28 Şubat 2022 Pazartesi

YAŞARKEN ÖĞRENDİM ÇOCUKLUĞUMA ÖZLEM DUYMAYI

İlkokulda dersliklerimizin hemen arkasında güllük diye isimlendirdiğimiz bir alan vardı, bahar geldiğinde sınıflarımızın penceresini açtığımızda gül kokularından içimiz gülerdi… Sıcaklar bastırdığında güllük ile bina arasında yol gibi küçük bir alan vardı, orada beş taş oynaya dalardık hatta oradan başka serin yer olmadığı için oralarda saatlerce uykuya dalardık… O günkü çocukluğumu düşündüğümde başımda ne stres ne ekonomi, ne savaş ne acı ne zalim hiçbir şey kalmıyor, ondan olsa gerek bugün onları düşünürken dalıp gittim kendimden…

Çocukluğumun baş döndüren mutluluklarını bugünden geriye dönüp özlesem de getiremiyorum ne gelir elden… O kadar dokunmuş ki içime sınıf arkadaşlarımın neredeyse hepsini okul numaralarıyla görüntülerini gözlerimin önüne getiriyorum; okulun bahçesinde coşkulu şekilde koşup oynarken buluyorum kendimi, biraz zaman geçince oturmuşuz bir banka sohbet ediyoruz, düşüncelerimiz farklı olsa da, birbirimizin bazen dizine, bazen omzuna kafamızı koyup kendimizden geçmişiz kötülük nedir bilmiyoruz, hiç yanımıza uğramamış… Yatılı okulumuz, bizim için sevginin, saygının paylaşımın kardeşliğin, candan geçmişliğin vatan millet sevgisinin yüreğimizi kavurduğu ve coşup kendimizden geçtiğimiz yerin adı olmuştu…23 Nisan günü Okuldan çıkıp Bayram günü ilçeye tören alanına yürürken, “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı, “diye başlayan Eskişehir marşı ile yollara düşerdik, orman ve dereden seslerimiz yankılanır ve biz göğüslerimiz kabararak 20 yaşında genç delikanlılar gibi rap rap diye yolları aşındırarak yürürdük…

Hayatımız o kadar güzel ve mutluluk gülücükleriyle doluydu ki anlatamam, her konuşmamızdan ve birbirimize koşmamızdan güzel tomurcuk güller patlardı. Hiçbirimiz birbirimizi tanımadan o kapalı ortamda bir araya gelmiştik, ama orası bizim için bir kaynaşma ortamı olmuştu… Çocukluğumuzu hayallerimizi umutlarımızı sevgilerimizi kardeşliğimizi orada bırakarak çıktık oradan; ondan sonra gittiğimiz ortamlarda onlara bir daha ulaşamadık…

Ortaokul ve lisede orada kazandığımız kazanımlarımızı harcayarak kendi kişiliğimizi oluşturmaya çalıştık, sonradan aldığımız bilgilerin dışında hayat ve karakterimizi biçimlendirecek hiçbir güzellik bulamadık… Yani diyeceğim o ki, biz karakterimizin ve kişiliğimizin biçimlenmesini sağlayan değerleri ilkokul öğretmenlerimizden aldık; diğerleri sadece bizim bu kazanımlarımızı ya genişlettiler ya da törpüleyerek yok edip bizi erozyona uğrattılar…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, belki bizimkisi bir şanstı, yatılı okula ben 6 yaşında gittim yani yedi yaşıma varmak üzereydim. Her şeyini kendin yapıyorsun. Yatağını topluyorsun, çoraplarını her gün yıkıyorsun, önlüğünü kendin giyersin, yemekhaneye sırayla gidiyorsun çıkan yemeklere itiraz etme hakkın yok, ya yersin ya aç kalır hastalanırsın… Köylerden gelmek o kadar kolay değil, zaten her çocuğun ailesinden biri anca ziyarete gelebilir, geldiği zaman gider başına toplanırız bizim yakınımız gelmiş gibi onları tanımasak ta onlarla biz de hasret gideririz… Sabah erkenden ezandan biraz sonra kalkarız hazırlanırız, sınıflara gider etüt yaparız etütten sonra bir çevre temizliği yapılır, ondan sonra yemekhanenin önünde sınıf sınıf sıraya geçeriz, lavabolarda ellerimizi yıkayarak kahvaltı için masalara geçeriz yaşımız yedi… O yaşlarda başladık hayatın yükünü sırtımıza vurmaya, o gündür bu gündür o sorumluluğumuz bizleri her ortamda heder etti ve acı çektirdi. Küçücük çocukken sırtımıza vurulan o ağır yük, sanki taşınmayacak, bir yerde bırakılacakmış gibi, hep o yükün nerde olduğunu merak ederek onu kaldırmak için bir gücümüz olacaksa, çaba harcamayı asıl göreviz bilerek yaşıyoruz…

Bizim okulumuz bir taneydi, başkası onun yerini asla tutamazdı, bazı Azrail gibi hocalarımız olsa da onlardan yediğimiz dayaklara bu günden baktığımızda belki onların çok aşırı fevri hareketleri dışındakiler olmasaydı, biz bu sağlam karakterleri oluşturabilir miydik diye de bazen sormuyor değilim… Siz yedi yaşında kendi banyonuzu yaptığınız oldu mu, bizim sırtımıza anamızın kesesi yedi yaşından sonra nerdeyse değmedi, yani kendi sırtımızı hep kendimiz keseledik kimseden bir medet ummadan karanlıkları delip aydınlık yolları hayal ettik… Güneşin her gün nereden doğacağını merak eder, erkenden çamlık dibine gider güneşin doğacağı anı beklerdik… Ama Güneşin batmasını hiç istemezdik çünkü zorunlu bir yatış başlar, çekilmez yatakhanedeki yerimizi alır, bir anda uykuya dalmayı isterdik ama nafile, her kafadan bir ses hindi yavruları gibi nereden geldiği belli olmayan bir uğultu kaplardı yatakhanelerimizi… Arada gizli gizli nöbetçi öğretmenlerimizin, lambaları yakıp içeriye girdiğini görünce hemen battaniyeyi kafamıza çeker nefes almayı bırakır, öğretmenimizin koğuştan çıktığını ayakkabılarından gelen sesin kesilmesinden anlardık...

Hayatımıza katılan o günkü düzenlilik ve sistematiklik, her zaman hayatımızın öyle gideceğine bizleri inandırmıştı. Oysa 50’li yaşlara geldiğimizde gördük ki onlar sadece kazandırılmış ideallermiş, hayat bambaşkaymış, alışılmış yanlış geleneklerin tuzağından çıkarak o düzenli yaşamı arzulamak her insanın harcı değilmiş, bunu da anladık… Yaşamları küçükken biçimlenmeyenlerin sonradan yaşamlarının biçimleneceğini bekleyerek, onlar üzerine bir yaşam düşlediğiniz zaman düşleriniz gerçeğe dönmeden sadece kendinizi avutarak yaşamınızı noktalıyorsunuz…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, bize hep ağaç yaşken eğilir diye öğretilen bir deyim vardı, oysa ağaç yaşken düzeltilir diye bunu öğrenmiş olsaydık belki bu gün dosdoğru yaşamlara imza atan nesillerimiz olurdu. Ancak her öğretici kendisini eğitici olarak görüp yaş olan fidanlarımızı eğriltme derdine düştüğü için doğrulmanın nasıl gerçekleşeceğini hiç düşünemedi. Ondan olsa gerek bu gün yaşadığımız toplumda eğitilmiş ama doğrulmamış her tarafı yamuk, eğilen eğilene… Bir delikten geçebilmek için ne kadar eğilmeniz gerekiyorsa o kadar eğilmeyi göze alıyorsunuz hatta kırılmaya bile razı oluyorsunuz yeter ki geçebilesiniz…

Psikanalist anlayışta, kişilik 0-5 yaş arasında şekillenir,5-12 arasında biçinlenir,12-16 yaş arasında gelişime açık olur,16-23 yaş arasında da olumlu ya da olumsuz bir kalıba girer… Evet, bizler biçimlenme sürecinde hakikaten öğretmenler eliyle biçim aldık… O dönemde öğretmenlerimizin ideolojik düşünceleri vardı biz bunları biliyorduk, ancak onların öğretmenliği her zaman onların çok üzerindeydi, onları bizimle ilgilenmeye iten güç aldıkları para değil, mesleklerine olan aşklarıydı. Aşk bir yaşamdır. O yaşamı elde ederseniz âşık olduğunuza en güzel değerleri sunarsınız… Biz öğretmenlerimizin canının bir parçasıydık ve onları da canımızdan bir parça görürdük, ama asla saygıda kusur etmezdik, çünkü onlar bizi şekillendirip biçim kazandıran bizleri doğrultan bir heykeltıraş gibiydi. Onlardan kazandığımız değerleri aynısıyla uygulayarak ve üzerine de katarak daha renkli bir öğretmenlik yapmak nasip oldu… Öğrencilerimizi hep sevdik hep doğru olanı yapmaya çalıştık, not için bir öğrencimi asla kırmadım ve onlara not vermek için görev vermedim, sorumluluk bilinciyle yapmaları gerektiğine inanarak yapmalarının gerekliliğini kavratmaya çalıştım… Herkesin üstün ve eksik yanlarının olacağını, ama bunların bir ayrıcalık değil tamamlayıcı unsurlar olduğunu ancak insanlık için yapacağımız fedakârlıkların bizleri üstün kılacağını, yüreklere kazımaya gayret ettim… Bu ideal yaşamlarla öğrencilerimi buluşturduğumda, onların da o değerleri içselleştirdiğini gördüğüm zaman, beni hayatla tanıştıran ilkokul öğretmenime şükranlarımı bir borç bilip ona rahmet diliyordum…

Hayat böyle bir şey, devraldığınız güzellikleri üzerine daha fazla güzellik katarak gelecek nesillere aktararak iyilikleri ve güzellikleri bir gelenek haline getirip sürekliliğini sağlayabiliyorsanız anlam kazanıyor, aksi durumda sadece heder olup yok oluyorsunuz… Geldiğimiz süreç öğretmenliğin anlamsızlaştığı ve çocukların isteklerini okşayan ve onların taleplerine göre bir şeyler öğreten öğretici olmanın ötesine taşınmadığı için, okullar eğitim kurumu olma özelliğini kaybederek, görsel medyanın öğrettiklerini, yazılı olarak zihinlere nakşetme kuruluşları haline gelmiştir. Yani eğitim olmaktan çıkmış bir öğretim alanı olmuştur. Ondan dolayıdır ki, şuan şekil verip biçimlendirecek, eğriyi doğrultacak ortamlar gitmiş, tamamıyla akademik bilginin aktarıldığı yerlerin ilk temeli haline gelmiş ilkokullarımız… Böylesi ortamlarda öğretmenin istek ve motivasyonu yok olmuş, kendisi ışık olan olmaktan çıkmış, gelen mumları toplayarak çocuklara mumdan nasıl ışık aktarılabileceğini öğretmeye çalışan bir organizatör olmuştur. Öğretmenin asıl görevi yeniden tanımlanmalı, öğretmene göstermelik değer değil, hakikaten” bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen Hz. Alinin verdiği önem ve değer verilmelidir. Öğretmenlik mesleği bir aydınlatıcı memba olduğu yeniden tanımlanmalı, öğretmenin emeğinin karşılığı herhangi bir parayla ölçülemeyeceği anlaşılmalı ve onun fedakârlığının bedelinin dünya ölçeğinde bir karşılığının olmayacağı idrak edilmelidir. Bu sorumluluğu alacak öğretmenler yetiştirmek temel ilke olmalıdır. Bu olmadığı zaman ne öğrenciliğimizden, ne öğrendiklerimizden, ne okullarımızdan, ne de öğretmenlerimiz, yaptıkları işlerinden zevk alarak öğretmenliklerini yaparlar… Doldur boşalt, belli saatlerde çocukların okullarda bulunduğu diğer zamanlarda kontrolsüz bir güç haline gelip, kim tarafından nasıl nerede beyinlerinin işgal edildiği bir nesil ise okullarımızdan çıkanlar, o zaman vay ki bizim başımıza geleceklere vay!

Bana çocukluğumu hatırlatan okulum, hayatıma anlam katan öğretmenlerim ve hayatlarına anlam katmaya çalıştığım öğrencilerimi hatırladıkça, böyle duygusal kalbi yıpranmışlıkları yaşamamak elde mi? İşte, ben yaşamışlıklarım ile yaşayamadıklarım arasındaki çatışmaların kaynağında, hep hayatımın ideallere göre biçimlenen yanını gördüğümde tedirginlik, kaygı ve gerilimlerden kendimi alamıyorum… Kaygıyla yaşayan ben, yeni nesillerin hayatındaki bu kaygıların gelecek kaygısı haline geldiğini görünce, sorumluluklarının farkına varamamış, kişilikleri, şekillenmesi gereken yaş aralığında boşa geçmiş, daha sonradan kaldıramayacakları bir yükle muhatap olduklarında, bu yükün altından zorla kaçtıklarını gördüğümden, hem bu nesle yapılanın bir zulme dönüştüğünü hem de geçen zaman emek ve imkânların heder olduğunu düşündüğümden rahatsızlıklarım tavan yapıyor, beynim dönüyor, ondan dolayı çocukluğumu hatırlayarak biraz rahatlamak istiyorum…

Ben çocukken sorumlu duyarlı, coşkulu neşeli ve umutlu yaşadım, hayallerim dünyanın yörüngesinin dışına uzanıyordu. Şimdi hayallerimi benden önce mezara gömmek için bildiklerimi unutayım diye çabalıyorum olmuyor, onları unutmak kendimden kaçmak ve beni yok saymak olduğu için ben de varım, var olan beni nasıl yok sayacağım diye düşünürken birden kendimi yine başka bir hayal dünyasının başrol kahramanı olarak buluyorum yine yorulmayan bir dağcı ve usanmayan bir savaşçı olarak gece gündüz demeden hep düşünmek ve üretmek hayatımın kâbusu olup çıkıyor…(!)

Anlayacağınız alışkanlıklarımı terk edemiyorum, birde bunlar içinize kemik gibi işler ve sizin ruhunuzun bir parçası kalbinizin atışları ile paralel gidiş geliş yaparsa işte o zaman haliniz çok zor, bu hastalıktan kurtulamazsınız ancak sizi mezar paklar onun için de kaderiniz ne ise onu bekleyeceksiniz… Beklemek mi yakışmaz, kalkıp yürüyeceksiniz, yürümeyi belki unutup koşacaksınız, ama asla ve asla yerinize çakılıp kalmayacaksınız, hayat devam ediyor, nesillerin doğurtulması ancak ağaç yaşken olur, bunu biliyoruz o halde beklersek nesilleri kırar ve imha ederiz…

Ben başladığımda yürümeye turnalar çoktan göğümden uçmuştu, âmâ ben turnaların vurulmasını yasaklayan eğitmenlerin elimden tutmasıyla bu günlere geldim… Bu günleri yarınlara taşıyacak yürek sahibi öğretmenlerin eliyle, bu nesli aydınlatalım onlar ışığa çok muhtaçlar, karanlıklara bırakmayalım yarınların karanlığını kaldıracak eğitmenleri bulma imkânımız olmayabilir… Hep birlikte el ele gönül gönülle bu yola baş koyarak çocuklarımızı aydınlık ufuklara taşımaya ne dersiniz. Bana çocukluğumu unutturacak ve o günlerden ileriye götürecek öğretmenler arıyor gözlerim, onlar içinde bulunup, hayatın bu karanlık günlerinde çay molası vermeye hazırım ve hemen gelirim…

Çiçekler solmasın tomurcuklar patlamasın, biz güllerimiz solunca ölürüz, güllerimizi soldurmayalım, tomurcuklarımızı patlatmayalım, Çiçeklerimizi küstürmeyelim, bahçıvanı bıktırmayalım… Çocukluluğumdaki okuluma hayranlık kaldı içimde, okullarımızı hayran duyulan mekânlar yapalım… O öğretmenleri merceklere arıyorum hepsini bağrıma basıp selam vereceğim…

Selam ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/27.02.2022/23.47