27 Aralık 2024 Cuma

Stalin'in Tavuğuna Dönen Hayatların Analizi

 


"Kölelere Asla Özgür Olacakları Kadar Ödeme Yapmazlar": Türkiye'de Asgari Ücretle Hayat Mücadelesi

1. Kölelik ve Özgürlük

Charles Bukowski’nin bu sözü, sadece bir ekonomik sistemi eleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda bir yaşam felsefesini, insanın özgürlük arayışını ve modern çağın görünmez zincirlerini de gözler önüne seriyor. Kölelik kavramı, geçmişte fiziksel baskıya ve zorlamaya dayanıyordu. Ancak günümüzde bu kavram, ekonomik sömürü ve sistematik bağımlılık üzerinden şekilleniyor. İnsanlar, hayatta kalmak için sadece geçinebilecekleri kadar bir gelirle yaşamaya mahkûm ediliyorlar.

Bu sistemin temelinde yatan mantık açık: İnsanlar hayatta kalacak kadar kazandığında, özgürlüklerini sorgulayacak, kendilerine yeni bir yaşam inşa edecek zamanı ve enerjiyi bulamıyorlar. Peki, Türkiye’de asgari ücretle geçinen bir birey bu sözün neresinde duruyor?

2. Asgari Ücret ve Hayat Pahalılığı-Bir Geçim Savaşı

Türkiye'de asgari ücret, sürekli artan enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında bir türlü nefes aldırmıyor. 2024 yılında açıklanan 22.104 TL asgari ücret, yüzeyde bir iyileşme gibi görünse de temel tüketim maddelerinin fiyatlarına bakıldığında gerçekler bambaşka.

Kira: Büyük şehirlerde, özellikle İstanbul gibi metropollerde kira fiyatları ortalama 20.000 TL'ye ulaşmış durumda. Bu, bir asgari ücretlinin maaşının neredeyse tamamına denk geliyor.

Gıda: Market alışverişi artık bir lüks hâline geldi. Temel gıda ürünleri için bir ailenin aylık harcaması 20.000 TL'yi buluyor.

Faturalar ve Ulaşım: Elektrik, su, doğalgaz ve ulaşım masrafları da eklendiğinde, gelir-gider dengesi bir asgari ücretli için imkânsız bir hâle geliyor.

Gerçek Bir Hayattan Örnek

Ahmet Bey, İstanbul’da yaşayan üç çocuklu bir asgari ücretli. Ailesini geçindirebilmek için iki işte birden çalışıyor. Gündüz bir fabrikada montaj işçisi, gece ise bir otelde temizlik görevlisi. Ancak kazandığı para, ne çocuklarının okul masraflarını karşılamaya ne de evin ihtiyaçlarını gidermeye yetiyor.

“Bazen çocuklarıma süt alacak param olmuyor. Kendi boğazımdan kesip onların önüne koyuyorum. Ama yine de yetmiyor. Bir hafta çalışmayı bırakıp hastalansam, borç batağına düşerim,” diyor Ahmet Bey.

Bu durumda Ahmet Bey ve onun gibi milyonlarca insan için çalışmak, bir yaşam mücadelesi olmaktan çıkıp hayatta kalmanın bir zorunluluğu hâline geliyor.

3. Sistemin Döngüsü-Çalışanların Çıkmazı

Sistem, insanları borç ve tüketim döngüsüne mahkûm ediyor. Asgari ücretle geçinen biri, genelde şu döngüyle karşı karşıya kalıyor:

Maaş yatar yatmaz faturalar ve kiralar ödeniyor.

Geriye kalan para gıda ve temel ihtiyaçlar için harcanıyor.

Para yetmediği için kredi kartına yükleniliyor.

Bir sonraki maaş, borçları kapatmak için kullanılıyor.

Bu döngü, sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir baskı yaratıyor. Geleceğini planlayamayan, ailesine yeterince vakit ayıramayan bireyler, depresyon, kaygı ve tükenmişlik sendromuyla mücadele ediyor.

Bir Başka Gerçek Örnek

Zeynep Hanım, 25 yaşında bir sağlık çalışanı. Maaşı asgari ücretin biraz üzerinde olsa da, ailesine destek olmak için ekstra işler yapıyor. “Kardeşim üniversitede okuyor, babam emekli maaşıyla ancak ilaçlarını alabiliyor. Kendi ihtiyaçlarımı karşılamayı geçtim, ailemin ihtiyaçlarını düşünmeden hareket edemiyorum. Bazen geleceğe dair hayal kurmayı bile lüks buluyorum,” diyor.

4. Toplumsal Adalet ve Eşitsizlik-Çıkış Yolu Var mı?

Türkiye’de gelir dağılımındaki adaletsizlik, bu hikâyeleri sadece bireysel bir trajedi olmaktan çıkarıp toplumsal bir krize dönüştürüyor. En zengin %10’un ülke servetinin yarısından fazlasına sahip olduğu bir ortamda, asgari ücretle geçinen bireyler her geçen gün daha da yoksullaşıyor.

Ancak bu döngüyü kırmak mümkün. İşte bazı öneriler:

1. Eğitim ve İstihdam: Kaliteli ve erişilebilir eğitim, bireylerin daha yüksek gelirli işlere ulaşmasını sağlayabilir.

2. Gelir Adaleti: Vergi sisteminin daha adil bir şekilde düzenlenmesi ve yüksek gelir gruplarından daha fazla vergi alınması gerekiyor.

3. Sosyal Yardımlar: Devlet desteklerinin artırılması ve ihtiyaç sahibi bireylerin yaşam kalitesinin yükseltilmesi şart.

Bir Umut Hikâyesi

Gül Hanım, yıllarca asgari ücretle çalıştıktan sonra, bir kadın kooperatifine katılmış. Burada ürettikleri ürünleri satarak kendi işini kurmuş. Şimdi hem kendi hayatını hem de diğer kadınların hayatını iyileştiren bir girişimci. “Başlarda çok zordu ama artık emeğimin karşılığını alıyorum. Hayatta her şeyin değişebileceğine inanıyorum,” diyor.

Bukowski’nin sözleri, sadece bir ekonomik eleştiri değil, aynı zamanda bir toplumsal gerçekliğin yansımasıdır. Türkiye'de asgari ücretle yaşayan milyonlarca insan, bir kölelik düzenine mahkûm edilmiş gibi görünüyor. Ancak bu karanlık tabloya rağmen, bireylerin dayanışma ve mücadele ile bu zincirleri kırabileceğine dair umut ışığı her zaman var. Özgürlük, sadece ekonomik bağımsızlıkla değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma ve adaletle de mümkün olacaktır.

Bahadır Hataylı/25.12.2024/Sancaktepe/İST

Yönetim ve Millet İlişkisi


Urfa'da bir köylü Ağa'nın sürüsüne 100 toklu katıp Sezonluk emanet ediyor.
Aradan bir altı ay geçiyor tabii.
Köylü bir kova yoğurdu hediye etmek için alıp ağanın Ziyaretine varıyor.
Daha selam vermeden;
-Ağam bizim toklular ne alemde diyor.
Ağa;
-Valla uçurumdan atladı Baş toklu peşinden atladı beş toklu.
-Yağmur yağdı şimşek çaktı Doksan toklunun ödü patladı.
-Birini verdik kasaba onu katma hesaba.
-Birini verdik Çoban'a ne sana verir ne bana.
-Birini kurt yedi, birini (kendini gösteriyor) Kürt yedi.
Adam kızıyor tabii, yoğurt kovasını alıp ağanın başından aşağı döküyor.
Ağa elini yüzüne sürüp;
-Yarabbi çok şükür Yüzümüzün akı ile Tokluluların da hesabını verdik demiş.

Bir köylü ile Ağa arasında geçen, basit bir köy anekdotu gibi görünen bu fıkra, aslında toplumdaki iktidar ilişkilerinin derin bir yansımasını sunmaktadır. Yönetimlerin toplumlardan aldıklarını kullanma ve aklama biçimlerine dair bir metafor oluşturan bu hikâye üzerinden, yönetim ve millet arasındaki ilişkiyi tüm toplumsal birimler ve sistemler üzerinden ele alalım...

Fıkranın Özü-Güven, Manipülasyon ve Hesap Verme

Urfa’daki köylü, Ağa’ya sürüsündeki 100 tokluyu emanet eder. Ancak 6 ay sonra köylü, tokluların akıbetini öğrenmeye gittiğinde, Ağa çeşitli gerekçeler ve hikâyelerle sürüdeki kayıpları doğal göstermeye çalışır. Sonunda da yüzüne dökülen yoğurdu bir onur nişanı gibi yorumlar ve “Yüzümüzün akıyla hesabı verdik” diyerek, olan biteni bir başarı gibi sunar.

Bu fıkra, şunları ima eder:

  1. Sorumluluğun Devrinde Güven: Millet, emanet ettiği değerlerin (kaynaklar, haklar, vergiler, emeği) iyi bir şekilde korunacağını varsayar. Ancak Ağa, bu güvenin istismarını temsil eder.

  2. Manipülasyon ve Hikâye Üretimi: Gerçek sorumlulukları yerine getiremeyen yönetimlerin, kayıplarını örtmek veya meşru göstermek için çeşitli bahaneler ve hikâyeler üretmesine benzer.

  3. Hesap Verme Kültürünün Yetersizliği: En sonunda, yüzüne dökülen yoğurt gibi bir durumu dahi avantaja çevirebilme çabası, hesap verme anlayışının eksikliğine işaret eder.

Bu noktaları, modern yönetim anlayışı ve toplumsal yaşamın tüm katmanlarını ele alarak değerlendirelim.

1. Yönetim ve Millet-Toplumsal Güvenin Dinamiği

Yönetim sistemlerinin varlığı, halkın gücünü devredip kendi yerine işler kılması ile anlam kazanır. Burada temel mesele, güven ilişkisinin nasıl kurulduğudur. Ancak tarih boyunca birçok yönetim:

  • Gücü tekelleştirmiş,

  • Kaynakları keyfi şekilde harcamış,

  • Halkın temel ihtiyaçlarını göz ardı ederek savurganlık göstermiştir.

Bu tür davranışlar, halkın refahı için kurulan sistemlerin, yönetimlerin kendi iktidarlarının sürdürülmesi için araçsallaştığını göstermektedir. Ağa’nın sürü üzerindeki tavrı, yöneticilerin toplumdan aldıkları kaynaklara karşı sergiledikleri “Bu benim hakkım” anlayışını temsil eder.

Soru: Bir yönetim sistemi, halktan aldığı vergileri nasıl kullanıyor? Bunun hesabı şeffaf bir şekilde millete verilebiliyor mu, yoksa üstü örtülmeye çalışılan bir hikâye mi yaratılıyor?

2. Savurganlık ve Kaynak Yönetimi

Fıkrada, Ağa 100 toklunun akıbetini anlatırken birbiriyle ilgisiz bahaneler sunar:

  • Doğal afet (şimşek, yağmur),

  • İnsan hataları (çobanın hırsızlığı, kasap için verilenler),

  • Hayvanların doğal ölüm süreçleri (uçurumdan düşme, korkudan ölme),

  • Ve en nihayetinde “kendi çıkarını koruma” (birini Kürt’ün yemesi).

Bu, aslında kaynakların harcanışına yönelik kamuoyunda oluşturulan kafa karışıklığına benzetilebilir:

  • Doğal felaketler, ekonomik krizler bahanesiyle savurganlıkların aklanması,

  • Bürokrasinin hantallığından doğan israf,

  • Bazı bireylerin veya grupların kişisel menfaatlerini toplumun çıkarlarından üstün tutması.

Modern sistemlerde devlet, bireyden çok daha büyük bir sermaye ve kaynak yönetimi gücüne haizdir. Ancak bu gücün suistimali, hem maddi hem de manevi kayıplar yaratır.

Soru: Toplum, yönetimlerin savurganlıklarını nasıl sorgulamalı? Kayıpların hangi kısmı gerçekten kaçınılmaz, hangisi manipülasyonla meşru kılınıyor?

3. Manipülasyon ve Halkın Algı Yönetimi

Fıkranın doruk noktasında, Ağa kendine dökülen yoğurtla yüzünü silerken “Yüzümüzün akıyla hesabı verdik” der. Bu, yöneticilerin, hesap verme gerekliliğini bir başarı gibi göstermesine benzer. Gerçekte yaşananlar, her ne kadar hesap verememeyi kanıtlasa da halkın algısının yönetilmesiyle bu durum bir erdem gibi sunulabilir.

Tarihsel Örnekler:

  1. Krallar ve Mutlakiyet Dönemleri: Kralın “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olduğu inancı, onun hatalarını örtmede etkili bir argüman oldu.

  2. Modern Politik Manipülasyonlar: Demokratik rejimlerde dahi propaganda teknikleri, medya kontrolü ve bilgi asimetrisi yoluyla benzer bir algı yönetimi sürdürülmektedir.

Soru: Halk, algı yönetimini nasıl fark edebilir? Gerçek hesap verme mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?

4. Toplumsal Yaşamın Bütünsel Birimleri

Bir toplumun bütünsel sağlığı, sadece yönetimlerin değil, bireylerin, toplulukların ve kurumların da adil ve hesap verebilir şekilde davranmasına bağlıdır. Fıkradaki diğer unsurları toplumsal birimler olarak ele alırsak:

  • Toklular: Halkın bir bölümünü temsil eder. Çoğu kez sessiz ve edilgen bir şekilde sürece dahil edilir.

  • Köylü: Hakkını sorgulayan bilinçli bir vatandaşı temsil eder.

  • Çoban: Gücünü kötüye kullanma potansiyeli taşıyan aracı kurum veya bireylerdir.

  • Ağa: İktidarın odağıdır; hem yönlendirici hem de manipülatördür.

Bu birimler arasında sağlıklı bir işleyiş kurulmadığında, toplumun genel işleyişinde aksaklıklar ortaya çıkar.

Soru: Yönetim, kurumlar ve bireyler arasında karşılıklı denetim nasıl sağlanabilir? Tüm tarafların sorumluluklarını yerine getirdiği bir toplumu nasıl inşa edebiliriz?

Yönetim ile Milletin Hesaplaşması

Fıkra, basit gibi görünmekle birlikte, toplumsal yapıya dair önemli sorular sormamızı sağlıyor. Yönetimler:

  • Toplumun emanetini nasıl koruyacak?

  • Kaynakları savurmadan adaletli bir şekilde nasıl kullanacak?

  • Hesap verme mekanizmasını meşru ve şeffaf şekilde nasıl kuracak?

Aynı şekilde halk da sorgulayıcı bir bilinç geliştirmeli; manipülasyonları fark edip gerçek hesap verme kültürünün yerleşmesini sağlamalıdır. Ağa’nın yüzüne yoğurdu döken köylü, belki de bu hesaplaşma sürecinde olması gereken ilk adımdır: Hak aramak, hesabı sormak ve göz boyamalara kanmamak.

Son Söz: İster Ağa olun, ister köylü, herkesin bu dünyadaki sorumluluğu adalet terazisinde sınanacaktır. Yüz akı, yalnızca hakka uygun davrananların sahip olacağı bir erdemdir.

Bahadır Hataylı/27.12.2024/Sancaktepe/İST

22 Yıllık AKP İktidarının Sosyolojik Değer Analizi

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 2002 yılından itibaren süregelen 22 yıllık iktidarı, Türkiye siyasetinde ve toplumsal yapısında çok derin izler bırakmıştır. AKP'nin yola çıkışı, muhafazakar-demokrat bir ideolojiyle özdeşleştirilmiş; ıslahatlar ve "değerlere dönüş" çağrısıyla geniş halk kitlelerinin desteğini kazanırken, ahlaki ve toplumsal yapıya vurgu yapılmıştır. Ancak bu dönem, aradan geçen yıllarla birlikte, söz konusu değerlerin hem korunması hem de geliştirilmesinden çok, dejenerasyona ve yozlaşma eleştirilerine konu olmaktadır.

AKP iktidarı döneminde inancın ve ahlaki değerlerin sosyolojik perspektifle nasıl değiştirildiğini ele almakta ve aile, eğitim, dayanışma, sevgi, saygı, paylaşım, kardeşlik ve merhamet gibi temel insanı kavramlardaki yozlaşmanın nedenlerini çarpıcı örneklerle irdelenecektir.

1. AKP'nin "Değerler" Retoriği ve Gerçeklik Arasındaki Çelişkiler

AKP'nin söylemi, geleneksel değerleri canlandırma, toplumu birleştirme ve ahlaki erozyonla mücadele üzerine yoğunlaşmıştır. Ancak, bu vaatlerin toplumsal gerçeklikle uyuşmadığı birçok çelişki çıkarmıştır:

  1. Ahlaki Değerlerdeki Çift Standartlar: Kamusal hayatta ahlakın korunması vurgulanırken, iktidar temsilcilerinin adı karışan yolsuzluk skandalları ve özel hayata dair çelişkili tutumlar, özellikle gençler arasında "ahlakı" sorgulanır bir kavram haline getirmiştir.

  2. Din Üzerine Araçsallaştırma: Toplumun maneviyatıyla özdeşleşen kavramların siyasi propaganda malzemesi haline getirilmesi, dini söylemlerin otantikliğini zedelemiştir. Caminin sosyolojik birleştirici özelliğindense siyasete alan açmak için kültürel bir göstermelik malzeme yapıldığı eleştirileri, bu tespitin önemli kanıtlarındandır.

  3. Medyanın ve Dizilerin Etkisi: Toplumu yönlendiren popüler dizilerde aşırı bireysellik, entrika ve öz değerlerden uzak hikâyelerin "toplumun aynası" diye sunulması, temel değerlerin yozlaşmasında çift yönlü bir rol oynamıştır. AKP destekli medyanın dahi bu tarz yapımlara çanak tutması manidardır.

2. Aile Kurumu ve Dayanışmanın Dönüşümü

Aile, Türk toplumu için daima bir köşe taşı olmuştur. Ancak AKP döneminde ailenin korunması retoriğine rağmen gözle görülür bir zayıflama söz konusu olmuştur:

  1. Boşanma Oranlarındaki Artış:
    2002 ile 2024 yılları arasındaki boşanma oranları dramatik bir artış göstermiştir. İktidarın bu konuya olan ilgisizliği veya sadece "kadın ve aile” temsiliyetindeki sığ politikaları, daha derin bir toplumsal destek ihtiyacını gözler önüne sermektedir.

  2. Ekonomik Baskılar:
    Enflasyon, alım gücü kaybı ve işsizlik oranları, aile yapısında ciddi strese sebep olmuş; "birlikte yükü paylaşma" hissinden uzak, bireysel kaçış yolları arayan kitleler oluşmuştur.

3. Eğitim ve Toplumsal Bilincin Değişimi

Eğitim, bir toplumu geleceğe taşıyan en kritik dinamiklerden biridir. Ancak AKP dönemindeki eğitim politikaları, eleştirilerin merkezinde yer almıştır. Özellikle "değerler eğitimi" retoriğiyle yola çıkılırken, uzun vadede yozlaşma eleştirileri yoğunluk kazanmıştır:

  1. Eğitim Sistemi ve Adalet: TEOG, LGS gibi sınav sistemlerindeki sık değişiklikler, hem öğrenciler hem de aileler için derin strese neden olmuş ve sistemin kaotik yapısı eğitim kalitesini olumsuz etkilemiştir.

  2. Değerler Eğitiminin Anlam Kaybı: Ders kitapları ve mücerret eğitim politikalarında sevgi, saygı gibi değerlere vurgu yapılırken, söylemden öteye geçemeyen bu mesajlar uygulamada toplumda yankı bulmamıştır.

  3. İmam Hatiplerin Artışı ve Nitelik Tartışması: AKP döneminde İmam Hatip liselerinin sayısındaki belirgin artışa rağmen, bu okullardaki mezunların akademik başarılarının düşüklüğü sık söz konusu edilmiştir. Bu durum, "maneviyata odaklanılırken liyakatin ve eğitim niteliğinin ihmal edilmesi” olarak eleştirilmiştir.

4. Sevgi, Merhamet ve Dayanışmanın Eriyen Etosu

Toplumu bir arada tutan öz, sevgi, merhamet ve dayanışma değerlerinde hissedilir bir çözülme yaşanmıştır. Bu erozyon, özellikle küreselleşme ve tüketim çağıyla da pekişmiştir:

  1. Yardımlaşmanın Politize Edilmesi: Ramazan yardımları veya gösterişe dayalı kamu projeleri aracılığıyla "yardımlaşma" değerinin siyasallaştırılması, bu etkinliklerin halktan ve kalpten uzaklaşmasına neden olmuştur.

  2. Komşular Arasındaki Kopuşlar: Geleneksel dayanışma hissi yerine, bireyci hayat tarzlarının yaygınlaşması, toplumsal bağları zayıflatmış ve insanlar arasında "yalnız adalar" örüntüsü ortaya çıkmıştır.

Gerçeklerle Yüzleşme Çağrısı

22 yıllık AKP iktidarı, ahlaki ve manevi değerlere dönüş sözüyle başlasa da, sosyolojik bir perspektiften bakıldığında bu değerlerin çoğunun yoğun bir dejenerasyona uğradığı görülmektedir. Aile kurumu zayıflamış, eğitim sistemindeki kaotik yapı geleceğe olan umutları ötelemiş, sevgi ve dayanışma gibi temel insani değerler erozyona uğramıştır. Toplumun kendi özüyle yüzleşmesi, bu sorunlara çözüm bulmasıyla ancak  halledilebilir. Bu yolda gerçekçi ve kapsayıcı yaklaşımlar, değerlerin yeniden ihya edilmesine vesile olabilir.

Bahadır Hataylı/24.12.2024/Sancaktepe/İST