Hiçbir şeyi özlemiyorum, kendimden kaçıyorum, kara trenin çıkardığı dumanlardan genzim daralmış gibi hissediyorum kendimi. Yorgun bir kaptanın, batmak üzere olan ve dalgalar arasında bir o yana bir bu yana sallanan eski bir gemide, mürettebatın uykuya daldığı batmak üzere olan geminin gövdesine asılmış gibi haykırıyorum; batmakta olan bir gemideki yolcuları uyandırmak için…
Nice zamanlar uykusuz, geceden kalan yorgunluğumu şafak ışıklarından sızan aydınlıklara bırakarak, soluksuz mücadelemin kırılganlıkları sanki beni benden alıp götürecek, gök kubbe gibi çöreklenmiş üzerime!
Ben yalnızlıkların ortasında toplum olarak yaşarken bir başıma, şimdi kalabalıklar içinde yalnızlığın kollarında, can vermemenin mücadelesini veriyorum kendi içimde! Böyle buyurdu Zerdüşt diyen Nietzsche gibi, ben de kendime buyuruyorum bundan böyle, kimseye buyuracak mecalim kalmadı, kalabalıklar içinde yalnızlık kulübeme çekildim; elimde olmadan tercihlerim arasında yalnızlık yerini aldı…
Bir hengâme ki sormayın gitsin, şenlikli toplum ancak bu kadar darbukatör bayram gibi, insanları oynatarak kendinden geçirir. Kimseye mesajım ulaşmadığına göre darbukatörün ritmi herkesi kendinden alıp başka bir âleme taşımış, hayaller orada koşarken, bedenler gözümün önünde yorgun ve bitap düşmüş, ses bombasına tepki veremeyecek durumda mecalsiz ve sarhoş…
Böyle bir yaşamın tam ortasında yalnızlık kulübemin çıtaları arasından şafağın ışıkları yüreğime yansırken, gözlerimin içine sanki aydınlık çöküyor gibi gözlerimde de parlaklıklar yerini hemen alıyor. Ben karanlık bir ortamın etrafta görülmeyen ışıklarını kendi içinde saklayan ateşböceği gibi bir yanıp bir kayboluyorum, sanki Mani-melankoli nöbetlerini, aydan med-ceziri devralmış gibi şaha kalkıyor dalgalarım ve arşı alaya çıkıyor. Dalgalar çekilirken susuz balık gibi karada can çekişiyor gibi kendimi hissediyorum… Yalnızlık, bahtıma yazılan bir kader gibi kendimi kendimden kurtaramıyorum ve kalabalıklara veda ederken, ardımdan zılgıt çekerek gözyaşı dökenleri arakama bakmadan da görebiliyorum.
Bir umut türküsü ile başladığım hayatın yolu, masallarda anlatılan ve kimsenin ulaşamadığı dev karısının yaşadığı Kaf Dağına döndü… Bu kadar zor bir yola çıkmadığımı biliyordum ancak yolların sırtına vurulan ağırlıklar o kadar omzuma çöktü ki, yolların tüm ağırlığının sorumlusu benmişim gibi kimsenin yüzüne bakamama kaygısıyla, kalabalıklar içinde yalnızlığa çekilmeyi seçtim. Böyle bir hayat olur mu, sen sana dokunmayana neden kafanı takıyorsun diye, bana öğüt gibi şeytanın sesiz çaldığı ıslıklarla üfürükçülük yapanların nasihatlerine çok şahitlik ettim. Ancak o nasihatler beni ve yüreğimi parçalayıp içime ateşler saçtı. Bu ateşler o kadar kavurdu ki içimi, nerede yaralı bir yürek görsem dayanmaz oluyor ayaklarım, beni taşımaz olup, dur yeter yaşamanın ne anlamı kaldı der gibi, yolun sonuna beni taşımak istiyor. Ben böyle bir yaşamın tam ortasında sorumluluk aşısı olduğumdan, dağların taşımaktan korkup kaçtığı ve ortadan yarıldığı o ağır yükü, sırtlanmış biri olarak yalnız yaşayacağımı ilk adımlarımı bilerek atmıştım. Her şeye rağmen ilk olmamın önemini idrak etmiştim, ancak tüm bu hazırlıklara rağmen yine de insan yoruluyor, bu da insan olmanın verdiği bir zayıflık. Zayıf bünyemin güçlü kollara sahip olduğunu anlatarak, kendimi ve sizi aldatmanın kime ne faydası olur ki! Bilmiyorum ama galiba yorulan ayaklarım, sanıyorum yorulan yüreğimin ağırlığını çekemiyor artık. Bu yürek, acılar coğrafyasının öyle bir ikliminde öyle bir zamanda yaşıyor ki, sanki tüm sular kurumuş, Kerbela da Hüseyin’e bir damla suyu taşıyamamaktan kendini imha ediyor. Ne bileyim, ben, ben de değilim, yorgun kaptan beni gemisine aldığından o da başına bela aldığını düşünüyor olabilir mi? Neden olmasın, hayat böyle sizi siz olmaktan çıkarabiliyor…
Gönlü kırık, umutları zedelenmiş, ufku Aydınlık, ışık huzmelerinden gelen ışıltılar yüreğime dokunurken, dilim lal olmuş, gözlerim kamaşmış ama zihnim doludizgin bir at gibi dörtnala koşuyor sanki! Ben, böyle bir zihni, ağlayan yüreği, durgun beni, alıp götürüp dalgalar arasına bırakıp engin okyanuslara dalıp gidecekken, demirlemiş eski bir geminin gövdesine tırmanırken buldum… Demek ki umutlarımmış beni yaşatan ve beni ayakta tutan… Umutlarımı bu kalabalıklardan çalan bir hırsız gibi yaşadığımı, yalnızlık kulübeme vardığımda anladım. Ben bir umut taciri hiç olmadım, hayal alıp hayal satmadım, inandığım yaşam kodlarını yerkürenin her karış toprağında doğru konumlandırılması için çabaladım. Ancak şunu gördüm ki, yanlışları hayatına egemen kılanlar içinde, doğruluğun ne olduğunda ısrar ederseniz yalnızlığın bahtıma yazılan kaderim olduğunu anladım. Ben, bahtı yalnız olsam da, İbrahim gibi bir Ümmet olduğunu bilerek yaşamayı kendime şeref bilenlerdenim…
Ey yalnızlığımın içinden hayatıma hayat katan ümmet, ben seni, kalabalıklar içinde beni yalnızlığa gömen hayata hep tercih ettim, öyleyse sen de beni yalnızlık soğukluğunda bırakmadan, ümmet sıcaklığında tek başıma ümmet olmaya taşı… Biliyorum ayaklarımdaki yavaşlama, yüreğimdeki acıların ağırlığını taşımaz oldu ne olursun beni yarı yolda bırakma, satacaksan da kara trenin ruhumu acıtan kara dumanları arasında pazara atma beni! Ruhumda bir umut, bir gün Güneş yeniden doğacak diyor yüreğime, işte o umutla yüreğim hala canlılığını devam ettirmekte…
Ben bu yüreği sahibine sattım hem de peşin vadesiz, ondan aldırmıyor gelen ve giden kalabalıklara, kendimin olmayan bir emaneti taşıdığımın farkında olmam sanıyorum beni daha bir dikkatli olmaya götürmekte… Ondan olsa gerek yoldaki levhaların hepsine dikkat ederek basıyorum gaza, yolun sonu yaklaştı mı acaba, geride bilmediğim kaç kaza ve ceza aldı, bu yürek onun hesabını yaparken takla atmayayım diye parka çektim kendimi, bundan böyle kendi kulübemde bir şafak vaktini özlemle çekmek kaldı elimde… Hayat dediğin işte böyle bir bilmece, kimi güler, kimi ağlar, kimi gider, kimi gelir, bilinmez bir denklem nedir bu kadar seni senden eden…
Erol KEKEÇ/03.07.2022