Toplumsal yaşamın temeli, farklı mesleklerin birbirini tamamlamasına dayanır. Doktor, öğretmen, çiftçi, işçi, mühendis, sanatçı… Hepsi, toplumun devamlılığı için hayati roller oynar. Dolayısıyla, her meslek özünde değerlidir. Ancak mesele, mesleğin kendisinden çok, o mesleği icra eden bireyin işini ne kadar hakkıyla yaptığıdır. Çünkü bir meslek, ancak sorumluluk bilinciyle yerine getirildiğinde toplum için anlam kazanır.
Ne var ki, günümüz toplumunda işler bu noktadan kaymış durumda. Sistem, insanların zihninde bir kast düzeni algısı oluşturmuş; “Benim mesleğim bu, dolayısıyla ben zaten ayrıcalıklıyım. Bana verilen her şey hak ettiğimdir.” anlayışı, bireysel emeğin önüne geçmiş. Böylece, mesleklerin toplumsal işlevinden ziyade, unvanlar ve makamlar üzerinden bir üstünlük yarışı doğmuş.
Örneğin, bir doktorun ya da öğretmenin işini hakkıyla yapması toplum için paha biçilemezdir. Bir öğretmen, bilgiyi vicdanla ve özveriyle aktarıyorsa; bir doktor, hastasını sadece “hasta” değil “insan” olarak görüyorsa, yaptıkları işin değeri ölçülemez. Ancak diğer yandan, bu mesleklerin sağladığı statüyü sadece “ayrıcalık” kapısı olarak görenler, toplumsal dengeleri bozar. Çünkü o noktada meslek, artık bir hizmet değil, bir çıkar aracına dönüşür.
Ötekileştirilen kitleler ile kendilerini “devletin sahibi” gören ayrıcalıklı gruplar arasındaki uçurum da tam burada belirginleşir. Bir yanda, alın teriyle yaşamını idame ettirmeye çalışan işçiler, asgari ücretle ay sonunu getiremeyen emekçiler, emeklilikte sürünmeye mahkûm edilen yaşlılar vardır. Diğer yanda ise, toplumun kaynaklarını mirasyedi gibi tüketen, unvanını ya da makamını kişisel imtiyaz kapısına dönüştüren ayrıcalıklı zümreler. İşte bu tezat, toplumsal yaşamın adalet zeminini derinden sarsar.
Bugün, toplumun sokaklarına bakıldığında bu fotoğraf çok net görülebilir:
-
Bir yanda sabahın köründe simit tezgâhını açan, evine üç beş kuruş ekmek götürmeye çalışan bir baba.
-
Diğer yanda, makam aracının camından halkı “seyreden” ve vergilerle finanse edilen lüks yaşamını normal sayan bürokrat.
-
Bir yanda, mezuniyetine rağmen iş bulamayan ve umudunu yurtdışına taşımak zorunda kalan gençler.
-
Diğer yanda, liyakat değil torpil sayesinde koltuklara oturanlar.
Bu manzarada, “bir kişiye dokuz pul, dokuz kişiye bir pul” düzensizliği hüküm sürmektedir. Böyle bir düzenin infilak etmesi kaçınılmazdır. Çünkü adaletin olmadığı yerde huzur olmaz, huzurun olmadığı yerde de toplumsal bütünlük yaşayamaz.
Çözüm ise açıktır: Toplumsal adaletin tesisi. Bunun yolu da kimseye ayrıcalık tanımadan, her meslek sahibinin toplumsal rollerini hakkıyla yerine getirmesini sağlamak ve bunun karşılığında, işine verdiği emeğin hakkını almasını teminat altına almaktır. Bir çiftçi, tarlasında alın teri döküyorsa, ürününün ederini almalı. Bir işçi, fabrikada emeğini harcıyorsa, hakkı teslim edilmeli. Bir öğretmen ya da doktor, mesleğini özveriyle icra ediyorsa, toplum nezdinde değeri karşılıksız bırakılmamalı.
Adaletin olmadığı yerde mesleklerin kıymeti de gölgelenir, insanlar işini yaparken anlam da bulamaz. Ancak adalet sağlandığında, meslekler yeniden onuruna kavuşur, bireyler işlerine değer katmak için çabalar. İşte o zaman toplum, ayrıcalıkların değil, emeğin ve hakkaniyetin üzerine kurulu bir düzenle yoluna devam edebilir.
Erol Kekeç/20.08.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder