene üstün olması gibi ruhani iktidar cismani iktidardan üstündür. Krallar "Tanrı'nın yeryüzündeki serfleridir". Tanrı Hıristiyanlığı savunmak üzere papaya iki kılıç vermiştir; papa bunlardan birini elinde tutmakta, diğerini Hıristiyanlığı savunmak üzere imparatora vermiştir. Unutmamak lazım ki, imparatora kılıcı veren, Petrus'un (kaya) mezarı üzerinde kurulmuş bulunan ve aynı zamanda İsa'nın kendisinde bedenlendiğine inanılan Kilise'nin başı olan papadır. Papa Tanrı ve din adına konuşur. Bu yüzden devlet Kilise'ye itaat etmek durumundadır. İşte bu tamı tamına teokrasi olup tarihte Katolik Kilise'sinin tecrübesini ifade eder.
2) Bizantinizm: Bir yerde eğer Sezar Tanrı'ya hakim ise, orada devlet Kilise'ye üstündür. Bu modelde Kilise devlete bağlı olarak faaliyet gösterir. Din devlet içinde örgütlenmiştir. Dini temsil eden Patrik imparatora bağlıdır. Patrik kendi başına özerk veya bağımsız bir kurumun başı değildir. Hatta Sezar kim ise ona bağlılık gösterir. Fatih, İstanbul'u fethettiğinde Sezar olmuştur. Bu da Bizans tarihi tecrübesidir ki, buna kısaca Bizantinizm veya Bizantinist model diyebiliriz. Patriğin veya devlete bağlı en üst dinî makamın görevi imparatorun politikalarını desteklemek ve teyit etmektir. Buna mukabil imparator da Patriğin başında olduğu kilisenin (resmi dinin) dogmalarını ve öğretilerini referans alır, bunlara aykırı dinî görüşler baş gösterdiğinde bastırmayı taahhüt eder. Ortodoks tarihî tecrübesi buna dayanır.
3) Laiklik: Bir yerde eğer Tanrı ve Sezar birbirlerinden ayrılmışsa, devlet ve Kilise iki ayrı gerçeklik olarak kendi alanlarına çekilmiş bulunmaktadır. Ne devlet din/kilise üzerinde, ne din/kilise devlet üzerinde hakimiyet, imtiyaz veya üstünlük kurma iddialarında bulunmaya kalkışır. Buna tamı tamına laiklik denir ki, Protestanlık bu ayrılığa dayanmaktadır.
"Tanrı-Sezar ikiliği"nin tarihteki bu açılımı üç ayrı Hıristiyan mezhebinin tecrübelerini ifade eder. İslam bakış açısından durum bambaşka mecrada gelişmiştir. Fatih, Bizans'taki din-devlet ilişkisinden önemli etkiler aldı ve bugünkü vahim duruma yol açıcı iktibaslar olmasa bile, Şeyhülislamlığı esas itibarıyla Bizans modeline göre uyarladı. Bunun tarihte hangi düzeylerde iyi veya kötü sonuçlar verdiği ayrı bir konu. Gerçek olan şu ki, modern zamanlarda Türkiye'deki din-devlet ilişkisi ve Diyanet'in sistem içindeki konumu Bizantinizm'e uygun düşmektedir ki, bir türlü din-devlet ilişkisini ve laikliği kabul edilebilir bir zemine oturtamamasının en önemli sebeplerinden biri budur. Bu model, değerlerin kaynağı olarak "din"in sosyo-politik hayattaki yeri ve 'diyanet'e ait işlerin sivil karakteri dolayısıyla işlemez haldedir. Bu açıdan AB'nin bunun farkında değilmiş gibi Diyanet'i resmi muhatap alması ilginçtir.ALİ BULAÇ
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.
Popüler Yayınlar
-
Yaldızlı Sözlerin Arkasındaki Çürüme Tarihin en trajik ironilerinden biri, çöküşe en yakın toplumların en çok “yücelik ”ten bahsetmesidir....
-
Platon, asırlar öncesinden bir uyarı bırakmıştı insanlığa: “Demokrasi, ancak erdemli ve eğitimli bir halkın omuzlarında yükselebilir; aksi t...
-
“İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne… İşte asıl cinayet bu.” — Maksim Gorki, Ana (1906) Ruhun ölümü, bir toplumun çöküşünün sessiz hab...
-
İçinde bulunduğumuz çağ, pek çok unvanla anıldı: teknoloji çağı, bilgi çağı, hız çağı… Ama eğer hakikatin kalemiyle yazılacak olursa, bu ça...
-
EK-5 Kararı: Hukuk ile Diplomasi Arasında EK-5 Listesi: Resmî Karar, Diplomatik Zamanlama ve Türkiye’nin Stratejik İkilemi ABD'den çok ...
-
İnsanlığın Sessiz Dengesine Dair İnsan… Kâinatın en gizemli aynası. Görünürde bir bedenden ibaret gibi dursa da derinlerde bir deniz taşır...
-
Bir İnsanlık EMAR’ı Üzerine Derin Bir Okuma İnsan, anlamın kıyısında doğar ama çoğu kez anlamın merkezine hiç ulaşamaz. Çünkü doğmakla yaş...
-
Merhum Ahmet Kaya, bir şarkısında “ Ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi ” diyordu. Ne kadar manidar bir cümle… Bugün ülke olarak geldiğimiz ...
-
Suriye iç savaşı, yalnızca bölgesel güç dengelerini değiştiren bir çatışma olmakla kalmamış, aynı zamanda insanlık tarihine kara bir leke ...
-
İnsanlık, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren hem kendini hem de kendini aşan bir kudreti anlamlandırma çabasıyla yüzleşmiştir. Bu çaba,...
Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK
Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.
Senin rabbin sana senden yakın.....
omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.
Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."
kelebek gibi hafif olun dünyada
Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla
çöllerden geçerek varılır havuzun başına!