7 Kasım 2024 Perşembe

İtibarın Gölgesinde İsraf-Devlet Harcamalarının Şeffaflık Sınavı

Devlet yönetiminde “itibarda tasarruf olmaz” ilkesinin ardında, aslında geniş çaplı bir israf kültürü yatmaktadır. Bu anlayışa göre itibar, ölçüsüz harcamalarla desteklenmeli, ihtişamın kaynağı da devlet hazinesinden sağlanan ödeneklerle sağlanmalıdır. Ancak bu perspektifin arka planında, devletin mali kaynaklarının hoyratça harcanması ve hesap verilebilirliğin devre dışı bırakılması gibi büyük riskler bulunmaktadır. Çünkü “itibarı koruma” gerekçesiyle harcamalarda sınır tanımayan bir yönetim, denetleme ve hesap sorulma süreçlerinden rahatsızlık duyar. Bu, şeffaflık ve hesap verilebilirlikten kaçınılan bir yönetim zihniyetinin en temel göstergesidir.

Devlet yönetiminde harcamalar konusu, bir ülkenin toplumsal refahını, ekonomik istikrarını ve hukuki yapısını doğrudan etkileyen kritik bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle "itibarda tasarruf olmaz" ifadesi, devletin sahip olduğu kaynakların ne denli sorumlu bir şekilde kullanıldığını sorgulamamıza vesile olur. Bu cümlenin ardında yatan düşünce, devlet yöneticilerinin harcamalarda bir sınır tanımadıkları gibi, bu sınır tanımamazlığın devletin itibarını artırdığı inancını taşımaktadır. Oysaki, devleti güçlü ve itibarlı kılan, israf ve şatafat değil; şeffaflık, hesap verebilirlik ve topluma hizmet edebilme kapasitesidir.

Devletin en üst makamında yer alan yönetici, lüks harcamaları devletin saygınlığına doğrudan katkı sağlayan bir unsur olarak görüyorsa, devletin kaynaklarını ölçüsüzce ve sınırsızca kullanmayı kendine hak olarak görecektir. Bu tür bir yönetim anlayışı, doğal olarak, harcamaların denetleneceği bir sistemin varlığından rahatsızlık duyacak ve kendisini kontrol eden mekanizmaların işleyişini engellemeye çalışacaktır. Çünkü denetim mekanizmaları, israfı ve yolsuzluğu tespit ederek kamu kaynaklarının doğru kullanılıp kullanılmadığını gözler önüne seren unsurlar olduğu için, harcamada sınır tanımayan bir yönetim için her zaman bir tehdit oluşturacaktır. Dolayısıyla, "itibarda tasarruf olmaz" ifadesinin altında yatan bu tür bir düşünce yapısı, yalnızca kamu kaynaklarının hoyratça harcanmasını meşrulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda denetim mekanizmalarının etkisizleştirilmesine de zemin hazırlar.

Bu bağlamda, eğer bir devlet sürekli tasarrufa gidileceğini belirterek kamusal alanlarda kısıtlamalar getirirken aynı zamanda makam araçlarına milyonlarca dolarlık harcamalar yapıyorsa, bu açıklamalar halk için ne kadar inandırıcı olabilir? Ekonomik zorluklarla mücadele eden halkın gözünde, devletin şatafatlı ve lüks içinde yaşaması, toplumun refahından ödün verilerek oluşturulmuş bir zenginlik olarak algılanacaktır. Halk, kendi vergileriyle finanse edilen bu harcamaların, kendi ihtiyaçlarından çok yöneticilerin lüksüne hizmet ettiğini düşündüğünde, devlete duyulan güven hızla azalacaktır. Üstelik bu süreçte devletin temel gelir kaynağının yalnızca vergi ve halktan alınan cezalar olduğu dikkate alındığında, toplumun sırtına binen yükün daha da ağırlaştığı gözlemlenir. Özellikle yeni vergi kalemleri eklenerek halkın daha da zorlanması, yöneticilerin toplumun gerçek ihtiyaçlarını göz ardı ettiğini ve kendi refahını ön planda tuttuğunu gösterir.

Denetim Mekanizmalarının Pasifleşmesi ve Hukuk Devletinden Uzaklaşma

Eğer devlet yöneticileri, sınırsız harcama yetkisini kendinde görüyorsa ve bu harcamaların denetlenmesinden rahatsızlık duyuyorsa, böyle bir yönetim anlayışının hukuk devleti ilkelerine uygunluğunu tartışmak kaçınılmaz olur. Hukuk devleti, gücün kontrol edildiği, yönetenlerin halk adına sorumluluk taşıdığı ve tüm vatandaşların yasalar önünde eşit olduğu bir yönetim şeklidir. Ancak, eğer devlet yöneticileri kendilerini bu kurallardan muaf tutarak sınırsız bir harcama yetkisiyle hareket ediyorsa ve denetim mekanizmalarını etkisiz hale getiriyorsa, bu durumda hukuk devleti olma niteliğini kaybetmeye başlar. Yöneticilerin harcamalarından hesap sormayı imkansız hale getiren bu yapı, aynı zamanda toplumun adalet duygusunu zedeler. Kamu kaynaklarının yalnızca belirli bir zümreye hizmet etmesi, toplumun diğer kesimlerinde huzursuzluk yaratır ve toplumun devlete olan güvenini zayıflatır.

Bir devlette israf sınır tanımazsa, bu durum yalnızca ekonomik değil, toplumsal ve psikolojik anlamda da derin yaralar açar. İsraf, devletin kaynaklarını tükettiği gibi, halkın refahını da doğrudan etkiler. Kaynakların israf edilmesi, daha fazla vergi ve ceza yoluyla halktan alınan payın artırılmasına neden olur. Böylelikle halk, ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken, bir yandan da yönetimden uzaklaşarak adaletsizliğe maruz kaldığı hissine kapılır. Bu durumun psikolojik etkileri de küçümsenmemelidir. Toplum, yöneticilerin lüks içinde yaşarken kendisinin sürekli ekonomik baskı altında olduğunu hissettiğinde, aidiyet duygusunu kaybeder ve devlete olan güveni sarsılır. Bu güvensizlik, zamanla toplumda huzursuzluğa ve sosyal çalkantılara yol açabilir.

Bu bağlamda, toplumsal sorumluluk bilinci yüksek bireyler olarak, devletin harcamalarını yakından takip etmek ve israfa karşı duruş sergilemek önemli bir görevdir. Devlet yöneticilerinin lüks harcamalarını "itibar" adı altında savunmaları, toplumun refahından çalmak anlamına gelir. Halk, ekonomik zorluklar içinde yaşarken, devletin şatafatlı bir yaşam sürmesi toplumsal adaleti zedelemektedir. Bu nedenle, toplum olarak devlet harcamalarının şeffaf bir şekilde denetlenmesini talep etmeli, harcamaların toplum yararına olup olmadığını sorgulamalıyız.

Devletin halktan toplanan vergilerle şatafatlı bir yaşam sürdürme hakkı yoktur. Bu harcamaların toplum yararına kullanılması gerektiği gibi, harcamalar denetim altında tutulmalıdır. Aksi halde, devletin sahip olduğu kaynakların yalnızca belirli bir zümreye hizmet etmesi, toplumda geri dönüşü zor yaralar açar.

Bahadır Hataylı/07.11.2024/01.30/Sancaktepe/İST

Toplumsal Dayanışma ve İnsanî Değerlerin Krizi

 

Toplumun her kesiminin birbirine bağlı olduğu ve sağlıklı bir toplum yapısının ancak karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ile mümkün olduğu bilinir. Yoksulun, mazlumun, kimsesiz ve çaresizlerin ihmal edildiği bir toplumda insanî değerlerin yavaş yavaş eridiğine, vicdanın köreldiğine tanıklık ederiz. Peki, modern çağda bu değerler ne kadar canlı? Gündelik hayatın akışında, yardıma muhtaç birini gördüğümüzde içimizden gelen yardımlaşma dürtüsüyle mi hareket ediyoruz, yoksa “Benim de kendi dertlerim var” diyerek bir an önce oradan uzaklaşmayı mı seçiyoruz?

Bir toplumun insani değeri, yalnızca refah içinde yaşayanların sayısıyla değil, yardıma muhtaç olanlara nasıl davrandığıyla da ölçülür. Ne yazık ki, kapitalist sistem içinde bireyci bir yaklaşımla hareket eden toplumlar, dayanışma ve yardımlaşmayı bir yük gibi görmeye başlamıştır. Herkesin kendi çıkarlarını öne alarak hareket ettiği bir dünyada “diğerleri” artık önemli değildir. Toplumların bireysel başarıya odaklandığı bu düzen, başkalarının dertleriyle ilgilenmeyi “zayıflık” olarak görürken, aslında asıl zayıflığın empati eksikliğinde yattığını görememektedir.

Kapitalist düzenin temelinde, bireylerin kişisel başarılarına odaklanması, rekabetin ön planda olması yatar. Bu sistemde “yardım etmek” gibi değerler, çoğu zaman ekonomik çıkarın gölgesinde kalır. Kapitalizmin aşılamadığı “ben merkezci” zihniyet, toplumsal değerleri ve ortak iyiliği hiçe sayar. Çoğu insan, başkalarının sorunlarıyla ilgilenmek yerine kendi kazancını artırma peşine düşmüş durumdadır. Bu bireyci tutum, toplumların içten içe çökmesine sebep olmaktadır. Peki, bu düzenin sonucu olarak insanlar ne kazanıyor, ne kaybediyor? Kendi çıkarlarımız için toplumsal değerlerimizi yok ettiğimizde geriye ne kalıyor?

Dünya çapında sayısız başarı hikayesi, büyük servet biriktiren isimler örnek gösterilirken, göz ardı edilen şey, bu başarının kimlerin sırtına basarak elde edildiğidir. Oysa gerçek başarı, sadece bireyin değil, toplumun ve insanlığın yararına olanı yapabilmekten geçer. Kapitalist düzenin hakim olduğu toplumlarda bu anlayışa rastlamak zordur çünkü bu düzende, “başarılı” olmak için başkalarını görmezden gelmek, hatta gerektiğinde acımasız olmak bir başarı sayılmaktadır.

Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşayan, imkansızlıklar içinde mücadele eden aileleri düşünelim. İş bulamayan bir baba, çocuklarını doyurmakta zorlanan bir anne ya da okula gidemeyen bir çocuk… Bu insanlar, yardım eline ihtiyaç duyar ancak çoğu zaman kimse onların yaşadığı dramı görmezden gelir. “İhtiyaçları olmasına rağmen yiyeceği; yoksula, öksüze ve tutsağa yedirirler.” ayetinin ruhunu yansıtan kaç kişi kalmıştır? Herkesin kendi konforunu ön planda tuttuğu bir toplumda, yardıma muhtaç kişilere sırt çevirmek, insaniyetin sessizce yok olması anlamına gelir.

Bu öyküler, toplumumuzda “normal” olarak kabul edilen adaletsizliklerin birer yansımasıdır. İşte bu noktada, bireysel çıkarlarımıza öncelik vermenin ne denli yanlış olduğunu fark etmek zorundayız. Sadece kendi rahatımız için yaşadığımızda, aslında hayatın en önemli anlamını kaybettiğimizin bilincine varmamız gerekir.

Bir toplum, bireylerin bir arada yaşama isteği ile kurulur ve bu bir arada yaşama isteği, aynı zamanda karşılıklı sorumlulukları da beraberinde getirir. Toplumun zayıf kesimlerine, ihtiyaç sahiplerine destek olmamak, o toplumun bütünlüğünü tehlikeye atan bir yaklaşımdır. Sosyal dayanışmayı reddetmek, yalnızca bireylerin değil, tüm toplumun zarar göreceği bir durumu yaratır.

Günümüzde sosyal eşitsizliğin artması, toplumsal huzursuzluk ve suç oranlarındaki yükselme, yardımlaşmanın ihmal edilmesinin en somut sonuçlarıdır. İhtiyaç sahiplerine sırt çevirmenin toplumsal uyumu bozduğu aşikardır. Bir toplumda yardıma muhtaç kesimlere gereken önem verilmediğinde, bu kesimlerin topluma karşı olan bağlılığı azalır ve dolayısıyla toplum içindeki kopmalar başlar. Bir binayı güçlü yapan temel taşıdır; ancak o temel taş çatlamaya başladığında tüm bina çöker. Yardımlaşmayı ve dayanışmayı ihmal etmek, toplumun temel taşını çatlatmak demektir.

İslam dininde, yardımlaşmanın, paylaşmanın ve mazlumun yanında olmanın önemi büyüktür. “İhtiyaçları olmasına rağmen yiyeceği; yoksula, öksüze ve tutsağa yedirirler” ayeti, bu temel ilkeyi en güçlü şekilde ifade eder. İslam’ın öğretisinde, insan, yalnızca kendi rahatını ve çıkarını düşünen bir varlık olmaktan ötedir. İhtiyaç sahiplerine yardım etmek, bir görevden ziyade, bir imtihandır. Zira Allah, verdiği nimetleri aynı zamanda bir sınav aracı olarak kullanır ve insanın bu nimetleri nasıl değerlendirdiğine göre bir ahlaki sınavdan geçirir.

Bugün, kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu ayetin muhatabı olan toplumlar, bu öğretiye ne kadar sadık kalıyor? Eğer toplum olarak Allah’ın emirlerine uygun yaşamıyorsak, yani yoksulu, yetimi, çaresizi görmezden geliyorsak, bu ihmalin bedelini hem dünyevi hem de uhrevi anlamda ağır bir şekilde ödemek durumunda kalabiliriz. Çünkü insani değerlerimize sırt çevirmek, yalnızca maneviyatımızı değil, dünya üzerindeki huzurumuzu da yok eder. Allah’ın bize bahşettiği nimetleri paylaşmaz, muhtaçlara yardım elimizi uzatmazsak, bu nimetlerin elimizden alınacağı ve dünyada huzursuzlukla sınanacağımız bilinciyle hareket etmeliyiz.

Erol Kekeç/07.11.2024/00.30/Sancaktepe/İST