İranlı yazar Muhsin Mahmelbaf, 'Başkasının Ölümü' isimli o muhteşem tiyatro eserinde, cephede imha harekâtına hazırlanan komutanın ölüm ile yüzleşmesini çok iyi anlatıyor.
Bu komutan, gece yarısı ani bir baskınla karşısındakileri imha edecek ve elde edeceği bu zaferle başkomutan olma yolunda büyük bir adım daha atmış olacaktır. Düşman, komutanın şartsız teslim olma teklifini onu aşağılayarak geri çevirmiştir. O, tarihe geçecek zaferinin gölgelenmesine asla tahammül edemez. Ancak beklenmedik bir gelişme olur. Sabaha karşı binlerce kişinin ölüm emrini verecek olan komutana gece davetsiz bir misafir gelir. Başkasının ölümüne çok kolay karar veren komutanın odasına gelen Azrail, can vermenin hiç de kolay bir şey olmadığını gösterir ona.
Çete ya da 'gangster' davalarını izlerken, Muhsin Mahmelbaf'ın bu muhteşem tiyatrosunu akla getirmemek mümkün değil. Polislerin arasında elleri kelepçeli yürürken ya da hâkimin karşısında süklüm püklüm, ucuz cezalarla kurtulmayı bekleyenleri gördüğümde, 'başkasının ölümüne karar verdiğinde de böylesine süklüm püklüm, af bekleyen bir hal içinde miydi' diye düşünmeden edemem. Neredeyse bütün Ergenekon sanıkları hasta. Hepsinde birer birer hastalık çıkıyor, tutukluluk dönemlerinin çoğunu hastanede geçiriyorlar. Acaba kamuoyunun, 'yazık bu hasta adamlara' demelerini mi bekliyorlar? 'Bütün Ergenekoncular numara yapıyor, hastalık uyduruyor' demiyorum tabii ki... Ama birazcık zoru görünce bu kadar dengelerinin bozulması, dağılmaları da ironik bir olay.
Hastalanma süreci, bir zamanların kudretli generali Veli Küçük'ün, dengesini kaybedip kafasını çarpmasıyla başladı. Son olarak da JİTEM'in en önemli kurucularından biri olan Arif Doğan'ın hastaneye kaldırılmasını izledik. Onu polislerin arasında zar zor yürürken görünce, Türkiye'deki faili meçhul cinayetler insanın aklına geliyor.
Tabii ki, 'bütün o faili meçhul cinayet ve olayları bunlar yapıyordu' demiyorum; ama Türkiye'de son otuz yılda binlerce kişinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğini, bunları da birilerinin yaptığını unutmamak gerek. Savaş Buldan, Behçet Cantürk, Adnan Yıldırım, Hacı Koray, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu gibi yüzlerce suikastı, Güneydoğu bölgesinde yüzlerce kişinin satırla öldürülmesi, Gazi Mahallesi'nde kahvehanenin taranması ya da kamuoyuna yansımayan birçok cinayet, adam kaçırma, sindirme, öldürme vs. Hepsini anlatmaya kalksak ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Sonuçta, bütün bu olayların hatırı sayılır bir kısmında JİTEM'in parmağı olduğunu artık herkes kabul ediyor.
Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaşananları güvenlik güçlerinin bazen rutin dışına çıkması olarak değerlendirip abartılacak bir durumun olmadığını düşünse de bunların büyük bir suç olduğu ortada. Çünkü hiç kimsenin yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanma salahiyeti olamaz. Kimse vatan kurtarmak, devlete sahip çıkmak gibi hamasi cümlelerle bu çeteleşmeyi mazur göremez. Neticede müesses nizamın yürürlükte olan, işleyen bir hukuk düzeni vardır ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkilerini kullanan hiçbir kimse buna mugayir hareket edemez.
Hakikaten merak ediyorum; bugün Ergenekon çetesinden dolayı suçlanan ve tutuklu bulunan kimseler içinde başkalarının kalemini kıran, ölüm emrini veren kaç kişi vardır acaba? Bu ölüm emirlerini verirken çok zorlanıyorlar mıydı, vicdanî hesaplaşmalar içine giriyorlar mıydı, 'ben ne yapıyorum' diye düşünüyorlar mıydı? Ya da ülkede darbe yapmaya muvaffak olduktan sonra kaç kişiyi içeri atmayı, gerektiğinde kaç kişinin hayatını bitirmeyi göze almışlardı? Başını çarpanlar, tansiyonu yükselenler, hastalık raporu alanlar, ölüm emrini vermenin, birisini ölüme göndermenin ya da haksızca alıkoymanın ne kadar tahammül edilmez bir şey olduğunu anlamışlar mıdır acaba?
Türk tarihinin en büyük travmalarından birine sebep olan 12 Eylül darbecileri, bunu hiç anlayamadılar. Çünkü onlardan hiç hesap sorulmadı. Pek çok zalim, yaptıklarının karşılığını bu dünyada görmeden gitti ya da gidiyor. Ama şükürler olsun ki, bir mahkeme-i kübra var.
27 Eylül 2008, Cumartesi
mehmet kamış
zaman