Bir ülkenin insanlarının teröre kurban gitmesini, canlarının alınmasını, ocaklarının sönmesini ancak vahşi, vicdansız, insanlıkla zerre alakası olmayan, sadist karakterli kişiler ister. İnsan yaşamına kasteden, korku ve dehşeti yöntem olarak benimseyen bu zihniyet; ne bir milletin, ne bir inancın, ne bir davanın temsilcisi olabilir. Bu coğrafyada terörsüz bir ortamdan rahatsızlık duyacak kadar çukurda yaşayanlar varsa, onlar ancak şeytanın oyuncağı, cehennemin odunu olabilir.
Çocukluğumdan beri söylediğim bir söz var: "Bu ülkenin bütün insanlarına aynı muamele yapılmalı. Herkes bu topraklarda eşit haklara sahip." Bu fikir, benim için bir inanç, bir ilke, bir hayat felsefesi oldu. Etnik kökeni, mezhebi, dili, dini ne olursa olsun bu ülkenin insanları; aynı devletin, aynı bayrağın, aynı kaderin evlatlarıdır. Bu topraklar üzerinde kimseye ayrıcalıklı bir yaşam hakkı tanımaya çalışmak, toplumsal barışı ve ortak vicdanı dinamitlemektir. Her zerrem barış, huzur, güven ve kardeşlik içinde yaşayan bir toplum arzusu ile doldu.
Devletin Görevi ve İmtihanı
Adaletin, hukukun ve eşitliğin teminatı devlettir. Devletin varlık sebebi, vatandaşının canını, malını, neslini ve inancını korumaktır. Devlet, sadece makamlar ve kurumlar bütünü değil, halkın emanetidir. Devletin en büyük imtihanı; hak ve hukuk karşısında herkese eşit mesafede durmasıdır. Adalet, ancak herkese eşit uygulandığında anlam kazanır.
Yönetime gelenler, sıkıştıklarında halka sesleniyor; ama önü açıldığında yalnızca kendi çevrelerine çalışıyorlarsa, bu durum devlet ile halk arasındaki güven duvarını yıkar. Böyle ortamlarda toplumsal gelişme olmaz, çünkü halk devletin samimiyetine inanmaz.
Bir eylem suçsa, onu kim yaparsa yapsın cezası verilmelidir. Ancak devlet, kendi zaaflarından dolayı doğan bazı sorunları suç kapsamına alıyorsa, burada meseleye daha insaflı ve derinlikli yaklaşmak gerekir. Ne var ki cana, mala, nesle ve toplumsal barışa kasteden hiçbir eylem, affedilemez. Devletin görevi, kişisel veya siyasi menfaatler uğruna toplumsal vicdanı yaralayan pazarlıklara girmemektir. Bu devlet herkesin devleti ise, herkesin hakkını da koruyacak; adalet terazisini herkes için eşit tutacaktır.
Gerçekçi, Onurlu ve Kalıcı Bir Çözüm Arayışı
Bu ülkede bir Kürt meselesi varsa —ki vardır— bunun çözümü, terör örgütleriyle masaya oturmak değil, devletin kendisiyle yüzleşmesinden geçer. Devlet, bu ülkenin tüm vatandaşlarını eşit görerek, bu vatandaşlara onurlu bir yaşam sunmakla mükelleftir. Bu; ne bir lütuf, ne de bir stratejik hesap olmalıdır. Büyük devlet olmak, farklılıkları zenginlik olarak görebilmeyi ve bu farklılıkları birliğe dönüştürebilmeyi gerektirir.
Ancak ne yazık ki, geçmişteki bazı süreçlerde, devletin "terörle mücadelede son noktaya geldik" açıklamalarından hemen sonra, aynı unsurlarla masa başı görüşmeler yapılması, toplumda büyük bir kafa karışıklığına yol açtı. Bu süreçler, terörle kararlı mücadele eden bir devlet görüntüsünden çok, dış baskılarla şekillenen bir taviz politikası izlenimi verdi. "Ayakkabı numaralarına kadar biliyoruz" denilen teröristlerle görüşme masalarına oturmak, halkın umutlarını değil, güvensizliğini artırdı.
Anayasa ve Toplumsal Zemin
Bugünlerde yeniden bir anayasa tartışması gündemde. Yeni bir anayasa elbette ki gereklidir. Ancak bu anayasa, masa başında birkaç kişinin hazırlayacağı, torbaya doldurulup parmak hesabı ile geçirilecek bir metin olmamalıdır. Anayasa, milletin ortak aklı, ortak vicdanı ve ortak iradesiyle yazılmalıdır. Toplumda karşılığı olmayan her yasa, sadece kolluk gücünün denetimiyle ayakta kalır ama halkın gönlünde asla yer etmez.
Toplumu ikna etmek yerine korkutarak yasalar çıkarmak, toplumsal barışa hizmet etmez. Anayasa, milletin genlerine, tarihine, değerlerine, hassasiyetlerine uygun olarak kaleme alınmalı, her vatandaş kendini bu metnin içinde görmelidir.
Kişisel Tecrübeler ve Anlatımlar
2011 seçim döneminde, Hatay’dan milletvekili aday adayı oldum. Mülakat esnasında şunu söyledim: “Bu ülkede herkes adaletli, eşit, kardeşçe yaşasın istiyorum. Ahmet, Ahmet olarak; Ali, Ali olarak kalsın. Kendi kimliğiyle, diliyle, kültürüyle yaşasın. Bu topraklar hepimizin.” Özellikle o dönemde tartışılan "açılım" meselesinde, insanlık onurunu kirletmeden bir çözüm bulunması gerektiğini, bu konuda tarihsel, sosyolojik, hukuki ve pedagojik olarak önemli fikirlerim olduğunu söyledim. Lakin karşımda ayak ayak üstüne atıp bıyık altından gülen bir yetkili vardı. "Haydi işine" der gibiydi. Oysa içlerinden bir hanım arkadaş —şu an bir üniversitenin rektörü— beni dikkatle dinledi. Bu yaşadığım tablo bile, meseleyi kimin ne kadar içselleştirdiğini, kimin sadece prosedürü tamamlamak istediğini gösteriyordu.
Halkın Gerçek Sözü
1996 yılında, Malatya-Elazığ arasında bir minibüs yolculuğunda yanımda oturan Tuncelili bir amcaya bu olayları sorduğumda bana şöyle dedi:
“Vallahi yeğenim, bizim yediğimiz bu zopalar hiç kör sopasına benzemez. Vallahi ve billahi biz gören birinin zapasını yedik. Eğer bunu anlamaz, kendimize gelmezsek, Kürdü Türkü birbirine kırdıracaklar.”
Bu söz, yüreğime çakılmış bir çivi gibi kaldı. Gerçek buydu. İnsanlar konuşuyordu, ama karar mekanizmaları anlamıyordu. Halkın irfanı, çoğu zaman siyasetçinin diplomasından daha derinlikliydi.
Medya, Açılım ve Duyarlılık
"Açılım" süreci başladığında, bu konuda "Hipnoz Babanın Ağlayan Çocukları" başlıklı üç yazılık bir dizi hazırlamıştım. Bu yazılarda meseleye ideolojik değil, insani açıdan yaklaştım. Barışın reklamını değil, inşasını önemsedim. Dürüstlüğü, samimiyeti ve açık olmayı esas aldım. Çözüm süreci samimi olsaydı, gizli toplantılar yerine halkla iç içe müzakere edilir; sadece belirli grupların değil, tüm halkın yararına bir yöntem belirlenirdi.
Devletin Şeffaflığı ve Hesap Verebilirliği
Toplumlar, yöneticilerine göre değil, ilkelerine göre yükselir. Bugün toplumu yönetenlerin "şeffaf, dürüst, adil" olmadan halktan güven beklemesi samimi değildir. Eğer devlet yönetiminde menfaat birlikleri etkili hale gelmişse, o devletten hayırlı kararlar beklemek bir hayaldir.
Hz. Ömer’in, “Yanlış yaparsam ne yaparsınız?” sorusuna, Ebu Zer'in verdiği “Seni şu kılıcımızla düzeltiriz” cevabına tahammül edemeyen yöneticilerden adalet çıkmaz. Toplumlar, eleştiriden korkan değil; eleştiriyi rehber edinen yöneticilerle kalkınır.
Görevimiz Umudu Korumak ve Hakkı Hatırlatmak
Allah, Kur’an’da buyurur: “Bir topluluk, kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” Bu ayet, toplumun sorumluluğunu net şekilde ortaya koyar. Yani değişim önce bireyden, sonra toplumdan başlar.
Gizli toplantılarınız hayır üzere değilse, bilin ki başınıza bela olur. Çünkü Allah şöyle buyurur: “Onlar bir tuzak kurar, Allah da onların tuzaklarını kendi başlarına geçirir.”
Son sözüm şudur:
Toplumsal barış; gizli masalarda değil, açık meydanlarda, halkla birlikte inşa edilir. Devlet, milletin canını, malını, neslini ve haysiyetini korumadığı sürece meşruiyetini yitirir. Ve unutmayalım: Zulümle abat olunmaz. Hak, er geç galip gelir.
Allah, bizi dosdoğru yolda yürüyenlerden eylesin.
Erol Kekeç/08.08.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder