“Sükûn bulup huzura ulaşasınız diye sizi yarattığımız özden size eşler yarattık…”
Rabbimizin bu ayeti
ile yaşamlarımız arasında nasıl bir ilişki var diye gerçek yaşama baktığımızda,
hayatlarımız tarumar olmuş ancak hala kendimizi fildişi kulelerde görüp oradan
aşağı inerek halimizi görmek istemiyoruz. İnsan o kadar kendi özünden uzaklaştı
ki kendini bulan ve kendi özüne uygun yaşayanlara helal olsun demek düşüyor
bize…
Bir türü meydana getiren iki ayrı parçadan oluşan bir bütün
olduğumuzu, sanıyorum kavramadık. Dişiyi kendi başına yaşayan bir varlık,
erkeği kural dinlemeyen bir yaratık olarak görmüş olmalıyız ki, iki parçayı
ancak bu kadar birbirinden koparma çabası içinde olmalıyız. Yeryüzü, insan
olunca değer buldu, insan yoksa yeryüzünün ne anlamı olabilir ki! Geçmiş
makalelerimde dişi ve erkeği su ile toprak karşılaştırması yaparak açıklamaya
çalışmıştım. Benim, Allah’ın Kitabı Kitabul Hikmetten anladığım, böyle olduğu
kanısını bende uyandırdı. Toprak bir yatak, yuva tüm varlığın tohumunu orada
barındırmasına rağmen, onları hayata kavuşturma gücüne sahip değildir. Onları
canlandırıp yaşam alanına taşıyan sudur. Su olmadan toprak ne kadar verimli
olursa olsun, hiçbir ürün ortaya çıkaramaz. Ama su ile karışımından kâinat oluşuyor.
Mikro kozmos insanın varlığı da kâinatın bir örneğidir. Bu örneği anlamayan ve
bundaki ayrıntı ve inceliklerden aciz varlıklar kâinatın işleyişini nasıl
anlayabilirler ki!
Yeryüzü o kadar kirlendi ki, tağutlar haydutlar hakikati
yamulttular ve kendilerini yeryüzünün tek hâkim gücü olarak adlandırdılar.
Bunların belirlediği sınırlar içinde, o çerçevenin dışına çıkmadan onların
istediği gibi bir hayatı oluşturma çabamız anlamsız bir korku senaryosuna
döndü. Bu korku senaryosunda rol alan karşı cinsler, birbirini düşman bilerek,
senaryo içinde kendilerine verilmiş ve biçilmiş olan rollerini canhıraş bir
şekilde oynama gayreti içine girdiler. Sonrası malum, dağılmış bir yaşam,
sonunu hızlandıran varlıklar, nefret ve kin üzerine oturmuş bir gelecek, hırs
arzu ve isteklerden oluşan hayat listesi içinde bocalayan, kendinden
uzaklaştıkça kendisini bulacağını sanan, beyinleri atalete uğramış bilinçleri
kırılmış, algılama ve anlama yetileri iflas etmiş, muhakeme kabiliyeti
bombalanmış insan diye isimlendirilen kof varlıkların anlamlı yaşam mı
kuracağını sanıyoruz. Bu saydıklarım insanın kendinden kopuşunun görünen
nedenleri…Bu kopuşta her ne kadar tağutlar, belli plan ve programları uygulayarak
bir imha sürecini sürdürmüş olsalar da toprak buna uygun olmamış olsaydı, onlar
bunu başaramazlardı. Ancak belli bir noktaya kadar gelmede başarılıdırlar.
Bundan sonraki süreçte ne kadar başarılı olup olmayacaklarını, insanın kendine
dönüşü ve mutlak hâkimin doğrudan yaşama müdahalesi ancak belirleyecektir.
İnsan dirilip kendine gelir ve insani kimliği ile yeryüzündeki önemini
kavrayarak toprak ile suyun birleşiminden verimli bir üretim gerçekleşirse,
yaratan insana süre verecek, ancak öyle bir dönüşüm ve yönelim olmazsa hem
tağutlar hem de bizler için hüsran olan bir sonla karşılaşacağız.
İki süjeyi insan olarak ele alıp öyle görmek istiyorum. Ancak
yeryüzü evreninde dişil süje genellikle bir nesne olarak ele alınmış, erkek ise
belirleyici bir süje hatta yaşadığımız evrenin tek belirleyeni olarak görülmüş,
öylece yaşadığımız evren planlanmıştır. Bu süreç zaman ilerledikçe hastalıklı
ortamların genişlemesini sağlamış ve giderek evrenimizi kuşatan nefes almakta
zorlandığımız bir sera tabakası gibi yaşam alanımızı sarmalamış. Bu sera içinde
kalan varlık insanın, iki parçası da aşırı gerilimlerden ve yaşadığı anlamsız
mücadeleden etkilenerek birbirini kemirecek duruma gelmiştir. Aslında insanı
yok etme planları bizi bu sarmalla kuşattıkları zaman başlamış oldu. İnsan bu
sarmalın içinde olmasına rağmen bunun farkında olmadığı için kendini tamamlayan
parçasını kendinden kopararak yaşayacağını ve daha anlamlı bir yaşam süreceğini
sanmıştır. Ne yazık ki, birbirini itici iki farklı canlı gibi gören parçalar,
kendi çıkmazlarının içine girerek mutlu bir hayatı düşleyen ama asla
ulaşamayacakları bir düşün peşinde parçalanmaya başladılar. İnsanı bu mağaradan
çıkaracak olan aydınlık yine kendi içindeki ruhun aydınlığına kavuşmasıdır.
Ruhun aydınlığında yaşadıkları evreni tahlil ederlerse yeniden bir başlangıç
yapabilirler. Aksi halde insan, içine girdiği bu sera içinde nefessizlikten
bunalarak patlayacaktır.
Dünya ve içindekilere sahip olma ve sahip oldukları ile
varlık evreninde bir değer kazandığını sanan varlık, kendisi için en büyük
tuzağı kendisi kurmuş olur. Çünkü insanın değeri Ruhun uçsuz bucaksız kendi
arayışıyla ancak anlam bulur. Bedenin hazlarını arttırmak ve onun daha kolay
yaşayacağı imkanlara ulaşması, onun değerini belirlemez. Sadece insan sahip
olduğu nesnelerle bütünleşerek onlarla kendini tanımlamaya başlar ki, bu durum
insanın bir özne olmaktan çıkıp nesneye dönüşmesinin adıdır. Nesnelerin nerede
ne zaman özneden daha üstün olduğu görülmüştür. Lokomotif olmadan arkasına
takılan vagonların çok değerli olduğunu söylemek nasıl ki onları değerli
kılmazsa, insanın kendisi olmadan, elde ettiği kazanımlarıyla değerli olacağını
sanması da böyledir.
Bundan dolayıdır ki, öncelikle insanın evrendeki yeri ve
değerini bilmek zorundayız. Evrenin bile anlamlı olup olmaması insanın idrakiyle
ilgilidir. İnsan evreni anlamadan kendinin özne olup olmadığını bilemez. Aşık
Veysel’in deyimiyle,” Güzelliğin on para etmez bu bende ki aşk olmasaydı. Yani
algılayan bir özne varsa kâinatın anlamı ortaya çıkıyor. İşte, insan kâinatın
anlamını anlayan tek varlık yeryüzünde…Ancak insanın bu değerini ondan alarak
onu bir nesneye dönüştüren tağutların işlettiği çarklar arasında, insan eriyip
giderken bunu fark ederek kendine gelmeyi düşünecek cesareti kaybettiği için bu
günkü karanlıkların kurbanı olmuştur.
Ne yazık ki insanın önemli bir parçası olan ve insanı ortaya
çıkaran tamamlayıcı unsura biçilen roller onu kendinden uzaklaştırıp,
özgürlüğünü imha ettiği halde o özgürlüğüne kavuşmuş bir fert gibi ben
buradayım sesime gel diyen kör ebe oyununda bir oyana bir buyana koşarak
aradığını bulacağını sanmaktadır. Oysa aradığını zaten ondan alan sesime gel
diyen tağutlar olduğunun farkında değil. Hafta sonu şehrin mağazalarını bir
gezelim piyasada ne var acaba demiştik, gördüklerim karşısında hayal kırıklığı
yaşamadım ancak gördüklerim benim tahminlerinin ötesinde insanlığın
nesneleştiğini bana gösterdi. Mağazaların tamamı tıklım tıklım ve içindekilerin
neredeyse yüzde yüzü dişil cinsiyetlerden oluşuyordu. Erkekler de var ancak
onlar genellikle para ödeyen ya da eşleriyle oraya gelmiş olanlardı. Onlar
sadece bir görüntüydü. Ancak tüketim dişillerin elindeydi. Böyle bir
keşmekeşlik ve doyumsuzluk acaba neden olabilir, insanların geçmişte
ulaşamadıkları isteklerine şimdi imkanları çoğaldığı için bilinçaltı patlaması
mı yaşıyorlar diye düşünürken gördüğüm manzaralar öyle bir ihtimalin ancak yan
ve etkileme yüzdesi düşük olan değişken olacağı izlenimini bende uyandırdı.
Çünkü geçmişteki imkanlar sınırlı olduğu gibi alınacak ürünlerde sınırlı
olduğundan böyle gecikilmiş bir istek patlamasının olması çok zordu. Ancak
geldiğimiz noktadan baktığımızda, dişil cinsiyetin kaybolan kendisini
bulacağını ona inandıracak çok ürün üretilmişti. Bu ürünlere sahip olduğunda kişi
kendisi olacağını ve dışındakilerin kendisini fark edeceğini düşünüyor
olabilirdi. Yani sahip olduğunu sandığı ürünler onun önüne bir tercih olarak
konulmamıştı, onların hepsine ya da her birinden birine sahip olduğunda onları
üzerinde göstererek, onlarla bir poz verip sosyal paylaşım sitelerinde onları paylaştığında
ve ona gelecek beğenilerle daha bir fark edileceği inancı ona verilmişti. Bu
duygularla değişik pozlar için değişik giyim kuşam alabilme çılgınlığı yarışına
tutulanları gördüğümde, yaşam evrenimizin neredeyse tamamı nesnelerden oluşan
varlıklara ev sahipliği yaptığını düşünmemek elde değildi. Bunları neden mi
anlatıyorum, dişinin dünyası sahip oldukları ve olacakları ile kendisini
tanımlayan bir nesneye ait olma kimliğiyle özetlenmişse, dünya zaten başımıza
yıkılmış demektir. Yıkılan dünyanın enkazında aradığımız kendimizi ne kadar
bulabiliriz dersiniz inanın onu ben de bilmiyorum…
“Başa döndüğümüzde, huzur bulup sükûnete kavuşup dinginleşmek
için yaratılan eşler” Huzuru yeryüzü canavarlarının ürünlerine abonman olmakta buluyorsa,
erkeği de elbet bu cazibe merkezi olanlardan hangisi nefsinin hoşuna giderse
orada bulacağından kuşkunuz olmasın. Böylesi çelişkiler ve sıradanlıkların
insanın önemini ve değerini alıp götürdüğü bir yaşamda sizler huzuru
bulamayacağınız gibi, sadece birbirinizin huzurunu bozarsınız. Erkeğin elindeki
oyuncağı telefonunu almanız onun dünyasını allak bullak eder, kadının tüketim
çılgınlığına bir sınır koymanız onu depresif yapar bu defa psikologlardan
çıkamaz hale gelirsiniz. Yani kendinden uzaklaşanların huzuru aradıkları her
ortam, insanın huzurunu bozmada bir o kadar etkili olmuş ve önüne geçilemez bir
savrulmaya yol açmıştır. İnsanın insanlığının imha olduğu, seçebilecek ayırıcı
kabiliyetlerin ortadan kalktığı bir zamanda, onun ancak bir nesneye dönüştüğüne
şahit olursunuz. İnsan yuvarlanan bir nesne olmamış olsa, kendi hayatını ona
zindan edenlerin, bu kadar söz sahibi olmasını düşünebilir misiniz? İnsanlığı
yok edenlerin planları hiçbir engel gözetmeden yoluna devam ediyorsa,
yaşadığını sandığımız ve süje olduğuna inandığımız insanın, kendisini yeniden
sorgulaması kaçınılmazdır. Sürüler ancak bir yerden bir yere götürülür, oysa
insan seçim yetkisine sahiptir, gider. Olumlu ve olumsuzluktan herhangi birini
yapana sorsanız neden bunu yaptın, öyle, yaptım işte cevabını alıyorsunuz, bu
örnek onun bir süje olmadığının kanıtıdır. Sokak röportajlarında çoğu zaman
denk geldiğim bazı kareler oldu, mesela, herhangi bir dine inanıyor musun,
bilmiyorum, öyle mi, yani, mesela gibi kısa ve anlamsız sözcüklerle
geçiştirdiklerine şahit oldum. Bu örnekler düşünebilme kabiliyetini kaybetmiş
ve kendisini yormak istemeyen yollara yönlendirilmiş gerçek nesneleşmiş
varlıklara birer örnektir. Böyle basit ve sıradan yaşama sahip varlıkların
kendisi için, özünden ona huzur verecek ve sükunete erdirecek eşlerin var
edilmesi ne kadar anlam ifade eder ki! Dolayısıyla anlamsız hayatlar
gerçeklerin yerine geçer, herkes bu anlamsızlıkları insanın olması gereken
yaşamı gibi düşündüğünde, o zaman huzur sizin mıntıkanıza uğramaz. Evlilik
olarak bildiğiniz yaşamların geneli birbirinden kurtulmak için gün sayar. Ne
yazık ki, yaşadığımız ortam ve dünyanın yaşam olarak geldiği nokta buralar
oldu.
Konumuzun başına döndüğümüzde tekrar ediyorum, susuz bir
tohum gövermez, toprak olmadan tohum kök salmaz ve su rahatlayacak yere hasret
kalır. Tohumdan insana can veren Allah’ım, bizim dağılmakta olan yaşamlarımızın
gerçek nedenlerini bize gösterecek aydınlık ve onları doğru anlayacak hikmet,
gerekli tavrı koyacak kararlılık, devam ettirecek güç, sebat edecek direnç, karşılaşacağımız
zorluklara dayanabilecek sabır, her şartta hakka ve hakikate şahitlik edecek,
iyiliği anlatıp kötülüklerden (olumsuzluklardan) uzaklaştıracak enerji bağışla.
Yoksa bu karanlıklar bizleri tüketecek, Rabbimiz gelecek günlerimizin aydınlık
yarınlarda çizilen haritalarda bir cazibe merkezi olacak yaşamlar olmasını
sağla, bizlere acı ruhumuzu özgürleştir, ufkumuzu aç, bize katından bir rahmet
bağışla, yeryüzünde tüm insanlığın kendilerine bakarak hayatlarını
düzenleyeceği bir saat kulesi gibi abideleşen hayatlar bize bağışla…Göz
aydınlığı nesiller ve emin ellere kapıların emanet edildiği güven temelinde
huzurun fışkırdığı ortama bizleri kavuştur…
Selam ve muhabbetle kalın sağlıcakla…Devam edecek….
Erol KEKEÇ/13.06.2023/13.34/Namazgah/İST.