23 Nisan 2022 Cumartesi

DEVLETİ CİHAN ADALETİ DİNİYYEYE DAYANIR. “ CİHAN DEVLETİNİN DİNİ ADALETTİR”

 Devlet, iki temel ana gövdeye dayanır oluşum şekline göre; Ya Millet devlet için var olur, ya da devlet Millet için var olur. Bunların dışında bir başka oluşum olabilir mi, elbette olur ancak buna kimse yanaşmak istemez. Devlet ile Milletin görevlerinin tanımlandığı, devletin hak ve yetkilerinin olduğu, hem de Milletin hak ve yetkilerinin bulunduğu, ikisinin de dengede olduğu bir başka devlet de olur. Ancak günümüzdeki devlet şekillenmesinde ilk iki unsurun olduğu muhakkak ancak diğer üçüncü unsura pek fazla yer vermeyi kimse istemez, ancak genellikle Batı dünyasında üçüncü unsura yakın oluşumlar yok değil…

Devlet var olmak zorunda, tüm unsurlar devlet için var ve devletin yaşaması için feda edilebilir anlayışıyla yaşayan devletler herkesin de bildiği gibi Makyavellist bir algıya dayanır. Bu algı zorbalıktan beslenir ve her şeyi gücün emrinde tüketir. Gücü devamlı kılmak esastır. Devlet, burada kendisini dayayacağı zenginler sınıfı oluşturur, onları her türlü imkânlarla besler, onlara sırtını dayar ve tüm halktan toplar, onları büyütür, onların büyümesi kendi bekasını devam ettirme esasına dayanır. Yani devlet ya bir grup, ya bir ailenin, ya bir burjuva sınıfının ya da belli bir silahlı gücün tekelindedir. Yani devlet onlardır. Bunların dışında kalanların canı malı çoluk çocuğu bunların varlığına ve yaşamasına feda edilir. Halkın varlığı, devletin kendi büyüklüğünü gücünü ve yaşamını kanıtlamak için, bir arenada toplanan seyirciler hükmündedir. Dolayısıyla halk, Devlet gösteri yaparken, onun gösterisini alkışlayıp devletin de kendisini beğenmişlik duygusu içinde onlara tepeden bakacağı ve gerektiğinde aşağılayacağı bir nesne özelliğindedir. Halkın bir nesne olarak algılandığı ve sadece devletin bekası için, kendi varlığının yok olmasına bir gerekçe bulan insanlar, olsa olsa ancak bir köle olur. Yani Makyavelist devlet kölelerin yaşadığı devlettir de diyebiliriz.

Halkın devlete feda olduğu yerde, ekonomik araçlar tamamıyla belli zümrelerin tekelindedir. Her iş onlardan sorulur onlar her şeyin en iyi bilenleridir. Tüm parasal güç bunların kontrolündedir. Dolayısıyla halktan alınır bu güçler beslenir. Çünkü devlet bunların omzundadır. Onlar çekilirse devletin yıkılacağı düşünüldüğü için, bu gruplar genel halka her zaman tercih edilir. Halkın elindeki ekmek alınır bunlara verilir.

Eğer halk devlet içinse, bu anlayışa sahip olan devletlerin halkının büyük çoğunluğu yokluk ve perişan olarak yaşarken, devletten beslenip sürekli kanatları uzayan ayrıcalıklı sınıf, har vurup harman savurur. Yani devletin asıl adını koyacak olursak zulüm, yönetenlerde zalim olur. Günümüzde Demokrasi ile yönetildiğini söyleyen İslam toplumlarının yönetimleri ve ayrıca krallık aşiret ve Teokratik totaliter devletlerin hepsi böyle bir anlayışla yönetilirler. Bu devlette ayrıcalıklı sınıflar için, delinip geçilmeyecek hiçbir kural yoktur. Kurallar şahıslara özgü oluşturulur ve tekrar değiştirilir. Kuralların hükmü sadece devlete feda olan halk için geçerli ve yaptırımı vardır. Yani halkın büyük çoğunluğu ezilecek tek hücreli böcek olarak görülür ve onların yaşamının anlamı da yoktur. Acından ölse kayda değer bir anlamı yoktur. Sadece öldüğünde nüfustan düşülür o kadar bir etkisi olur. Bunlar doğuştan haklarını kaybetmiş kullanılmaya uygun varlıklar olarak görülüp o şekilde onlara muamele yapılır. Bunların kazanımları artacak olursa onların önlemi alınır olağanüstü vergi yükleriyle tekrar eski hallerine getirilir. İçtiği çeşmedeki sudan tutun, attığı her adıma, sabah uyandığında elektrik düğmesine bastığı anda sırtına vergi biner, ne yapacağını şaşırır ama devletimiz olmazsa bizde olmak der, devletine dua etmekten geri kalmaz. Oysa devlet o olmadığı zaman olmayacağı halde bunu asla idrak edemez. Yani gönüllü ve tercihli kölelerin yaşadığı yerin adı böylesi devletlerle anılır. İslam toplumlarında Afrika’nın en ücra köşelerinde uzak Asya ve Latin Amerika kıtasındaki devletler neredeyse hep bu özellikteki devlelerdir. Halkın her adımı, devleti besleyen bir eylem ve paradır. Fakirler fakir kalmalı ki devlet yaşasın ve devletten beslenen bu ayrıcalıklı sınıfların varlığı devam etsin… Ondan dolayı da Fakirden alıp ayrıcalıklı sınıfları yaşatmak temel felsefedir. Bu devletlerin yeryüzünde varlığının devam ediyor olması, dünyada zulmün ne boyutta ve genişlikte olduğunun da kanıtıdır.

İkinci özellikteki devlet ise, Devletin, halk için olduğu devlettir. Devlet, tamamıyla İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen bir kurumsal organizasyonun varlığının gerekli olmasıyla doğar. Devlet kendisini bir hizmet aracı olarak görür ve toplumsal yaşamın en iyi şekilde düzenli olarak devam etmesi için ciddi bir kontrol görevi görür. Devletin kontrol sistemi olduğu yerde devleti denetleyen insanlar olduğu için devletin varlığı halka hizmetiyle anılır. Halka hizmet etmeyen devlet asla Millet için olamaz. Burada da bir denge problemi yaşanır. Çünkü devlet tamamıyla kendisini halka göre şekillendirip hep halka verme üzerine kurulu olursa devletin süreklilik problemi yaşaması mümkündür. Onun için zaman zaman bu devletler ciddi kırılma noktasına gelirler ve sürekli yönetim değiştirmek zorunda kalırlar. Küba ve Venezüella bu tür devletlere örnek gösterilebilir. Burada eşitlik kavramı kayda değer kabul edilir. Adalet kavramından daha önemli bir anlamı vardır. Toprağa atılan tohum büyüdükçe meyveye döndükçe ondan faydalanılır. Ama tüm tohumlar tüketilirse orada gelecekte üretilecek ürünün tohumları da tükendiği için gelecek her zaman tehlike oluşturur. Onun için bu devlet algısı da görünüşte çok iyi bir yönetim şekli gibi görünse de o kadar masum olmadığı ortadadır. Yani ne devlet sadece halk içindir, ne de halk devletin kurbanıdır. İkisi de olmak zorundadır. İşte bu noktada üçüncü bir anlayış ortaya çıkıyor.

Devlet halk için olduğu kadar halkta devletle iç içe olmak zorundadır. Yani yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan diye bir kısır döngü yaşamak gerekmiyor. Yumurta tavuktan çıktığı gibi tavukta yumurtadan çıkmak zorundadır. Öncelik sırası görev ve sorumluluğun yerine göre değişebilmelidir. İnsanlar kendi huzuru ve mutluluğu için, her şeyle kendilerinin ilgilenmesinin mümkün olmadığını bildiklerinden bu sorumluluklarının büyük bir kısmını kendi oluşturdukları organizasyona devrederek, kendi adlarına bu organizasyon sorumlulukları yürütür. Devlet ayrıcalıklı bir sınıf oluşturma adına ortaya çıkmıyor, ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için daha sistemli kurumsal bir yapıya dönüyor. Bu kurumsal yapının adı devlettir. Tarihte bunun en güzel şeklini Ha. Muhammed(as)’in Medine’de kurduğu devlette görüyoruz. Bu devlet Hz Ömer döneminde canlı örneklikleriyle tarihe adını kaydettirmiştir. Devlet bir denge unsuru görevindedir. Zengin insanların imkânlarından faydalanır, imkânı olmayanları gözetir, toplumsal denge ve huzur oluşturur. Böylesi bir devlette kurallar herkes için aynıdır. Şahsa ve inanca göre farklı uygulamalar asla olmaz. Yaptırımlar kimlik eksenli uygulanmaz, doğrudan eylemin karşılığı olarak yaptırıma dönüşür. Eylemin çıktığı şahsın ne kabilesi, ne parası, ne silahlı gücünün hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan isnat edilen eylemle ilişkisinin olup olmadığının ortaya çıkmasıdır. Tek gözetilecek konu budur. Ekonomik imkânlar insanların çaba ve gayretlerine göre, biyolojik yaşamın devamını sağlamanın dışında, tamamıyla üretim eksenli dağıtılır ve adalete uyulur. Eşitlik değil, burada esas olan adalettir. Dolayısıyla toplumsal yaşamda aşırı uçlar oluşmaz. Doyumsuzluk ve hırs yerini eminlik ve güvene bırakır. İnsanlar arası yarış maddi kazanımlar üzerine değil, tamamıyla bilgiye ulaşma, zihinsel birikim, entelektüel donanım sanat felsefe ve bilim üzerine yoğunlukta kendisini gösterir. İnsanlar arası ilişki ve iletişim çok canlı olur. Toplumsal yaşam, ortak değer algısı üzerine yoğunluk oluşturur. Yani insanlar kaynaşır, birlikten kuvvet doğar deyimine uygun tavır ve davranış içine girerler.

Böyle bir devlet adil devlettir, yöneticileri de adaletlidir. Halkının içinde neler olduğunu bilir, halkı uyanıkken kendisi uyumaz, halktan kopuk uygulamalara yer vermez. Vergi sistemi insanları yaşatmak ve yaşamı kolaylaştırmak için organizasyonun devamını sağlamak amaçlı olur. Bunlar da her yerde kullanılmaz ve özenle hakkaniyet sınırları içinde israfa asla yer vermeden kullanılır. Çünkü kendisine verilen paraların hepsinin milletlin devletine bir emaneti olduğu idrakiyle, devlet hareket eder. Fakirden alıp zengin sınıflar oluşturulmaz, fakirler üretime katılır ve onların iş yapması için üretim alanları oluşturulur. İmkânı olmayan insanlar bir yerde emek karşılığı ücretle çalıştırılır, üretici kabiliyeti güçlü olanlar daha aktif ortamlara taşınarak yeteneklerinden daha fazla istifade edilir. İnsan için en iyi rızkın, insanın kendi emeğinin karşılığı olduğunu devlet çok iyi bilir, onun için insanlara bedava dağıtımlar yaparak köle ruhlu varlıklar yaratmaz.

Bu devlette insanlar bilinçli duyarlı ne yaptığını ve ne istediğini bilir. Karanlıklar peşinde koşmaz. Yöneticilerinin kendileriyle uyum içinde olup olmadığını çok iyi değerlendirirler. Yöneticilerin tek derdi sırtlarına yüklenen emaneti adil bir şekilde sonrakilere teslim edecek bir gelenek oluşturarak, devletin kalıcılığının artmasına katkı sunmak ve halkın huzurunu sağlayarak onların can, mal ve nesil güvenliğini sağlamaktır. İnsanlar kendileriyle uğraşmaktan farklı kurumların sorumluluklarını konuşamayacaklar. Yani herkes kendi mesleki statüsünün rollerini en iyi oynayarak toplumsal yaşama bir katkı sağlamak için mücadele edecektir. Bu gün batıda bu anlayış devlet tarafından halklarına yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Ondan dolayıdır ki, devlet nasıl olmalı dediğinizde Siyaset bilimciler ve bu alanda uzmanlık yapanlar dışında kolay kolay kimseden bir görüş alamazsınız. Çünkü herkes kendi işiyle uğraşır. Oysa bizim gibi toplumlarda ise herkes her şeyle uğraştığı için ne devletin ne de Milletin ne yaptığı bilinmez.

Bugün batıda yaşamın daha kolay olduğunu ve doğu toplumları kadar stres olmadığını anlatırız ama neden böyle olduğunu ve bu aşamaya nasıl gelindiğini konuşmayız. Sadece sonuçlara bakarak bir yorumlama yaparız. O yaşamı sunacak düzeyde organizasyonu kuracak bilinçli duyarlı insanlar oluşturmadan ve o uygulamaları içlerine sindirecek bilinçli ve farkındalık seviyesi yüksek bir halk olmadan o aşamaya gelemezsiniz. Batının bugün bu konudaki rahatı geçmişte bunu elde edebilmek için ciddi bedeller ödemekten korkmamasıdır. Oysa doğu toplumları hem güzeli arzular hem de bedel ödemekten korkar dolayısıyla yaşadığı hayat onun kendi çabasının bir karşılığı olduğu kabul edilmelidir.

Adaleti eksen alan ve adalet dışında bir tarafın tarafı asla olmayan yöneticiler ve devletin yönettiği halkın ruhları sade, istekleri insani ve huzurlu hayatı yaşamaya gayret gösteriyorlarsa, buna kavuşmayı engelleyecek hiçbir güç yoktur.

Geçmişinde adaleti uygulamak için çok çaba harcayan ancak bazı konularda rahatsızlıklar olsa da bunu düstur edinmiş bir tarihin yeni nesilleri olarak bunu ikame etmek yine bizim görevimiz olmalı diye düşünüyorum… Batının kıyısından köşesinden sahiplendiği adalet anlayışı böyle güzel tablolar ortaya çıkarıyorsa, kim bilir biz kendi değer sistemimizi baş tacı yaparak ayağa kalkarsak nasıl bir medeniyet inşa ederiz. Bunları yapabilecek inan potansiyelimizin olduğuna inanıyorum. Ancak hırslarımızın kurbanı olduğumuzdan bugün bunları düşünemiyorsak içine düştüğümüz gafletten dolayı, gafleti yok etmek bizim elimizde, tek yolu kendimizle barışmak ve vicdani hesaplaşma yapabilmektir.

Devlet ile Millet arasındaki çizgi terazinin hassas denge noktasıdır. O dengeyi yakalamak ve yeryüzüne hakikatin yaşanabilir bir gerçeklik olduğunu haykırmak için yaşamlarımızla bunu ortaya çıkarmak ve şahitliğimizi yapmak zorundayız. Bu gün ülke yönetiminde olan insanlarımız bizim bu düşünce ve ideallerimize uzak olmadığına inanıyorum ancak gaflet bazen insanın ruhi dünyasını ve ufku okumasını olumsuz etkileyebiliyor. Bunun en önemli nedeni de, kayıtsız şartsız yapılan her eylemi, doğru ve yanlış sorgulama becerisi olmayan taraftar anlayışının kabullenmesi ve savunmaya geçmesidir. Eğer yanlışlar yanlış olduğu için tepki verilmiş olsa, hiçbir yönetici kendi yanlışlarında ne tür hikmetlerin olduğunu düşünmeyecekti ve kendisini sorgulayacaktı. Ancak taraftar insanlardaki basiretsizlik ve kaybetme korkusu yanlışların metabolizmayı ele geçirmesine neden oldu sonrası içine düştüğümüz tablo oldu… Tüm olumsuzluklara rağmen bu yolların aydınlanması ve yeniden kaldığımız yerden devam edebilecek enerji ve vicdanımız varsa korkmaya gerek yoktur.

Devlet aklımız kendisini iyice sorgulamalı ve kendisinden kaynaklanan olumsuzlukların faturasını ödetecek ortamlar aramamalı, vicdanıyla hesaplaşıp hesap makamında kendi kritiğini yapabilmeli, işte o zaman yeni bir doğuşun ilk ışıklarıyla karşılaşmamıza Allah’tan başka hiçbir güç engel olamaz. Yanlışlar temizlenirse herkesi kendimiz gibi görüp hataları ortadan kaldıracak dirayetli tavırlar geliştirilirse, çok kısa zamanda çok daha büyük işlerin yapılacağına inancım tamdır. Ülke nimetleri ayrıcalıklı sınıfların har vurup harman savurduğu yer olmadığı bilinmelidir. Ben verdim, ne olacak diyen Demirel gibi Verdimse ben verdim gibi içi paradoks dolu cümleler hayatımızın hiçbir noktasında yer almamalıdır. Bizim burada olmasını istediğimiz devlet, hem korunmalı hem korumalı, hem yaşamalı hem yaşatmalı, hem adil olmalı hem kararlı olmalı, fakirleri doyuran değil koruyan zenginleri koruyan değil kollayan olmalıdır.

Bizim medeniyet anlayışımız İslam Ülkeleri içinde en üst seviyede olduğunu düşünüyorum. Ancak yaşam kalitemiz batının en basit yaşamının bile altında olduğu gözden kaçmamalıdır. Bunun sebeplerini hep birlikte ortaya çıkarıp bunları bertaraf ederek yeni bir dünyanın doğumuna şahitlik etmek için adaletin Şahidi bir devlet anlayışımız oluşsun… Hukuk herkesi kuşatsın çıkarları korumaktan uzaklaşıp, çıkarların deldiği çuvalları yeniden inşa etsin…

Medeniyet; Medine’nin sokaklarında inşa edildi hurma dallarıyla üzeri örtülen bir mescitte dünyaya kendini tanıttı. Yaşamı anlamlı kıldı fakir zengin kardeş eyledi ama bu insanları birbirinden ayıracak Yüksek haşin korunaklı sarayların duvarlarına hiç ihtiyaç olmadı. İnsanın yaşamı saray ise Hurma dallarının altı en güzel anılara sahne olur. Eğer yaşamınız adalet ve hakkaniyet üzere inşa edilmiyorsa en lüks saraylar ve malikâneler bir devletin temelini oluşturmaktan aciz kalır tarihe not düşülecek anılarınız kalmaz…

Rabbim bizleri yaşamıyla hakikate şahitliği ve adaleti gözetmesiyle tarihe not düşülecek bir hayatın temsilcisi olmayı nasip etsin; devletimizi medeniyetin önderi kılsın, Milletimizi idrakle yaşatsın sadece hakkın yaşanmasında bir araya getirip vahdet eylesin, batıl da ise tefrikayla bizi bizden uzaklaştırsın…

Gönül sesimle vicdanlara ithaf ettiğim bu yazımın huzurlu bir geleceğe tanık olmasını rabbim vesile eylesin…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla Gelecek Kadir gecesinin üstümüze hayırlar yağdırmasını rabbimden niyaz ediyorum zulmü karanlığı da bizden uzaklaştırmasını en kalbi duygularımla talep ediyor… İyi ki Allah’ın kullarıyız, iyilikten başka bir şey düşünmüyoruz…

Bahadır Hataylı/23.04.2022/02.29



TOPRAKTAN BEDENE CAN VERENE

Anılar arasında bir güz yaprağı gibi sararmış ve rüzgârın önünde savrulan ömrümü, bahara taşıyarak, filizler vermesi için tüm çabalarım… Zaman değirmeni öğütmeden bırakmıyor ömrünüze ait ne varsa elinizde. Zaman acımaz, acımadan alır ve dağıtır, yerinize bir başkasını koymaktan zevk alır.

Zamanla alışırsın dedi herkes, oysa zamanla ben hiç alışamadım ama zaman bana öyle bir alıştı ki, yanımdan hiç ayrılmaz oldu, ne varsa bende ortağımmış gibi benden fazla o sahiplenmekte ve alıp harcıyor hiç acımadan…

İlk çocukluk yıllarımda elimde ağaç dallarından yaptığım sabanımla nerede küçük bir toprak görsem orayı sürerdim ve usanmadan saatlerce orayı imar eder, bir şeyler ekmeye çalışırdım. Beş yaşımdaki bu üretici karakter yapısı bana öyle bir oturdu ki, toprak gördüğümde hemen yepyeni bir yaşamın canlılık belirtilerini görür gibi heyecanlanıyorum. Toprak canlılık, heyecan yeniden doğuş, uzaklara bakış, ufuktan ışıkları alıp onlarla yarınlara varıştır.

Beş yaşımda toprağı ilk sürmeye başladığım yıllardaki üreticilik benden hiç gitmedi, onun için ülkemin her karış toprağının imaratını düşünerek, ülkem için zihnimi çok yordum. İnsanlık, yaşam, ülkem ve aydınlık yarınlara kavuşmak içinse benim düşünmelerim, varsın yorulsun zihnim, tüm çabalarım ülkeme feda olsun…

Çocukluğumdan aldığım toprak sevgisi, toprağın kutsallığını bana öğretti. Toprak kutsaldır, toprak anadır, toprak babadır, kardeştir, oğuldur kızdır evlat bacı akraba eş dost gardaş ve sırdaştır. Toprak hamurumdur benim, ben kendi hamurumu sürerken, aslında kendimi imar ederdim. O dönemden aldığım o dersi hayatımın her noktasına taşımaktan mutluluk ve haz duydum. Topraktan kopunca hayattan koptuk, çünkü hayat bizim toprağımız, toprak bizim kaynağımız, bunları birbirinden ayırdığımız zaman yok olmaya mahkûmuz.

Çocukken toprağa yabancı kalan, kendi özünden koparılır, kendi özüyle tanışmayan karakter ve kişilik gelişimini nasıl tamamlayabilir. Önce toprağımızı yabancılardan ve istilacı canavarlardan kurtarmaya kararlı olmalıyız. Toprağı istila edilenlerin ruhları parselleniştir. Ruhları kuşatılmış olanlar üretimden ne anlasınlar. Biz üretici olmak zorundayız bunun için öncelikle çocukluğumuzda üzerine basarak rahatladığımız, arada bir oyuncak sabanlarla sürerek havalandırdığımız, içine su salıp onu iyice yoğurduğumuz, toprağımızdaki inceliği anlayarak kendimizle barışabiliriz… Kendini yoğurmayan ne anlar hayattan yaşamdan zamandan, zaman içinde öğütülen kendinden…

Özümüzden kopunca bizi harcadılar. Özünden kopanlar topraklarını boş bıraktılar veyahut ta topraklarının tabiatına aykırı tohumlarla topraklarını canlandırmayı hesapladılar, çok kazanmak ve hırs uğruna, hamura su kattılar. Sular hamuru cıvıklaştırdı, cıvık kişilik ve karakterlerle topraktan verim almayı, acaba nasıl hesaba kattılar.

Acılar coğrafyasının yılmayan usanmayan her mevsimde her toprakta filiz vermeye ah etmiş bir yaban gülüyüm ben… Yaban dediysem yabana atmayın dediklerimi, yabana atılırsam nereden nasıl hangi iklim ve mevsimde filizlenip çiçek açacağım bilinmez. Bilmediğiniz yerde, hesap etmediğiniz zamanda size sormadan çıkan bir filiz varsa topraktan, bilin ki o toprak çok imar edilmiş ve o filizin karakteri toprakla özdeşleşerek birlikte zamana karşı kıyama durmuş… Zamana yenilmeyen ve zaman geçse de kendisi her anla birlikte olmak için, zamanın ruhuyla at başı giden bir yaşamsa bana armağan, o zaman bırakın keyfimce ben bu hayatı doyasıya yaşayayım…

Neden insan stres topu olduğunda yalın ayak toprakta gezerek rahatlar? Bir çocuk ana göğsüne kafasını koyduğunda, anne onun başını okşayarak öpüp kokladığında nasıl ki, hıçkırıklarla dolu gözyaşları kurur ve ağıtı dinerse, Toprakta insanoğlunun anasıdır. En acılı ve stresli anlarınızda koyun başınızı onun tam yüreğine, isterseniz yuvarlanın, isterseniz üzerinde koşun, isterseniz sabanlarınızla karnı deşin, o sizin tüm çılgınlıklarınıza katlanır, âmâ ondan uzaklaşmanıza asla tahammül etmez. Onun için olsa gerek kendisiyle aramızdaki mesafeyi betonlarla doldurduğumuz günden bu yana, aramıza kara kedi girmiş gibi ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı hepsini birbirine karıştırdık.

Betonlar anamızı ağlattı, anamız bizi göremez oldu, gözyaşlarından gözünün önünde yaşlar çatallandı. Biz onun feryadını duymadık, acılı gözlerinden akan yaşlara şahit olduk, ama oralı olmadık, bu gün ne güneşin doğduğunu ne battığını görüyoruz, bir bakıyoruz hafta başı, bir anda kendimizi sonunda buluyoruz haftanın… İşte, zaman değirmeni çılgınca atmış bizi iki taşı arasına, öğüttükçe öğütüyor hiçbir yakarış ve haykırışımıza aldırmadan…

Yerkürenin üzerinde insan adıyla yaşayan tüm canlılar kürenin üzerini kaplayan toprak anayla hala göbek bağı ile beslenmesine rağmen, neden bu bağın düğümlenmesine veya koparılmasına göz yumar. Siz size hayat taşıyan bağın koparılmasına karışmazsanız, ananızın kucağında ölü doğmanıza rağmen yaşayan canlı olduğunuzu sanırsınız. Alışamadık, zamanla geçer denilen günün üzerinden tam kocaman yarım asır geçmiş, hala alışmayı beklerken, aslımızı görme basiretine kavuştuk. Neyse ki anamızla kucak kucağa sarılıp yatmadan bunun idrakine vardıysak, anamızla aramızı düzeltip yeniden onun kucağına yatak atacağız. Yoksa üzerimize beton döküp bizi anamızdan ebediyen ayıracaklar.

Kızılderili Reisin, ABD’de toplu konut idaresi başkanına söylediği şu sözler yaşamın fermanıdır bunu okuyabilseydik vakti zamanında, bu gün yaşadığımız acıları belki yaşamamış olacaktık. Toplu konut idaresi Kızılderilileri dağlarından topraklarından alıp getirip, beton binalara yerleştirmiş ve o topraklara gitmelerini istememişler. Aradan biraz zaman geçince, Kızılderililer hastalanmış, mutsuz olmuş stresten birbirlerine saldırmaya başlamışlar, çalışma ve mukavemet tükenmiş kendi içlerinde kendileriyle savaşmaya başlamışlar. Ancak bu acılar zamanla geçmemiş, kızıl derilileri, zaman geçiriyor muş ki, Kızılderili Reis Konut İdaresi başkanına çıkmış ve demiş ki; ”Ey başkan biz anamızdan topraklarımızdan buraya gelirken sadece bedenlerimizle geldik, âmâ ruhlarımız orada kaldı, Ruhlarımız bedenlerimizden ayrı olduğu için, bedenlerimiz ruhlarımızdan uzakta yaşayamıyor ve hepsi hastalandı. Onun için biz yeniden bedenlerimizle ruhlarımıza dönüyoruz ki yaşayabilelim…”

Müslim Babanın Dediği gibi,”

Topraktan bedene can veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver

Her güne bir ümit veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver; ”İnsanın yaşama hevesini yeniden yakalayabilmesi için, yaşama canlılık veren hayatla tanışması ve ona şahit olması gerekir. Yaşamadığınız bir hayatın taşıyanı olamazsınız. Onun için, öncelikle torakla tanışarak zamanla alışanlar değil, zamanı bize alıştıranlar olmak zorunda olacağız. Zaman bize alışırsa neyin ne zaman doğacağını bilir, ona göre vakti zamanında uğrar hiçbir karışıklık olmaz, her şey yerli yerinde ve bir bütünlük içinde devam eder.

Anılar arasında güz yaprağı olduğumu görünce, çocukken elimde sabanımla toprağı deşerken hayalini kurup türküsünü söylediğim, günlerime dönmek geldi içimden… O kardığım toprakta umutlarımı sakladım, çocukluğumun sonunda umutlarım filizlenip kökleşti yarınların hayallerini kurarken, tüm hayallerimin üzerine beton döktüler. İşte bu gün var gücümle hayallerim üzerine dökülmüş betonları kaldırıp, anamla arama konulan barikatları yok ederek toprakla barışmak ilk hedefim. Ben canlıyken bizi toprakla buluşturmayanlar, öldüğümde götürüp kucağına bırakacaklar. O zaman toprakla aram bozulmuş olduğundan beni sıktıkça sıkarak merhametli yanından beni mahrum bırakacak…

Bu günlerin hatırı için toprakla barışalım, içinde öyle ağlayan damarlar var ki, sicim gibi gözyaşı akıtarak betonlara karşı koysa da, anlamsız bir yaşamın kollarında hayattan bıkmış sürgün bir yaşamı var sanki!

Biz bu dertleri, toprağımıza dönersek atlatırız, oysa bizi toprağımızdan ayıranlar mutlu olmamızı istemedikleri için, bu yazıyla, hayatımızı kara yazıya bağladılar. Toprak biz, biz toprak “Benim Sadık Yârim kara topraktır…”diyen Halk Ozanımız Âşık Veysel gibi, yârimiz ile koyun koyuna yatmadan zamana dur diyorum, onu bize uygun davranmaya çağırıyorum… Yoksa zamanla yok olmuyoruz zaman bizi imha ediyor,

Toprakla barışalım yaşama koşalım kendimize gelip evrene güzel bir selam duralım… Aslımıza dönen bizleri, zaman değirmeninde öğütmez. Topraklarımız tohum olmayınca, boş kalır diyerek aslımıza rücu edelim…

Var mısınız toprakla koyun koyuna uyumaya…

Erol KEKEÇ/22.04.2022/02.09