12 Ocak 2016 Salı

ZAMAN VE ERDEM

Güvenlik ya da tehlike konusu bir erdem sorunudur; gelişme ya da yok olma konusu bir zaman sorunudur. Metropollerin fildişi kulelerinin etrafını kuşatan demir parmaklıklar sanırım benim gibi, birçok insanın dikkatini çekmiştir. Bu kulelere ve boğazdaki yalılara kapanarak dış dünya ile ilişkilerini koparmış bir avuç kalabalığın yaşam tarzı iyi bir irdelenirse, orada erdem sorununun olduğu görülür. Erdemli bir toplumda güvenlik kuleleri kurmak, tehlike çanlarına karşı her an alarımda beklemek, yersiz ve mantık dışıdır. Ancak ehtik değerlerin yok olduğu, egoizmin doyurulmasından başka bir dünyanın düşünülmediği toplumlarda, bu tür korunaklara gerek duyulur.
Bu tarz yaşamların daha bir çoğaldığı günümüzde, erdem sorunu artık bir veba gibi, toplumun en küçük kılcal damarlarına kadar yayılmaktadır. Toplum bir organizmadır, organizmanın yaşamını sağlayan damarların, mikrop taşıması gibi, toplumsal dokularda bu mikropların pençesinde kıvranmaktadır. Bu hastalıkların her gün yayılarak çoğaldığı bir ortamda, kurallarla, korunaklı alanlarla, bu mikrobun yayılmasına engel olmak mümkün müdür?
Küresel yaşamın, tüm ulusları bir köy haline getirdiği, küreselleşme projesi, erdemsizliği, erdem gibi tüm toplulardaki bireylerin sinelerine kazınmayacak düzeyde derin yazdı. Böylesi bir dünyada ebetteki değer değişimi yaşanacaktır. Ancak bu değer değişimi, hiçbir toplumun bu değerleri yaşama aktarmadaki haklılık savunmalarını meşru kılmaz. Çünkü erdemlilik insan olmanın bir ürünüdür. Ethik değerlerin birilerinin baskın asimilasyon politikalarıyla,dejenere olduğunu savunmak,insanın kendisini inkar etmesidir.Kendisiyle çatışan bir dimağın elbette ki geleceği çok karanlık olacaktır.Bu karanlık ortamı yaşayan insanların,,neneleri ve öğeleri tanımaları ve tanımlamaları imkansızdır.O halde öncelikli yapılması gereken,aydınlık bir alanda problemlerin üzerine gitmek;yoksa görme özürlü hastalar gibi ne yaptığımızı bilemeyiz.
Her iş adamı, birkaç korumayla, bayanlar kalp atışları artarak sokaklarda hızlı hızlı yürüyorsa, mutlaka orada bir erdem sorunu vardır. Erdemli bir toplumda, huzur ve mutluluk vardır. İnsanların gözlerine baktığında göz bebeklerinin içi sana güler. Konuşmalar azdır, hayat dengeli bir programla yürür. Terazinin tartığı kefe ve tartılan kefesi hep dengededir. Yorulan insanlar az, enerjisi çoğalan insanlar çoğunluktadır. Geçmişin olumsuzluklarına eleştiri yapmak için ayrılan zaman, gelecekte yapılacaklar için ayrılan zamandan daima azdır. Bir baba evine dönerken zihni arı, sağlam bir kafa ve sansar gibi senaryo kurmadan yürür.
Platon’un “İdeal Devletinde, Adalet”;Farabi’nin”Erdemli Şehrinde, mutlu ve huzurlu insanlar, Bilge yöneticiler ve üretken bir halk vardı.” Neden olmasın? Önemli olan kaybedilen değeri aydınlık bir ortamda aramayı becerebilmektir.Bu becerildiği an,kullanılan zaman gelişme grafiğini yükseltecektir.Beceriksizlerin kurbanı olursak yok olmaya mahkum oluruz..Böylece her eylemi düzenleyen yeni kurallar,iki kişiden biri koruma,binalardan yüksek koruma duvarları,doğaya ve göğe hasret kalmış vahşi çocuklar türeyecek,geleceğimizi teslim almak için…
O halde her olumsuzluğun temelinde, geceye saplanan günün ardında, kendini kollama gereği duyan bireyin kafasında bir erdem sorunu vardır. Erdem hayatın kendisi olursa bir manastıra, havraya ve camiye gerek kalır mı, zamana güvenilebilse kuralların ne hükmü kalır…
Yıl:11.03.2004
Saat:08.50-09.30
Yer: Kadıköy(FBM)İST
Erol Kekeç

GÜZDEN BAHARA

Dünyada kolayca büyüyen şeyler vardır kuşkusuz, fakat bir gün sıcak on soğuk verilerek yaşayabilen hiçbir şey görmedik şimdiye kadar. Denge olursa yaşam devam eder, dengesiz bir oluşum her şeyi mahveder. Bir gün umut onbeş gün umutsuzluğun pompalandığı bir dünyada, umutlu insanların yaşamından söz etmek mümkün müdür?
Mani depresif dönemlerde coşkulu ve karamsar özellikler birlikte yaşandığı için, bu durum bir hastalık olarak adlandırılır. Bu tip özelliklerde nasıl ki sağlıklı bir yaşam tarzını oluşturmak imkânsızsa, dengenin kurulamadığı ortamlarda da yaşamını doğru sürdüren varlıklar görmek zordur. Yaşıyor gibi görülse de bunlar sürünmeden başka bir şey olamaz. Her birey doğar doğmaz böylesi bir dengesizliğe ilk adımını atmaktadır. İlerleyen zaman ve yaş grafikleriyle, dengesiz bir sosyal ortamla çepeçevre kuşatılmaktadır. Kuşatılmış her bireyin kalbi ve beyni bu Saiklerce fetih edilmektedir. Fetih edilmiş insanların yaşamlarından kısa kısa birkaç örnek vererek yolumuza devam edeceğiz.
İlişkilerde değişim aracı olarak kullanılan para ve türevlerinin, ekonomik hayattaki yansımalarına baktığımızda, tüm insanları paranoyak ettiği rahatlıkla görülebilir. Bireyler ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Acaba hangi ekonomistin dediği doğru veyahut ta bu politikacıların sözlerine ne kadar güvenilir, çünkü dünleri ile bu günleri arasında bir bağlantı yoktur gibi tavırlarıyla yaşamdan biraz daha kopmaktadırlar. Ekonomik teorilerin reel sosyal yaşamda kazançlı duruma gelebilmesi için, istikrarlı bir sosyal sistemin varlığı zorunludur. Her an her değerinin kendi içinde çelişkilerle dolu olduğu bir dönemde insanlara nasıl güven ve umut verilebilir. Bir gün umuttan söz etseniz de, diğer günleriniz umutsuzluğu pompaladığından ekonomik yaşamın göverecek filizleri, kabuğunu kırmadan bu dengesizlik karşısında hemen kurur. O halde bir filizin yaşaması için denge gerekir.
Post modern çağda, eğitim anlayışları da alabildiğine karmaşık bir denklemin çözümsüz sorularından biridir. Çözümsüz diyoruz, çünkü şu anda yürürlükte olan eğitim teorisyenlerimizin uygulamaları bunu kanıtlamaktadır. Eğitim ve öğretimde ya alabildiğine özgürlükler ortamı sunulmakta ya da aşırı despot eğitim politikaları uygulanmaktadır. Eğitim ve öğretim gören bireyler acaba bunların hangisi doğru diye sorgularken, birde bakıyorsun demek ikisi de doğru yani ortamlara göre değişik davranacaksın gibi, çift kişilikli insanlar olup çıkıyorlar. Bu tarz dengesizlikleri gelecek kuşaklara miras olarak bırakmak hiç kimsenin hakkı değildir. Bu tür davranışlar sadece eğitimin genel boyutunda değil, aile hayatlarında da göze çarpmaktadır. Anne ve babalar çocuklarına karşı zaman zaman çok gaddar aşırı şiddetli, bazen de çok yumuşak hatta çocukları yüreklerine koyacak duruma gelmektedir. Böyle bir eğitim kişilik yapılarını karmaşıklaştırır ve çocukları birer psikomanyak yapar. O halde anne ve babalardan ricamız, çocuklarını severken ve döverken dengeyi elden bırakmamalarıdır. Denge bozulursa, çocuklar için anne ve babalarının aşırı sevgileri, onlardaki inandırıcılığını kaybeder. İnandırıcılığını yitirmiş sevgi dolu bir ortamdan, sevgiyle hiç tanışmammış sevgiye hasret bireyler türer. Sevgisiz bir toplumda da her şeyi söylemek mümkündür. Kendi hayatınız için öz çocuğunuzdan kuşkulanmak zorunda kalırsınız, Çünkü mani depresyon yaşayan bir nesil türemektedir, ne olmaz ki hayatta.
Magazin ünlülerinin hayatlarına veyahut ta ergenlik dönemi gençlerinin yaşamlarına bir göz attığımızda sorgulanacak pek çok patoloji görmekteyiz. Bunlara birer hastalık olarak bakmaktayız çünkü dengesizliğin her türlüsü virüs taşımaktadır. Arkadaşlıkların en sevimlisi bir anda düşmanlıklara dönüşebiliyor, birini gerçekten seviyorsanız, ondan aşırı bir nefret duymanız imkânsızdır, mutlaka orada bir patolojik durum vardır…
Sevgililer birbirini göremedikleri zaman sevgileri azalıyor, bibirine yakın olduklarında da, kanlı bıçaklı iki düşman olup çıkıyorlarsa, bunlar sevgi pınarından asla su içmemişlerdir. Sevgi pınarının sularıyla serinlemiş olanları, yaklaşmak yakmaz uzaklaşmakta söndürmez. Çünkü onlar bilir ki sevmek bir yürek eylemidir. Bedenin diliyle zaman zaman açığa çıkar. Ağızdan sürekli aktarılan kelimelere sıkıştırılmış sevgi, köksüz ve yalancıdır. Yalancı sevgiyle sevgili olanlar tabiki bir gün kanlı bıçaklı olur. Yüreklere hükmeden sevgiyle büyüyen sevgililer, bir kuşun iki kanadını andırır. Mesafeler onların sevgisinden hiçbir şey azaltmaz. Richart Bach’ın deyimiyle; mesafeler sizi sevdiğinizden ayırabilir mi birini seviyorsanız zaten onun yanında değil misiniz? Dengeli bir sevgi elbet böyle yaşar, yoksa sevgili olduğunu zannedenler paranoyak olup çıkar.
Evet, her şeyde bir denge olmalıdır. Günlük yaşantımızda her şeyi çok karanlık, bir günde çok aydınlık olarak algılıyorsak, orada aydınlık asla olmayacaktır. Çünkü karanlıkların arkası kesilmeyen bir dünyada, sadece aydınlığın olduğu bir atmosferi bulmak oldukça zor olacaktır. Yaratıcının evrendeki kurallarına baktığımızda, ne zaman gecenin ne zaman gündüzün olacağı bellidir. Ancak insanın kendisini yaratıcı zannettiği, sosyal ilişkiler evrenindeki oluşumlarda bu dengeyi bulmak mümkün değildir. Tabiattaki uyum ilkesi, sosyal ilişkilerdeki yaşama yansıdığı zaman güven doğacaktır. Her güvenin ardından bir umut tomurcuğu patlayacaktır, umut tomurcukları tamamıyla açmaya başladığında, mevsimlerin baharı hayatımızda doğacaktır. Unutmayalım ki hayatlara bahar mevsimleri gelirse, terazi dengelenecek ve denge doğacaktır. O dengeli hayatta bir tuğla olmak isteyen her insanı bağrımıza basarak çıkıyoruz yollara, bahar ve güz mevsiminde buluşmak üzere!
Yıl:18.03.2004
Saat:17.15—18.10
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
Erol Kekeç