Toplumların genetiğinin insan olma özelliklerinin dışında farklı karakterlere bürünmesi, yaşam isteklerini belirleyen güdülerin farklılaşmasıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Musevilik ve Hristiyanlık inancında da fakir ve fukaraların, mal zengini olanların sahip olduklarında, haklarının olduğuna inanılır. Hatta çoğu zaman elindeki imkânları kaybedenlerin sahip olduğu yaşam standartlarında ona yardım edilir ki, gördüklerinden geri kalmasın anlayışıyla onun psikolojisinin düzeltilmesine çalışılır. Museviler buna çok önem verirler ve kendi toplumlarında insanları açlığa mahkûm etmezler, hemen yardım ve dayanışma içinde olurlar. Zulmü devam ettirmek için güç sahipleri ile kol kola olan Katolik algısına karşı da ciddi mücadeleler verilmiştir.
Dini kuruluşlar güçle birlikte hareket
etmeyi bir din olarak insanlara yansıttıkları için, onlara karşı ciddi
başkaldırıların olduğunu görmekteyiz. Katolik algı Emevi ile birlikte
Müslümanların yaşadığı ortamlarda da ciddi sorunlara neden olduğunu
görmekteyiz.
İlahi olan dinlerin hepsinin
temelindeki ahlaki öğretide fakir ve imkânsız insanların hakkının, zenginin
malının içine bırakıldığına ve bunu alıp sahiplerine vermenin gerekliliği
vurgulanır. Hatta otoritenin varlık gerekçelerinden biri de zenginler bu
hakları vermek istemeyip gasp ettiklerinde onlara müdahale ederek toplumsal
huzuru sağlamasıdır. Devlet ve din bu asli görevlerini askıya alıp kendi varlığını
korumayı amaç edindiği zaman, toplumsal çatışmalar, huzursuzluk, tabakalaşma,
açlık sefalet ve fakirlik toplumu kuşatır. Onun içindir ki insanlığa faydalı
olması için gönderilen din, ayrıca insanların sorunlarını çözsün diye
tecrübelerle oluşturulan otoriteler bu görevleri dışında akla gelmeyecek tüm detayları
ele alırken, asıl fonksiyonlarını yerine getiremez olmuşsa; bunların
karşısındaki mücadelelerin meşruiyetini kendisi oluşturmuş olur. Varlık
gayesine uygun olmayan eylemleri yapan oluşumlara karşı, toplumsal eylemler meşruiyet
temeline oturur. Bunları yok etmek için kendi otoritesinden aldığı güç ve
imkanlarla karşı oluşumları marjinal olarak adlandırsa da, bu oluşumlar sadece
kendi gidişlerini geciktirmenin dışına çıkamazlar. Geciktirilmiş olan değişim
sürecinin en büyük zararı, genel kitleler üzerinde olmasıdır. İlk fark ediş
dönemlerinde belli bir topluluk etkilenirken, zaman ilerledikçe olumsuzlukların
etkileme alanı genişler, bu da kaos karmaşa ve çatışma ortamlarının doğmasına
neden olur.
Batıdaki dini otoriteye karşı oluşan
oluşumların tamamı, dini kuruluşların güçle işbirliği yaparak insanların
özgürleşmesinin ve aklını kullanmasının yollarını kapamış olmasından
kaynaklandığını görürüz. Yani din asıl gayesine hizmeti unuttuğu zaman,
insanları kendi kölesi olarak görmeye başlar. Bu durum, elinin altındaki
köleleri daha iyi pazarlayacak ve onlar üzerinden imkân elde edecek yolları
aramaya götürtür dini kuruluşları. Zamanla da amacına hizmet etmeye başlar,
bunun en açık örneği de Mark’ın, bu oluşumların insan doğasıyla savaşan ve onları
susturan hipnotize eden, güç iktidar ve üretim araçlarına köle yaptığını
gösterdiği örnek doğrular.
Tarih boyunca Yaşam alanındaki dinler
ile güç sahibi otoriteler arasında ciddi bir ilişki ağının olduğuna şahit olmaktayız.
Firavun ile Musa(as) arasındaki mücadele de bile, firavun din kâinleri ve
sihirbazlardan yardım istemiştir. Yani dine dayanmayan ve dinden meşruluk
kazanmayan otorite ve güçler kalabalık kitleler karşısında yok olabilirler. Bundan
dolayıdır ki, Firavun bunu en iyi şekilde kullanmayı bilmiştir. Eğer bir
toplumda çoğunluğun sahip olduğu dini inanışlar, güç ve otoriteden besleniyor
ve insanlığa hizmet ettiğini sanıyor, insanlarda buna canı gönülden rahatlıkla inanıyorlarsa,
orada din bir Manivelaya dönüşmüş demektir. Otorite, güç kendisi doğrudan elde edemediğini,
insanların dini duygularını kullanarak elde etmektedir. Dolayısıyla o toplumda
resmi söyleme ait din, hiyerarşik kadroyu oluştururken sürekli elaman sayısını arttırıyorsa,
sistem rayına daha iyi oturuyor demektir. Çünkü din, otoritelerden uzak,
insanların özgür akılla seçim yapmaları gereken bir alandır. Din inanma
temelindeki bilgilerden oluşuyor, o zaman nasıl seçim yapacak diye akıllara
gelebilecek soru için, diyorum ki, özgür ve iradi akılla seçim yapıldıktan
sonra dinin buyrukları inanarak devam eder. Bunun temel sebebi de, metafizik
bir boyut barındırmasıdır. Metafizik alana ait bir bilgi olması sorgulanmayan
ve aklı kullanmadan kullanılması gereken bir bilgi olduğu anlamına gelemez.
Çünkü akıl onu onaylamıyorsa, o zaman o bilgi akıllılar alanına hitap etmeyen
bir bilgi olur. Dolayısıyla vahiy akılla karşılık bulur. Akıllı olmayan sadece
duygusal boyutu olan varlıklara neden bu bilgiler inmiyor, çünkü vahyin
karşılığı duygular değil de onun için…
Akıllılar evreninde varlığını devam
ettirecek bir bilginin sürekliliği akıl kalıpları ile örtüşmesi de
kaçınılmazdır. Çünkü Kur’an’ı Kerimin neredeyse her süresinde akletmiyor musunuz,
aklınızı kullanmıyor musunuz, aklını kullanmayanların necis olduğu anlatılırken,
vahye dayanan bilginin akılla ilişkisi olmadığını kabul edip sorgulamaya
ihtiyaç olmadığını söylemek, insanın yaratılış gayesi ile hiç uyuşmaz. Rabbim
sen bunları boşa yaratmadın diyerek semaya gözünü çevirip o muhteşem bütünlük
karşısında teslim olan akıl değilse dini kabul eden akıl, akıl değil güdülen ve
arpasına göre oraya buraya rahat akabilen sıradan bir nesne demektir. Onun için
olmasını ve yeryüzünde yerini almasını istediğimiz akıl, muhteşem bütünlük karşısında
teslim olmayı becerecek ihtişamlı güç olan akıldır.
Muhteşem aklın süzgecinden geçen
kelime ve kavramlar, her zaman yeryüzünde istikamet üzere dosdoğru yol gidecek
bir kervanın oluşumunun temelini oluşturur. Onun içindir ki Otorite ve güçlerle
işbirliği yapan ortak çıkar ve menfaatleri ortak hedef gibi gösteren bu
oluşumların varlık sırrını ortaya koymak gereklidir. Onların varlık sırrı
anlaşılmadan kitlelerin sömürülmesinin önlemesi mümkün değildir.
İslam’ın bakış açısı ile Müslümanım diyenlerin
yaşama bakışını değerlendirdiğimizde birbiriyle ne kadar uyumsuz ve
çelişkilerle iç içe olduğunu söylemek mümkündür. Bir değerin manifestosu ile
ona inananların yaşamları karşılıklı savaşıyorsa, orada dinin içeriğinin neye
kime ve kimlerin istekleri doğrultusunda yapıldığını iyi anlamak ve ortaya
çıkarmak gerekir. İçeriği ve hedefi bilinmeyen bir din, güç odaklarının her
zaman yardımına koşuyor ve onların yaptığı eylemleri arkasından meşru
gerekçelere oturtmaya çalışıyorsa bu din bir sömürge dinidir. Sömürge
dinlerinin kıskacından çıkarak yeryüzüne adaleti huzuru ve barışı getiren
muhteşem din olan Silme dönersek o zaman içerik ve kapsam kimsenin babasının
malı olmayacak, herkes düşüncesini özgürce ortaya koyacak ve her fert bulunduğu
ortamda kendisine ait bir değer bulduğu için yaşamdan tat alacaktır. Yani İslam,
hayatları huzurlu kılar, eminlik ortaya çıkar fakirlik kalmaz, liyakat ve erdem
hayatın vazgeçilmezi olur. Dolayısıyla yeryüzünde yaşanmakta olan dini
oluşumların zulüm ve rahatlığına bakarak dinleri sorgulamak olmamalı amaç, bu din
bezirgânlarının insanlığı sömürmek için bütün bir insanlığın en zayıf
alanlarından nasıl kandırıldığını anlamak gerekir. Bunun yolu bilinçli sorumlu
kaybedecek dünyalıkların hesabını yapmayan, sadece yeryüzünde doğrunun ve
erdemin şahitliğini yapmak için ayağa kalkan kalemler ile olacağı muhakkaktır.
”Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki, ”buyruğunu dikkate almadan yazan
kalemşörler, her dönemde şerrin temsilcisi olurlar ancak, kalemdarlar lazım bize,
o da kalemi adam gibi kullanan ve üzerine yemin edilen kalem olmasına dikkat
ederek adaletten ve hakkaniyetten ayrılmayan kalemler olmalıdır.
Geçmiş dönemlere baktığımız zaman,
İmam Ebu Hanife’nin Emevi zulmüne karşı nasıl mücadele ettiğini bilmeyen yok sanırım.
Hatta Abbasilerle birlikte onların yanında, Emevilerle o da mücadele eder, ancak
zulmü ortadan kaldırmak ve onların yaptığı vahşetin ortadan kalması için çalışır.
Ne zaman ki Abbasiler Emevilerin yerine gelir ama zulüm değişmez sadece zulmü
yapanların kendisi değişir. Zulüm üzere devam eden Abbasiler İmam Ebu hanifeye
ısrarla onların içinde olmasını ve maliye işlerini yönetmesini isterler ancak o
tüm ısrarlara rağmen reddeder. Bu olaya farklı yaklaşanlar olabilir ancak benim
taraftan baktığımda buradaki inceliğin, toplumda karşılığı olan bir ilim
insanının otoritelerce teslim alınamayacağı ve onlara evet demiş olsaydı
onların zulümleri de dini bir meşruiyet kazanacaktı ancak İmam Ebu Hanife Allah’ın
rahmeti üzerine olsun bunu canıyla ödeyerek zindanda şehit oldu.
İlim sahibi aydın insanların
kalemlerini, her dönemde güç sahibi otoriteler yanında görmek ister, eğer ki yöneticiler,
bir Ömer ra ve Torunu Ömer Bin Abdülaziz gibi değillerse, böylesi kalemlerin
güçle bir araya gelmesi toplumsal zulümlerin ayyuka çıkacağının göstergesidir.
Mısır’da Ezher şeyhlerinin büyük bir çoğunluğunun Mısır firavunlarının zulmünü tescillediklerine
şahit olmaktayız. Rahmetli Şehit Kutup, zindanda iken yanına o günün Ezher
müftüsü gönderilir ve idam öncesi şehadet getirmesi için dini telkinde bulunur.
Kutup ona der ki, “be adam sen o dini konuları anlattığın için maaş alıyorsun,
oysa ben o dini anlattığım için biraz sonra idama gideceğim, seni bu filmin son
perdesini aralamak için mi gönderdiler bir figüran olarak…
Evet, tarih boyunca her dönemde ve
ortamda bu böyle olmuştur. Dinin tekele alındığı ortamlarda insanlara acısını unutturmak
için, din sadece bir afyon olmuş ve insanları hipnotize ederek daha fazla
sömürülmelerine neden olmuştur. İran Şahı son dönemlerinde, benim yaptığım en
büyük hata, Mustafa Kemal gibi dini devlet kontrolüne almamam oldu dediği anlatılır.
Çünkü şahın o tavrı İnsanların özgürce düşünmelerine sebep olmuş, hatta Bir Şeraiti
gibi, dünyanın takdir ettiği bir düşünür ve sosyolog ortaya çıkmıştır. Din,
devlet kontrolüne alınmadan önceki İran’daki düşünürler ile bu gün geldiğimiz
noktadaki düşünürlerin ben bir kıyaslamasını yapmadım ama çoraklaştığına ve
düşünmenin önüne her türlü barikatların konduğuna şahit olmaktayız.1979 öncesi
süreçte Aydınların görüşlerinden faydalanan, bazı fanatik mezhepsel molların
dışındaki, herkesin onları baş tacı yaptıkları insanları, devrim sonrası
nasılda Katolik bakışa göre biçimlendirdiklerini gördük… Devletin, Dini bir
grubun isteklerine göre biçimlendirildiği, hatta o kişilerin küçük bir
eleştirisinin bile, sizin yaşamınızı ortadan kaldırmaya yettiği bir ortamın
dinsel güçle nasıl meşruluk kazandığını görmekteyiz. Büyük düşünür ve filozof Abdülkerim
Süruş’un neden İran’ı terk ettiği gerekçelerine baktığımız zaman batı Katolik
anlayışının Müslümanların yaşamlarında nasıl karşılık bulduğunu görmüş oluyoruz…
Batı toplumundaki din anlayışı ve otoritelere yaptığı
hizmet ile Müslüman olduğunu söyleyen toplumların yaşamındaki karşılaştırmalara
baktığımız zaman; dini kullanım alanlarının ne kadar da insanlığı düşündüğünü(!)
görmüş olmaktayız.
Müslüman olduğunu söyleyenlerin
bulunduğu coğrafyada acı zulüm gözyaşı ve çilelerin durmak bilmeyen yükselişini
kimse kader diye açıklayamaz ve açıklamamalıdır. Muhteşem bir değer sistemi tüm
insanlığa huzur ve adalet getirdiğini söylerken, bugün yaşanılanların bu
değerle çatışma içinde olmadığını nasıl söyleyebiliriz. Kendi coğrafyalarından
ve ülkelerinden çıkarak beğenmediğimiz ve yere vurmaya çalıştığımız (doğrudur
öyledir)batının insafına koşarken, kapı dışı edildikleri için yolda donarak
ölmeleri bir kader mi, yoksa bu ülkeleri yönetenlerin zulümlerinin arşı alaya
dayandığının kanıtı mıdır? Hakikaten İslam adına hassasiyetleri olan ve bu
yaşam coğrafyasının acılarını kendisine dert edinmiş aydın ve duyarlı kalem
sahiplerine büyük işler düşmektedir. Bu işler Parasına para katmak için mevki
makam arayışı ve yarışında olup tepe noktasında yaklaşmak değil, tepe
noktalardaki yanlışlara bir fren ve uyarı olabilmekse anlamlı, diğerlerinin
tümü boş ve anlamsızdır.
İslam coğrafyası kelimesinin
düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum ve yazılarımda da hep Müslüman olduğunu
söyleyenlerin yaşadığı yerler diyorum. İslam coğrafyası dendiği zaman günahsız
bir ortam hemen akla geliyor ve muhteşem değerle bu insanların şekillendiği sanılıyor,
oysa öyle bir durum mevzu bahis değildir. Müslümanlar yaşadıkları yeri İslam
coğrafyası yapmak istiyorlarsa, bölgesel ulusal ve yerel muktedirlerin kullanım
sahasından çıkıp, Allah’ın doğruluk üzere yarattığı yaşamın kollarına
yürümeleri gerekir. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışını yaşamdan kuduz
köpek kovalar gibi kovalamaları gerekir. Bal tutan parmağını yalar anlayışların
parmaklarını kıracak ve dilleri sökülecekse, bu anlayışların dili sökülecek,
gelenek haline gelen kötülüklerin sonrakilere miras olarak bırakılması önlenmiş
olacaktır. Yoksa toplumsal ifsat mekanizması otomatik olarak dalga dalga
yayılıyor, bu mekanizma ne değer ne inanç ve büyük küçük, ne saygı ne sevgi ne muhabbet,
ne barış kardeşlik ve ne de dayanışma ve adalet bırakacaktır. Bana değmeyen
yılan bin yaşasın sihirli sözünü, kucağımıza yeni doğmuş bir çocuk gibi bırakıp
tacımızı tahtımızı harap edecektir.
Yani son söz olarak diyeceğim o ki,
Muhteşem bir inancın, fiyasko bir yaşamı asla ve kat’a olamaz. Bugünkü fiyasko
kokuşmuş yaşamları muhteşem medeniyet diye gelecek nesillere aktarmayacaksak,
daha fazla çıkar iskelesinde demir atıp yük beklemekten çıkacağız. Geçmişin
zulümlerini de bize muhteşem medeniyet diye anlatanların hepsi güç ile
işbirliği yapmış kurumsal dini otoritelerin onayından geçen meşrulaşmış
zulümler olduğunu unutmamak gerekir. Müslümanların yaşadığı dinin ne kadar
Allah’ın gönderdiği din olduğunu sorgulayarak onlar adına hayatımızı
yönlendirenlerin bu dinin neresinde olduklarına biraz olsun insanlarımızı
bakmaya çağırarak, yeni bir dünyanın oluşumu için Muhteşem değerleri hayatta
yaşanılır kılmanın zamanının geldiğini haykırmaktır.
Bu gün yaşanmayacaksa ne zaman,
yarınlar bugün yoksa onlar da olmayacaklar, umut tacirleri yarınlarımızın
hayallerini bize kurdurarak bugünlerimizi zifiri karanlığa dönüştürerek kendi
varlıklarını ve yanlışlarını sorgulayacak beyinleri karanlığa gömme derdindeler…
Herkesin sorumluluğu bildiği oranındadır, sorumluluklarını bilen ve hakka
şahitliğini gereği gibi yapan, adaletin temsilcisi olanlar arasına rabbim
bizleri de katar inşallah…
Selam saygı muhabbet ve dualarımla…
Bahadır Hataylı/03.02.2022/18.52